Instagram’da Neden Bu Kadar Az Hume Paylaşıyoruz?

İnsan Hume’a Giriş

İyi hayat nedir? Hume’un Kant gibi buyrukları hiç olmadı. Çalışmalar yaptı, yazdı ama ayrıca bilardo oynadı ve misafirlerinin günler sonra bile konuştuğu kelle çorbaları pişirdi.
Okuma listesi
Çeviren:
Aeon
Özgün Başlık:
Hume the humane
15 Ağustos 2018

Sokrates Atina halkı tarafından ölüm cezasına çarptırıldığı için baldıranotu şerbeti içerek öldü. Albert Camus’nün hayatı, yüksek hızla giden bir arabanın bir ağaca çarpmasıyla son buldu. Nietzche işkence gören bir at için yas tuttuktan sonra aklını yitirdi. Geçmiş nesiller trajik sonları sever; bu da Batının yetiştirdiği belki de en büyük filozof olan David Hume ekolünün hiçbir zaman popüler olmayışının nedenlerinden biridir.

65 yaşında mutlu, başarılı ve (o zamanlar için) uzun sayılabilecek hayatının sonunda Hume ölüm döşeğinde yatarken doktoruna şunları söyler: “Varsa, düşmanlarımın isteyebileceği kadar hızlı; en yakın arkadaşlarımın arzu edebileceği kadar kolay ve neşeli bir biçimde ölüyorum.” 25 Ağustos 1776’da büyük ihtimalle karın zarı kanserinden ölmeden üç gün önce, doktoru hâlâ “endişe, sabırsızlık ya da moral bozukluğu yaşamadığını ve eğlenceli kitapların yardımıyla vaktini çok iyi geçirdiğini” söyleyebiliyordu.

Sona yaklaştığında Dr. Black, Hume’un “son ana kadar tamamen aklı başında olduğunu ve acı ya da keder hissetmediğini” belirtmiştir. “En küçük bir sabırsızlık ifadesi bile göstermedi; çevresindeki insanlarla konuşma fırsatı bulduğunda, bunu her zaman sevgi ve şefkatle yaptı… Öylesine mutlu bir ruh dinginliği içinde öldü ki, hiçbir son bundan daha iyi olamazdı.”

Hume hayatı boyunca çoğunlukla tarihçi olarak bilinmiştir. Filozofluk kariyeri ise talihsizce başlamıştır. 26 yaşında yayımlanan yeni bir felsefe sistemi yaratmaya yönelik ilk kapsamlı girişimi İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme (1739-40), daha sonra fazla alçakgönüllü bir şekilde anımsadığı şekliyle, “yobazlar arasında dahi bir söylenti uyandıracak kadar seçkinliğe dahi ulaşamadan” ölü doğmuştur.

Fakat zamanla itibarı en üst seviyeye ulaştı. Birkaç yıl önce binlerce felsefeciye kendilerini hayatta olmayan hangi filozofla özdeştirdikleri soruldu. Aristoteles, Kant ve Wittgenstein’ı geride bırakan Hume, açık ara birinci geldi. Genellikle felsefe için biraz zamanı olan bilim insanları Hume için bir istisna yaparlar. Filozofların “çok zeki olduklarını fakat söyleyecek yararlı bir şeyleri olmadığını” söyleyen biyolog Lewis Wolpert bile Hume’a bir istisna yapmış bir raddede ona “bayıldığını” itiraf etmiştir.

Hâlâ, büyük İskoç, filozofların filozofu olarak kalmaya devam ediyor. Montaigne, Nietzsche, Sokrates, Wittgenstein ve Stoacıların birçoğunun olduğu gibi başarılı popüler bir kitabı olmadı. Hume’un değil, onların sözleri kupaları ve havluları süslüyor, onların yüzleri posterlerde görülüyor. Hume akademik şöhretinden halkın beğenisine geçememiştir.

Bunun böyle olmasının sebepleri tam olarak bunun neden olmadığının da sebepleridir. Hume’un birey ve düşünür olarak güçlü yanları onun entelektüellere satacak bir tür ‘markasının’ olmadığı anlamına gelir. Kısacası, Hume trajik, romantik bir figür değildir; fikirleri kolayca bir ‘hayat felsefesi’ olarak özetlenemiyor ve fanatizmin her türüne duyduğu tiksinti onu, destekçileri arasında bağnazlık uyandıramayacak kadar mantıklı ve ılımlı biri yapmıştır.

Hume’un trajik bir kahraman olmak ve en sonunda karşılaştığı neşeli sonu engellemek için en az iki şansı vardı. 19 yaşındayken ‘öğrenme hastalığı’ olarak bilinen, bugün bizlerin depresyon olarak tanımladığı melankoliye yenik düşmüştü. Fakat yaklaşık 9 ay sonra, bunun bilgeliğin kaçınılmaz sonu olduğunu değil de çalışmalarına çok fazla zaman ayırmasının bir sonucu olduğunu fark etti. Hume sağlıklı bir beden ve ruha sahip olmak için sadece çalışmak değil egzersiz yapmak ve arkadaşların eşliğini de aramanın gerekli olduğunu fark etti. Bunu yapar yapmaz neşesini geri kazandı ve hayatı boyunca bunu büyük oranda sürdürdü.

Bu ona iyi bir hayatın doğası hakkında önemli bir ders verdi. Daha sonra İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma’da (1748) yazdığı gibi: “Zihnin dinlenmeye ihtiyacı var, her zaman dikkat ve çabaya olan eğilimini destekleyemez.” Felsefe önemlidir fakat tek önemli olan şey değildir ve yararlı bir şey olsa da insana fazla gelebilir. “Derin düşünceler ve engin araştırmaları yasaklıyorum” der Hume “ve getirdikleri sonsuz belirsizlikle, sizi içine soktukları derin melankoliyle cezalandırılacağım” diye ekler. “İnsanoğluna en uygun yaşam” oyun, zevk ve eğlencenin yanı sıra “daha yüksek” uğraşlar olarak düşünülen şeylerin de önemli olduğu “karışık bir türdür”. Şöyle öğütlüyordu Hume: “Filozof ol, fakat bütün felsefenizin arasında hâlâ bir insan olarak.”

1770’te Hume’a şehitlik fırsatı da sunulmuştur; yalnız gülünç şartlar altında. Bugün Princes Street Gardens’ın bulunduğu Edinburgh’taki Nor’ Loch, şehrin genişlemesi sebebiyle kurutuluyordu. Hume bir gün buradan geçerken hâlâ kurutulmamış bir bataklığa düştü. Yardım için bağırsa da, ne yazık ki onu duyan kadınlar onu “büyük kâfir” olarak tanıyorlardı ve bu yüzden kurtarmaya yeltenmediler. Hume makul şekilde her Hristiyanın karşısındakinin inancını dikkate almaksızın herkese yardım etmesi gerektiğini belirtti fakat onların İyi Samiriyeli kıssasından aynı şeyi anladıkları söylenemezdi ve orada Hristiyanlığa inanıp duaları ve öğretileri ezberden okumadan onu kurtarmayı reddettiler.

Muhtemelen Sokrates olsa, bunu reddeder ve hakikat uğruna ölürdü. Fakat Hume başkalarının aptallığının onun hayatını erkenden sona erdirmesine izin vermeyecekti bu yüzden her makul insanın yapacağını yaptı; hiçbir sözünü tutma niyeti olmadan isteklerini kabul etti.

Bu konuda Hume, tarihin en büyüğü olma konusunda kendisine rakip olabilecek tek filozofun örneğini takip ediyordu: Aristoteles. İşte erbapların arasında değeri en yüksek olan fakat halkın ilgisini yakalamayı başaramamış bir düşünür daha. (Her ne kadar Edith Hall’ın yeni kitabı Aristotle’s Way (2018) bunu değiştirmeye çalışsa da). Zannımca, Aristoteles’in de şehit rolünü oynamayı reddetmesi tesadüf değildir. Sokrates gibi o da dinsizlik suçlamasıyla ölüme mahkûm edildi. Ayrıca tıpkı Sokrates gibi güvenliği için şehirden kaçma fırsatına sahipti. Sokrates’in aksine o tam da bunu yaptı. Böylece herkes Sokrates’in nasıl öldüğünü bilirken, çok az kişi Aristoteles’in de Hume gibi 60’lı yaşlarında, muhtemelen mide kanserinden öldüğünü bilir.

***

Felsefesinin çekiciliğinin, yazarının hayatının sefilliğiyle doğrudan bağlantılı gibi görünmesi bir şekilde çarpık bir durumdur. Fakat akademik çevre dışında kendini Humecu olarak tanımlayan çok az kişi olmasının tek nedeni bu değildir. Hume’un felsefesi kolay sindirilebilir bir sistem, yaşam için konulmuş kurallar silsilesi değildir. Nitekim Hume en çok üç olumsuz teziyle bilinir.

Birincisi, gerçeklerle ilgili tüm akıl yürütmemizin dayandığı neden-sonuç ilişkisinin gücüne olan inancımız ne gözlemle ne de mantıksal bir çıkarımla haklılandırılamaz. Biz sadece bir şeyin başka bir şeyin ardı sıra geldiğini görürüz: Bir şeyin bir sonucu gerektirmesini sağlayan bir gücü asla gözlemlemeyiz. X’in Y’ye neden olduğu kuralını koymakla tatmin olsak da doğada gözlemlediğimiz tüm düzen geçmişte olduğu için mantık herhangi bir genel nedensellik ilkesi oluşturamaz. Ancak neden-sonuç ilkesinin şimdide ve gelecekte geçerli olduğu varsayılır. Mantıken tümüyle geçmişi ilgilendiren öncüllere dayanarak gelecek hakkında bir gerçeğe varamazsınız: olmuş olan ile olacak olan aynı değildir.

Hume neden ve sonucun gerçek olduğunu inkâr etmedi. Kendi yazılarında sıklıkla yaptığı gibi, gerçekliklerini kabul etmeden ampirik hiçbir olgu hakkında sonuca varamazdık. Ancak mantıksal düşünmenin temel taşının akıl ya da deneyimle ortaya çıkmadığından emindi. Bu felsefi açıdan güçlü bir şeydir fakat ilham verici Instagram alıntılarının esin kaynağı olması zor.

Hume ayrıca tam anlamıyla bir ateist olduğunu söylemese de görüşlerinin dinin birçok yönüne aykırı olmasıyla da bilinir. En meşhuru, bir mucizenin gerçekleştiğine dair kanıtların, asla gerçekleşmediğine dair kanıtlardan her zaman daha zayıf olması sebebiyle mucize iddiasını kabul etmenin asla rasyonel olmayacağını savunmasıdır. Bir mucizeye şahitliğin yanılsama ya da yalan olması mucizenin gerçekleşmesinden çok daha muhtemeldir. Fakat yine de, geleneksel dinin iddiaları hakkında şüphecilik, temelleri sağlam bir pozitif felsefe anlamına gelmiyor.

Hume’un üçüncü kayda değer olumsuz iddiası biraz muğlak olsa da coşkulu bir sloganın avantajına sahiptir. “Akıl, yalnızca tutkuların kölesidir ve öyle de olmalıdır.” Akıl tek başına bize harekete geçmek için hiçbir motivasyon sağlamaz ve kuşkusuz ahlakımızı dayandırabileceğimiz hiçbir ilke sunmaz. Eğer iyiysek, bunun nedeni başkalarının acılarına karşı duygudaşlık ile yaklaşmamızı ve onların esenlikte olma düşüncesinden memnuniyet duymamızı sağlayan temel bir ortaklık hissimiz olmasıdır. Neden iyi olması gerektiğini göremeyen kişi mantıksız değil, kalpsizdir.

Bu ana üç iddianın da gösterdiği gibi Hume’un felsefesi ciddi ölçüde kuşkucudur ve kuşkuculuk getirdiğinden fazlasını götürüyor gibi görünmektedir. Ancak doğru şekilde anlaşıldığında Humecu kuşkuculuk hayata karşı esas tutum olabilir ve olmalıdır da. Hume’un projesinin özü, insan doğasının son derece dürüst bir değerlendirmesinin kuşkucu temelleri üzerine kurulmuştur. İlk felsefesini oluşturma girişiminin adının İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme olması tesadüf değildir. İnsanlık onun ana konusuydu.

Hume gerçekte olduğumuz gibi insanları gösterişten arınmış olarak gördü. Bizler ne geçici olarak ete kemiğe hapsolmuş ölümsüz ruhlarız ne de Descartes’ın kanıtladığını sandığı gibi tamamen madde dışı zihinleriz. İnsanlar, son derece zeki hayvanlar olsa da, yine de hayvanlardır. Hume ayaklarımızı yere bastırmakla kalmayıp bizleri her türlü ebedi özden de mahrum bıraktı. Descartes’ın kendimizin saf, bölünmemiş egolar olarak farkında olduğumuz iddiasına karşı çıkan Hume, iç gözlem yaptığında böyle bir şey bulamadığını savundu. Benlik dediğimiz şey sadece bir dizi algıdır. Kendi içinize bakın, düşünen ‘beni’ bulmaya çalışın ve sadece şu düşünce, şu duyguyu gözlemleyeceksiniz: aklınızda dönüp duran bir melodi, bir dürtü, kafanızda birden beliren bir düşünce.

Hume, ilk olarak erken dönem Budistler tarafından ortaya koyulan bensizlik (anattā)  fikrine yakın bir görüşü yansıtıyordu. Ayrıca beyinde bir kontrol merkezinin bulunmadığını ve benlik duygusunun nerede bulunduğunu bulamayan modern sinirbilim bulgularını öngörmüştü. Bunun yerine beyin sürekli olarak bir dizi paralel süreç yürütüyor. Bilinç için neyin en merkezi olduğu duruma göre değişiyor.

Hume anlığımızın gerçekte ne kadar kusurlu olduğunu kesin bir şekilde göstererek bu yönüyle onun ne kadar sıra dışı olabileceğini gösterdi. Descartes tarafından methedilen türden saf akıl büyük oranda yetersizdi. Kanıtları, kavramların mantıksal olarak birbirleriyle ilişkili olduğu ‘idealar bağıntısı’ ile ilgili ispatlarla sınırlıydı. Yani 2 + 2 = 4’ü kanıtlayabilirsiniz ama bu size doğada dört şeyi bir araya getirdiğinizde, birbirlerini yok edebilecekleri, çoğalabilecekleri veya birleşebilecekleri durumlarda ne olacağı hakkında hiçbir şey söylemez. Kadın bir Papa’nın mantıksal bir çelişki olduğunu gösterebilirsiniz, ancak bu bir kadının Katolik Kilisesi’ni yönetebileceği ihtimalini ortadan kaldırmaz. Mantıktan ziyade deliller, bize Papa Joan hikâyesinin neredeyse tamamen yanlış olduğunu söyler.

‘Akıl yürütmelerimizin’ çoğu neredeyse içgüdüsel olan ‘idealar birlikteliği’nin biraz daha fazlasıdır. Deneyimleyerek öğrenme benzer şeylerin benzer sonuçlar doğurmasını beklediğimiz bir ‘analoji türüdür’. Bu yüzden Hume’un hayvanlara akıl atfetmekte hiçbir sorunu yoktu. Onlar da açıkça deneyim yoluyla birçok şey öğreniyor ve her zaman aynı olayların aynı nedenlerden kaynaklanacağı çıkarımını yapıyorlar. Elbette bu öğrenmenin ‘herhangi bir argüman ya da akıl yürütme süreci’ içermediğini düşünüyoruz. Ancak yine, filozoflar da dahil, insanların çoğu öğrenimi de bunu içermiyor. Bizler öncelikli olarak ‘gelenek ve alışkanlıklar’ tarafından yönlendiriliyoruz.

Humecular bu sebeple etten ve kemikten, zekâ ve içgüdüden, akıl ve tutkudan ibaret varlıklardır. Böylelikle iyi hayat bu özelliklerin her birini sağlayandır. Hume hiçbir zaman açıkça böyle bir hayatın nelerden oluşacağını söylemedi fakat muhtemelen daha iyisini yaptı; kendi örnekliğiyle gösterdi. Çalışmalar yaptı, yazdı ama ayrıca bilardo oynadı ve misafirlerinin günler sonra bile konuştuğu kelle çorbaları pişirdi.

Paranoyak ve narsist Jean-Jacques Rousseau dışında, Hume’u tanıyan herkes onun hakkında övgüyle bahsetmiştir. Hayatının ilerleyen dönemlerinde Paris’te üç yılını geçirdikten sonra le bon David olarak tanınmış ve dostluğu salonistler tarafından aranır olmuştur. Baron d’Holbach onu ‘en azından dostluğuna hak ettiği değeri verdiğimi bildiğim büyük bir adam’ olarak tanımlamıştır. Adam Smith, Hume’un ölüm haberini gazetecisi William Strachan’a iletmek için yazdığı mektupta “Onu her zaman, hem yaşamı boyunca hem de ölümünden sonra, belki de insan doğasının zayıflığının izin verdiği kadar tamamıyla bilge ve erdemli bir insan fikrine yaklaşan biri olarak gördüm” demiştir.

Bu kadar örnek bir hayat yaşadıysa neden daha fazla bu şekilde övülmüyor? Bunun bir sebebi Hume’un iyi kavramının yanında görünüşte cezbedici olmayan bir ahlak felsefesi olmasıdır. Diğer ahlak felsefeleri, kavraması kolay ilkeleri ifade eden coşkulu sloganlara sahiptir. Kant “Öyle bir eyle ki, eyleminin maksimi evrensel bir yasa olsun” diye yazmıştır. Faydacılar Bentham’ın şu dizelerine sahiptir: “Yaratabileceğiniz tüm mutluluğu yaratın; silebileceğiniz tüm acıları silin.” “Komşularınızı kendiniz kadar sevin.” dedi İsa. Hume hiçbir basit ahlak ilkesini tamamıyla savunmadı ve onun için iyi olmanın ne olduğu bile kesin değildi.

Hume için ahlak, başkalarına karşı duyduğumuz bugün empati dediğimiz dostane bir duygu türü olan ‘duygudaşlık’tan başka hiçbir şeyden kaynaklanmaz. Ahlak ilkeleri mantıksal çıkarımlarla elde edilemez ya da evrenin doğasında olan ebedi, ölümsüz ilkeler değillerdir. Başkalarına iyi davranmamızın onların acı çekme ya da esenlik kapasitesini görmekten ve buna göre karşılık vermemizden başka bir sebebi yoktur. Duygudaşlık hissetmeyen biri, mantıksal olarak değil, duygusal olarak noksandır.

Az sayıda insan bu ahlak açıklamasıyla tatmin olmuştur. Birçoğuna göre bu, istiyorsanız başkalarına karşı nazik olmanız gerektiği ve eğer istemiyorsanız söylenecek başka bir şeyin olmadığı bir ilke olarak görünüyor. Bununla birlikte, Hume’un temelde haklı olduğuna ve insan iyiliğinin imkanı konusunda bizi kötümser yapmak bir yana, daha da iyimser yapacağına inanıyorum. Eğer ahlak saf akla dayanıyorsa, tarihteki en ince zekâlıların bile aklın bizden neyi neden talep ettiğini açıklayamadığını göz önünde bulundurursak, ne yapacağımızı anlayacağımıza ve bu konuda ne yapmamız gerektiğini hakkında hemfikir olacağımıza dair nasıl bir umudumuz olabilir? Ve eğer ahlak bir tür insanüstü soyut gerçekliğe dayanıyorsa ahlaki anlaşmazlığa mahkûm oluruz. Ancak eğer ahlak başkalarının çıkarlarını gözetme kapasitesinden başka bir şeyden kaynaklanmıyorsa, bu hepimizin karşılayabileceği bir şeydir.

Hume kanıtlara dikkat edilmesi gerektiğine şiddetle inanan biriydi ve bence deneyim, onun ahlak modelini ana rakiplerinden daha iyi destekliyor. En iyi insanlar ideoloji, ahlak felsefesi ve kuşkusuz mantık tarafından yönlendirilmemişlerdir. Onlar her zaman insani ihtiyaçları karşılamayı inanç ya da doktrinin üzerinde tutmuş insanlar olmuşlardır. Gerçekten de en ağır suçlar meşru bir ahlaki ilkeye inanan insanlar tarafından işlenmiştir. Fizikçi Steven Weinberg, “İyi insanların kötü şeyler yapması için din gerekir” derken yanılıyordu; sıkı sıkı bağlanılan her ideoloji bunu yapar.

Fakat Hume’un erdem timsali olarak görülmemesinin ana sebebinin, birçok medeniyetin kahramanca modellerine uymaması olduğundan şüpheleniyorum. Büyük adamlar (kadınlara ne yazık ki nadiren büyüklük atfedildiğinden)  ya çok güçlü liderler ya da kendini feda eden azizler olmuştur. Müstesna olmak, ister mitlerin güçlü bir tanrısı isterse Hristiyanlık çarmıhında ölen Tanrı olsun, çoğu insandan daha tanrı gibi olmaktır. Hume’un müstesnalığı ise bunun tam tersidir: o çoğu insandan daha çok insandı, ne daha fazla, ne de daha az. Bahsettiği erdemler cüret ya da cesaret gibi aşırı erdemleri değil, cana yakınlık, alçakgönüllülük, ruh cömertliği ve misafirperverlik gibi mütevazı erdemlerdi. Bu söylediklerim kulağa önemsiz gelebilir ama hayatımızı bu gibi erdemleri sürekli ortaya koyarak yaşamamızın ne kadar zor olduğunu bir düşünün.

Böyle bir hayatı takdir etmek zordur çünkü bu inkâr edilemez bir şekilde ayrıcalığa bağlıdır. O kadar çok kişi hayatta kalmak için bile mücadele ediyor, o kadar çok kişi savaş bölgelerinde yaşıyor ki, fedakârca davranışlarıyla başkalarına yardım edenleri övmeyi tercih etmemize şaşmamalı. Ancak Hume’un iyi yaşamı, Aristoteles’inki gibi, tüm bu diğerkâmlığın neye yol açması gerektiğine dikkat çeker. Yoksulluğu, hastalıkları ve savaşları yok etmek istiyoruz, ki insanlar ayağa kalkıp Hume’unki gibi esenlik içinde, üretken hayatlar yaşasınlar. Daha iyi bir dünyada, kahramanlara ihtiyacımız olmazdı.

Kuşkuculuk bu Humecu iyi yaşamın merkezidir. Her şeyi yargılamayı erteleyen ‘aşırı’ Pironcu kuşkuculuk değil, doğamızdaki dogmacılığımızı ortadan kaldıran ‘hafifletilmiş’ bir kuşkuculuk. Hume şu gözlemde bulunurken çağdaş psikolojinin bulgularını öngörüyordu: “İnsanların büyük bir kısmı doğaları gereğince olumlayıcı ve dogmatik olmaya eğilimlidirler ve şeyleri tek taraflı görürken ve herhangi bir karşıt görüş hakkında hiçbir fikirleri yokken karşı düşünceleri barındıranlara karşı hiçbir hoşgörü göstermedikleri gibi kendilerini eğilimli oldukları ilkelere alelacele teslim ederler.” Burada, o zamanlar adı konmamış doğrulama yanlılığını ve güdülenmiş düşünceyi görüyoruz.

Bu temel ılımlılık, bence, Hume’un hiçbir zaman ünlü bir filozof haline gelmemesinin bir diğer nedenidir. O sadece haddinden fazla mantıklıdır. Makuliyet ve denge sıkıcı, coşku ve özgünlük eksikliğinin belirtileri olarak görülür. Hume ‘tutkunlar’ (enthusiasts) olarak tanımladığı kişilere karşı her zaman şüpheci olmuştur ve bu belki de bu kelimenin anlamının bugün açıkça olumlu bir anlama sahip olduğunu gösteriyor. Kelimenin içinde bir şeyin tanrısı olmak anlamına gelen theos’u bulunduran Yunanca entheos‘tan türediğini hatırlamakta fayda var. Hume’un gözünde tutkun biri olmak, insan olduğunu unutmak ve inandıklarından tamamen emin olmak için yeterli akıl ve bilgiye sahip bir tanrıymış gibi davranmaktır.

Hume Tanrıyı ve onun niyetini bildiğimize inandığımızda bu hatanın daha olası olduğunu biliyordu. ‘Of Superstition and Enthusiasm’ (Batıl İnanç ve Coşku)’ (1741) makalesinde ’insan zihninin’ nasıl ‘izah edilemez yükselmeye ve varsayıma’ tabi olduğunu anlatmıştır. Bu ruh halinde, insanlık kendi içinde tanrısal olana sahip olduğunu düşünerek kendini aşar. Bu öyle bir ‘sahte din’ anlayışına yol açar ki, bu dinde “hiçbir dünyevi güzellik ve zevk karşılanamazdır” ve ölümlü ve yok olmaya mahkûm her şey önemsenmeye değer olmadığı için yok olup gitmektedir. Buna karşı en iyi önlem, insanlığımızı tam anlamıyla benimsemek ve bununla birlikte sınırlarımızı tevazuyla kabul etmektir. İnsan rasyonelliğini ve asilliğini fazla yücelten seküler tutkunlar da en az bunun kadar zararlı olan bir tür tanrısız insanlık dini yaratarak aynı hataya düşerler.

***

 

Yakın tarihte Hume’a başvurulacak bir zaman varsa, o da kesinlikle şimdiki zamandır. Halkın iradesini mutlak ve kesinlikle yanılmazmış gibi ileri süren nüfuzlu siyasi popülistler biçimindeki tutkunlar yükselişte. Daha sorunsuz zamanlarda, bizi burjuva rehavetinden kurtarmak için belki bir Nietzsche kullanabilir ya da mükemmel, ebedi formların Platoncu hayallerini sürdürebilirdik. Şimdilerde bu tür felsefi aşırılıklar zararlı teslimiyetlerdir. İyi, istisnai bir akla her zamankinden daha fazla ihtiyaç var.

Bununla birlikte insanların iklim değişikliğini bir aldatmaca veya uzmanların kararlarını komplo olarak görmelerine izin veren yıpratıcı, küresel umursamazlığın yerini alacak doğru türden bir kuşkuculuğa da son derece ihtiyacımız var. Humecu kuşkuculuk kibrin panzehridir, eylemsizliğin reçetesi ya da önyargıya boyun eğmenin bahanesi değildir. Hume’un hafifletilmiş kuşkuculuğu inançlarımızın değerlerinden kuşku duymayı değil, kanıtlara orantılanması gerektiği ilkesine dayanır. Hume iklim değişikliği konusunda kuşkucu olmazdı ama ne olursa olsun bize bir şey olmayacağı yönündeki basit varsayımımıza şüpheyle yaklaşırdı.

Eğer Hume’un davası Humecu terimlerle ortaya konulacaksa, bunun nazikçe ama etkili bir şekilde tartışılması gerekir. Daha da önemlisi, belki de kanıtlanmalıdır. Hume’un savunduğu seküler, makul yaşam tarzının gerçek severleri, din ve batıl inançların histerik bir şekilde kınanmasından ve bilim ve rasyonalitenin gücüne yönelik aşırı iyimser övgülerden kaçınmalıdır. Bunun yerine hiç değilse insani rasyoneliteyi daha fazla olmasa bile en azından insani duygudaşlık kadar savunarak felsefi iddialarımızda tutarlı olmalıyız. Hepsinden önemlisi, öğrenme ve bilgi arayışımızın yiyecek, içecek, dostluk ve oyunun verdiği rahatlatıcı zevklerin önüne geçmesine asla izin vermemeliyiz. Hume, toplumsal hayatta şimdilerde çok nadir olan nazik, makul ve hoş bir yaşam tarzının örneğini vermiştir.

Bunları okudunuz mu?