Uzun kariyeri boyunca Steven Pinker yavaş yavaş ancak şüphe götürmez bir biçimde uzmanı olduğu konuda bilimsel makaleler yazan bir bilişsel psikologdan, sadık takipçilerine tam anlamıyla bir Weltanschauung [dünyagörüşü] vaaz eden bir yazara dönüştü. Son kitabı Rationality: What It Is, Why It Seems Scarce, Why It Matters’da da [Rasyonalite: Nedir, Neden Nadirdir, Neden Önemlidir] bu dönüşümü devam ettiriyor. İhtişamlı başlığına rağmen kitap rasyonalite hakkında bir konsept olarak herhangi bir güçlü felsefi inceleme sunmamaktadır. Bunun yerine, iyi kötü bir tanım öne sürdükten sonra, Pinker enerjisinin çoğunu sosyal bilimlerde moda olan çeşitli formel akıl yürütme yöntemlerini sıralamaya harcıyor ve bunların insanlığın gelişimi için elzem olduğunu öne sürüyor.
Entelektüel bir kandırmaca olarak Rasyonalite
Tüm bu yöntem ve konuları bir araya getiren şey rasyonalist bir temelden ziyade Pinker’ın etik-politik programıdır. Pinker’ın diğer eserlerine aşina olan okurlar, bu kitabındaki insanın evrensel ıslahına ilişkin görüşlerinin temelindeki motiflerin hızlıca ayırdına varacaktır. Bu görüşler ampirizmin, liberalizmin, teknokrasinin, evrimsel psikolojinin, materyalizmin, vok ve din karşıtlığının bir kaynaşmasıdır. Bunların tümü rengarenk bir üslupla, Amerikan üniversitelerine, sosyal adalet savaşçılarına, teistlere, postmodernistlere, Trumpçılara ve diğer öcülere karşı siyasi ilavelerle aktarılıyor.
Tüm bu fikirlerin, büyük harflerle “rasyonalitenin” görkemli sancağı altında birleştirildiğini görmek isteyenler kesinlikle bu kitabı beğeneceklerdir. Pinker’ın çeşit çeşit formel akıl yürütme yöntemlerini hünerli bir biçimde yeniden yapılandırmasından keyif alacaklardır. Ancak tüm bu temaların uyumlu (“rasyonel” de denebilir) bir şekilde iç içe geçmiş olduklarını düşünmeye yatkın olmayanlar için o kadar da etkili olmayacaktır.
Tabii, şüpheciler bile Pinker’ın kitabının çoğunluğunu oluşturan orta bölümlerini biçimsel mantık, olasılık, Bayesçilik, oyun teorisi, nedensel çıkarım gibi son derece teknik ve akademik konularda kısa, tadımlık birer giriş niteliğinde yazılar olarak okuyarak yararlanabilirler. Ana akım natüralist Amerikan sosyal bilimlerinden alınan bu fikirlerin popülerleştirilmesi etkileyici bir pedagojik açıklıkla izah ediliyor (Kaç yazar sinyal belirleme kuramı ya da tahminde bulunma gibi konuları bu kadar okunabilir bir şekilde açıklayabilir?).
Eğer Pinker çoğunlukla sosyal bilimlerde natüralist metotların popülerleştirilmesi hakkında yazdığını kabul etseydi bu eleştiri yazısı çok daha olumlu olurdu. Ancak, ne yazık ki, kitabı gerçek başarılarının çok ötesinde iddialar ortaya koymaktadır. Pinker kitabın başlangıcından itibaren açıkça amacının okuyucularına “düşündüğümüz ve yaptığımız her şeyin yol göstericisi” olan “rasyonalitenin doğasını”, bunun insanlık için önemini ve “neden nadir göründüğünü” açıklamak olduğunu öne sürüyor.
Pinker okurlarına Platon’dan Kant’a kadar tarihin en büyük zihinlerini zorlayan bir felsefi projenin, rasyonalitenin tanımı ve temellendirilmesinin sözünü veriyor. Eğer bu yeterli gelmediyse, Weberci boyutlarda bir sosyolojik soruya, modernite içindeki patolojik rasyonalitenin bir açıklamasına cevap verdiğini iddia ediyor. Bu bakış açısından Rasyonalite kitabı muazzam bir entelektüel kandırmacadır.
Tekil bir örneğin evrenselleştirilmesi olarak San halkı
Sorun davranışsal psikolojiden ilham alan yeni bir trend olarak, insan iradesinin bilişsel önyargılar sebebiyle devamlı irrasyonel olması görüşüne karşı çıkan bir bölümde erkenden baş gösteriyor. Bunun yerine Pinker insanların “serebral problem çözücüler” ve “akıllı homininler” olduğu iddiasına okurları ikna etmeye çabalıyor. Ancak bu iddiasını, Kalahari çölünde avcı toplayıcı bir topluluk olan San halkının tekil ve kabataslak bir örneğine dayandırıyor. Pinker bu grubu ön-rasyoneller olarak coşkuyla takdim ederek, eksiksiz bir “bilimsel düşünce yapısı” ve “sezgisel bir mantık kavrayışı… istatistiksel akıl yürütme, nedensel çıkarım ve oyun teorisine” sahip olduklarını ileri sürüyor.
Bu tabii ki, soylu vahşiyi ele alan masabaşı antropoloğu klişesinin yeniden canlandırılmasıdır. Ancak Jean-Jacques Rousseau’nun aksine bu sefer aborjinler muazzam mantık bilginleri olan “Bayesçiler” rolünü oynuyor. Sosyolojik açıdan bilgili okuyucu hemen fark edecektir ki Pinker literatürden tek bir örnek olayı özenle seçip Gladwellvari bir şekilde büyüterek temel bir antropolojik iddia oluşturmaya çalışıyor. Aynı zamanda, felsefi bir birikime sahip okur, Pinker’ın rasyonelliği insan iradesinin doğuştan gelen bir özelliği olarak doğallaştırma çabasının, mantığın gücünü modern ve daha gelişmiş olduğu varsayılan toplumlara büyük bir gayretle reçete olarak sunma ihtiyacıyla çeliştiğinin farkına varacaktır.
Eğer bilimin ve mantığın resmi olarak dile getirilmesinden öncesine dayanan uygulamaları olan San halkı, harika bir mantıkla düşünen kimselerse, neden bilimsel devrim sonrasında yaşayan modern insanlar bu denli tutarsız irrasyonal varlıklardır? Belki bir Pinker savunucusu, kendisinin de öne sürdüğü şekilde, “Rasyonalite Superman’ın röntgen görüşü gibi kişinin sahip olduğu veya olmadığı bir güç değil, belli durumlarda belli amaçlar doğuran çeşitli bilişsel aygıtlardır” görüşünü ileri sürebilir. Yani, ne gariptir ki, teknolojik-modernite dünyası, avcı-toplayıcı dünyada gerçekleşmeyen bir şekilde, bizim rasyonel yeteneklerimizi kısa devreye sokabilir. Eğer öyleyse, Pinker’ın anlatısında hiç olmazsa derinlemesine araştırılmamış bir paradoks vardır: Daha ileri seviye bir bilim, teknoloji ve Max Weber’in deyimiyle “ussallaştırma” dünyası nasıl olur da bireylerin San halkından çok daha az rasyonel olduğu bir ortama sebep olur?
Rasyonel iradenin temeli olarak amaç odaklı davranış
Ancak Pinker’ın anlatısındaki çelişkiler ikinci bölümde okurlarına rasyonalitenin bir tanımını yapmasıyla daha da artar. Pinker haklı olarak rasyonalitenin yalnızca bir kurallar bütünü olması konseptinden, mesela çelişmezlik ilkesiyle (meşhur “eğer P ise, o halde P’dir”) tatmin olmaz. Nitekim Pinker “rasyonalitenin temeli… kesinlikle mantık olmalıdır” gibi ifadelerde bulunur, ancak bununla birlikte rasyonalitenin amaç odaklı bir irade gerektirdiğini de açıkça ifade eder. Öyle ki, kendi deyişiyle, “rasyonel bir öznenin mutlaka amacı olmalıdır”, yalnızca “bir önermenin mantıksal sonuçlarını ortaya koydu diye bir kişi rasyonel olarak değerlendirilemez”.
İşte Pinker’ın rasyonaliteyi “hedeflere ulaşmak için bilgiyi kullanabilme yeteneği” olarak tanımlamasını sağlayan budur. Bu felsefedeki evrensel rasyonalite tanımından oldukça uzaktır (zaten böyle bir şey de yoktur), ancak bu az çok da olsa Kantçı ve Yeni Aristotelesçi bir fikirle örtüşmektedir: Amaçları veya hedefleri olmayan varlıklar rasyonel hareketler sergilemekten acizdirler çünkü onların hareketleri kişisel olmayan bir mekanizmanın veya nedensel bir olay dizisinin işleyişi şeklinde ortaya çıkacaktır. Bu, teleolojik veya amaç odaklı davranışın rasyonel iradenin temeli olduğu anlamına gelir.
Ancak burada Pinker iki büyük felsefi problemin içine düşüyor. İlk olarak, Aristoteles veya Kant’ın aksine, Pinker birbiriyle çelişen hedefler arasında nasıl akıl yürüteceğimiz hakkında tutarlı bir argüman sunamıyor. Bunun sonucunda kendisinin öne sürdüğü rasyonalite tanımı çok fazla şeyi içine alıyor. Ne de olsa, herhangi bir sayıda amaç veya hedef insan davranışını yönlendirebilir. Pinker’ın bu problemden kurtulmak için sunduğu, amaçların evrimsel psikoloji tarafından doğal bir şekilde bahşedildiği cevabı yalnızca sorunun etrafından dolanmaya yarıyor: “Beyindeki eylemler… doğal seçilim yoluyla tasarlanmıştır” ki bu da “makinenin veya beynin içine işlemiştir, çünkü beynin devresi böyle çalışır”.
Elbette bu çözümle ilgili sorun, insan hayatını oluşturan çelişkili amaçların aynı biyolojik ve genetik yapıda var olmasıdır. Nihai amacımız Tanrıyla mistik bir birleşme veya en fazla toplumsal yararı sağlama veyahut başka bir şey de olsa, insan kültüründe ortaya çıkan pek çok telos (nihai amaç) biyolojik olarak aynı varlıktan ortaya çıkmıştır. Daha da kötüsü, Pinker’ın bu problemi doğal yollara dayandırarak çözmeye çalışması tüm girişimini tutarsızlık tehlikesine sokuyor.
Kısaca bunun sebebi, Pinker’ın Rationality kitabında materyalist, yasa temelli bir metafiziği (kendisi buna “evrenin yasaları” diyor) açıkça savunmasıdır; ancak bu yaklaşım özgürce amaçlar için eyleyen ve onları elde etme yolları hakkında düşünebilen bir özne fikriyle bağdaşmamaktadır. Pinker’ın How the Mind Works (1997) [Zihin Nasıl Çalışır] kitabını okuyanlar hatırlayacaktır, kitabın önemli bir bölümünü işlemsel zihin teorisinin materyalist bir monizm olarak savunmaya ve genetik mekanizma içinde bir özne veya homunkulüs [küçük insan] bulunduğunu savunanları “makinedeki hayalet” anlayışına geri dönmekle eleştirir. Bunun yerine Pinker beynin “cansız sakız makinesi parçalarına” benzediğini belirtir.
Ancak birçok amaç ve hedef hakkında farklı şekillerde düşünebilen amaç odaklı bir varlık, eylemleri mekanistik yasalarla açıklanabilir bir varlık değildir. Teleolojik nedensellik, mekanistik, öncül nedensellikle uyumsuzdur. Eğer insanlar bir dizi mekanistik süreçlere indirgenebilseydi, o zaman normatif, mantıksal veya rasyonel prensiplere ihtiyaç kalmazdı; insan iradesi basitçe, Pinker’ın rasyonalite tanımındaki asgari seviyelere ulaşmadan, deterministik bir biçimde gerçekleşirdi.
Bu yüzden Pinker bir çıkmaza düşüyor. Ya metafizik anlayışını özgür, rasyonel iradeye imkân verecek şekilde gözden geçirmeli ya da materyalist monist görüşünde ısrar etmeli ve insan iradesinin tanımı gereği rasyonel olmadığını savunmalıdır. Bunun yerine Pinker, temel felsefi problemleri görmezden gelerek, Amerikan halkının “yüzde 32’sini” “hayaletlere” inandıkları için azarlıyor. Ancak kendi kitabının tüm şeması insan bedeninin genetik yapısına musallat olan akıl hayaleti üzerine bir meditasyondur.
Rasyonelite menüsünün keyfiliği
Bu sığ ve yarı felsefi bölümden sonra, Pinker’ın kitabı natüralist sosyal bilime özgü formel akıl yürütmeyle birbirini takip eden bir dizi bölümle devam ediyor ve Amerikan akademisinin içindeki ve dışındaki irrasyonalizme karşı polemikle doruk noktasına ulaşıyor. Burada Pinker’ın girişimi için kendi yarattığı koşullar yüzünden bir başka büyük felsefi problemle karşılaşıyoruz: Rasyonel düşünce menüsüne neyin dahil edilip neyin edilmeyeceği hakkında bariz bir tutarsızlık sergileniyor. Pinker buna dair asla bir çerçeve çizmiyor. Tam tersine, kendi tanımına göre bölümler keyfi gibi duruyor, hatta biraz da rastgele (Mesela neden olasılıksal kestirim varken formel müzik teorisi bulunmamaktadır?).
Sonuçta Pinker rasyonaliteyi amaçlar peşinde koşmak için bilgiyi kullanmak olarak tanımlamıştı. Bu bir dereceye kadar yeterli olabilir, ancak sırf tanımın genişliği Pinker tarafından hiç bahsedilmeyen veya insan rasyonelitesi alanları olarak bile ele almadığı birçok etkinliği kapsamalıdır. Mesela eğer rasyonalite basitçe bilgiyi kullanarak amaç odaklı davranışsa neden hermenötik de bir tür rasyonalite değildir? Bir roman okuyucusu ya da bir çizime bakan bir kimsenin de bir hedefi yok mudur ve bilgisini kullanmaz mı? Aynı şekilde, kutsallık elde etmek için veya kafirleri yanlış inançlardan kurtarmak için kutsal kitapları (mesela Kur’an veya İncil) okuyan kişiler de bilgiyi bir hedefe ya da telosa ulaşmak için kullanmazlar mı?
Pinker’ın açıkça ifade etmediği varsayım, olasılık, mantık ve nedensel akıl yürütme gibi oldukça resmi ve matematikselleştirilmiş alanların insan rasyonalitesinin özüne daha yakın gibi duruyor (ancak burada bile insan neden bazı formel akıl yürütme biçimlerinin ele alınıp neden bazılarının ele alınmadığını merak ediyor). Ancak etik ve politika gibi, formelleştirilmeye pek de imkan tanımayan, amaç odaklı davranış alanlarının da insan rasyonalitesinin merkezinde olduğu çünkü bireysel ve kolektif hedefleri düzenleyip organize ettikleri yönünde çok güçlü bir argüman sunulabilir. Bu argümanın bir biçimi, klasik olarak Aristoteles tarafından Nikomakhos’a Etik ve Politika kitaplarında sunulmuştur.
Ne yazık ki, hem etik-politik akıl yürütme hem de hermenötik açısından Pinker’ın ihmalinin tesadüf olduğu söylenemez. Ne de olsa, felsefi olarak, bu iki geniş alan, Pinker’ın rasyonel düşünce idealindeki gibi, formel metotlara veya adımlara indirgenmesi çok zordur. Öyle gözüküyor ki, minimalist, kural temelli rasyonalite anlayışı nihayetinde amaç odaklı davranış unsurundan daha önemli.
Ahlakın temeline dair tutarsızlıklar
Gerçekten Pinker ahlaki amaçların hiç de rasyonel olmadığı yönündeki fikri ima ediyor ve Hume’un şu meşhur cümlesini alıntılıyor: “Parmağımın kaşınmasındansa tüm dünyanın yok olmasını tercih etmenin akılla çelişir bir yanı yoktur.” Bu Humecu görüşe göre rasyonalite tümüyle araçsaldır ve asli hedefler veya amaçlar arasında karar veremez ya da onları oluşturamaz. Etik bir hayatın hedefleri tamamen rastlantısaldır ve akıl sadece biçimsel tutarlılık ve stratejik rasyonalite sunar.
Pinker bu Humecu görüşü desteklemiyor ancak Hume’a bir alternatif uman okuyucunun utanç verici derecede kısa olan “Ahlak” başlıklı bölümü okuması gerekiyor. Burada çok az bir argümanla Pinker lakayt bir biçimde “ahlakı mantığa oturtmak zor değildir” düşüncesini sunuyor (Deme ya! Ne buluş ama!)
Ortaya çıkıyor ki Pinker’a göre “ahlakın temeli” basitçe “Altın Kural”dır ve bu kural Hristiyanlıktan, Budizmden, Hinduizmden ve İslamdan, Immanuel Kant ve John Rawls’ın felsefelerinden alınma büyük ahlaki anlayışlar içerir. Tabii ki Pinker’ın basitçe, felsefe tarihinde oldukça saygın bir yeri olan, bir çeşit Kantçı olduğu fark edilebilir. Fakat, ne yazık ki, böyle bir savunmaya Pinker’ın kendi tutarsızlıkları engel olur.
Gerçekten, Kant ve Rawls’a verdiği destekten birkaç sayfa önce, insan Pinker’ın “‘Y’ye bir değer biçemeyiz’ şeklindeki beyanları” “anlamsız” olarak ilan etmesine şaşırıyor. Dahası, Pinker “insan hayatına dolar cinsinden bir değer biçmek tiksindiricidir ancak aynı zamanda kaçınılmazdır” diyerek ısrar ediyor. Böylesi bir kaba yararcılık felsefi olarak daha saygın hale getirilebilir, ama aynı zamanda rasyonel iradenin insanları kendi başına bir amaç olarak ele almayı içerdiği Kant’ın deontolojik etik anlayışıyla mantıksal olarak uyumsuzdur. Kant, malum olduğu üzere, bunun insanları “fiyatların” ötesinde ve “haysiyete” sahip varlıklar olarak ele almak manasına geldiğini iddia etmiştir, ki bu da Pinker’ın etik görüşleriyle tamamen çelişmektedir. Demek ki, Pinker’ın “anlamsız” olduğunu ilan ettiği şey Kant’ a göre Aklın ahlakiliğinin temel rasyonel ilkelerinden biridir.
Hermenötiğin rasyonalite dışı bırakılması
Pinker’ın etik ve siyaset felsefesini göz ardı etmesi, anlatı üzerine kurulu disiplinlerin rasyonalitesi hakkında söyleyecek hiçbir şeyinin olmamasıyla yakından ilişkilidir. Edebiyat, tarih, din ve diğer beşeri bilimler bariz bir biçimde rasyonellik üzerine yazılmış herhangi bir bölümde yer almazlar. Burada yalnızca Pinker’ın bilimsel akıl yürütmeye duyduğu sevginin, soyut metot veya matematiksel formülasyonlarla yapılandırılmayan akıl yürütme biçimlerine karşı onu körleştirdiğini varsayabiliyorum.
Metinlerin, bir roman veya tarihi bir metnin yorumlanması basitçe biçimsel veya matematiksel bir çözüme kavuşturulamaz. Onun yerine, kimi zaman zor bir iş olan “hermenötik döngü”ye, anlamı veya ifadeleri daha geniş linguistik veya kültürel bağlamlar ışığında aydınlatmaya başvurmak durumunda kalınabilir. Her ne kadar rasyonalitenin bu şekli doğal bilimlerden eski olsa da kesinlikle irrasyonel veya akıl dışı değildir. İyi yorumlamalar ve kötü yorumlamalar vardır. Bu yorumlamalarda farklı türlerdeki bilgiler anlayış hedefiyle bir araya gelirler.
Pinker’ın yorumlayıcı rasyonaliteyi (dolayısıyla sanatı, etiği, tarihi, dini, siyaseti, kültürü, yorumlayıcı sosyal bilimler vb.) göz ardı etmesi oldukça ironiktir, çünkü kendisinin en büyük yeteneği felsefi argümantasyon ya da bilimsel keşif değil, hikâye anlatıcılığıdır. Nihayetinde Rationality kitabını –ve de Pinker külliyatını– çoğu okuyucu için etkili yapan şey onun formel, kavramsal gösterileri değil, anlattığı ısrarlı ve çoğu zaman örtük hikâyedir.
Peki Pinker’ın anlattığı bu hikaye nedir? Toplumumuzda yaygın olan ve çoğu zaman kendilerini “ılımlı” olarak gören liberaller tarafından desteklenen bir meta anlatıdır. Bu, aydınlanmaya doğru uzun bir yürüyüşün hikâyesidir; bilimsel akıl yürütmenin zaferi ve hem Sol’da hem de Sağ’daki irrasyonel aşırılıklarının reddedilmesi yoluyla rasyonel kontrolün ve maddi refaha doğru uzun bir yürüyüşün hikâyesi.
Kitabının sonuna doğru Pinker, “Bizler aydınlanmanın çocuklarıyız” diye ilan eder. Bu çocuklar “teknokrat devleti” benimser ve “mitolojiyi marjinalleştirir”. Pinker’a göre mitoloji hem geleneksel dinin mistik doğaüstücülüğünü hem de Sol siyasetin ütopik görüşlerini kapsar.
Pinker’ın hikayesinde rasyonel, teknokrat ve liberal ılımlılar erdemli ve eleştirilerin hedefinde olan bir azınlıktır. Pınker onları “the WEIRD ones [garip olanlar]: Western, Educated, Industrialized, Rich, Democratic [Batılı, Eğitimli, Sanayileşmiş, Zengin, Demokratik]” diye tanımlar veya en azından “bizim en iyi anlarımızda içimizde yüksek eğitimli olan kimseler” der. Bu WEIRD, rasyonel ılımlı kitle korkunç bir dizi mantıkdışı düşmanla karşı karşıyadır -bu düşmanlar sadece milliyetçi muhafazakârlar ve Trumpçılar değil, aynı zamanda komünistler, postmodernistler ve “Derrida, Foucault, Butler, Marx, Freud, Chomsky” gibi entelektüellerden “seküler İnciller” yaratan ve bu entelektüelleri “bir guru” haline getiren tüm vokçu Solculardır.
Pinker’ın sadık okuyucu kitlesine yönelik dile getirilmemiş mesajı güçlüdür: Rasyonalite bu kitabı alıp okuyan ve kendisinin “gerçeklik zihniyeti” dediği şeyi benimseyen bizlerden başkası değildir. Bu oldukça ironik çünkü sondan bir önceki bölümde Pinker “myside bias” [doğrulama yanlılığı] dediği şeyi ya da kişinin kendi “politik, dini, etnik veya kültürel kabilesinin” doğruluğunu veya soyluluğunu arttıran her türlü sonucu –doğru veya yanlış olsun– desteklemesini eleştirir. Ancak kendisinin son anlatısı, üstü kapalı olarak, insan rasyonalitesini tesadüfen kendisinin de benimsediği kültürel-politik görüşte en üstün idealine ulaşmış bir şekilde konumlandırmaktadır.
Böylelikle Pinker’ın ellerinde “rasyonalite”, her ne kadar insan düşüncesinin zamansız yapılarını ortaya çıkardığını iddia etse de, esasında Soğuk Savaşı sonrası Kuzey Amerika liberalizminin son demlerinin tarihsel bir ürünüdür. Pinker’ın kitabının, şayet mümkünse, en büyük başarısı aklın zaferi değil, dünyada daha fazla Pinker yaratmak olacaktır.1Eserdeki alt başlıklar ve ana alt başlık Türkçe çeviri için tarafımızca eklenmiştir. -ed. n.