Günümüzü anlamak ve anlatmak için çokça kavram ortaya atıldı: post-truth çağı, cehalet çağı, yalan çağı, canavarlar çağı, akıl tutulması çağı. Her çağı tanımlayan, onun alametifarikaları vardır. Bu çağa en uyan nitelemeyi bulmaktaysa zorlanıyoruz haliyle. Zira her tanımlama çabası hızla tükenip anlamını yitiriyor. Tıpkı modern zamanları tanımlamak için Marx’ın bir zamanlar dile getirdiği “katı olan her şeyin buharlaşması” gibi. Post-truth bir ara çok modaydı. Yerini çok çabuk hakikat yitimi, yamuk hakikat kavramlarına bıraktı. Her kullandığınız ifadeyi boşa çıkaracak yeni bir eylemler dizisi çıkıyor çünkü karşımıza. Üstelik de bu kadar hıza ve bu kadar hızlı anlam yitimine hepimiz alışmış gibiyiz ve bu alışkanlık karakterlerimizin vazgeçilmez parçası haline gelmiş durumda. Şaşırtması muhakkak olan hiçbir şeye şaşırmamak neredeyse sıradan bir alışkanlık haline geldi. Belki de şaşırılacak bütün davranışlar insan denen canlıya mahsustu da, hümanizm denilen modern felsefi düşünce bizi böylesi bir vehme mecbur bıraktı. Ne de olsa Romalı oyun yazarı Terentius’un iki bin yıl önce dile getirdiği gibi “insanım ben, insana ait hiçbir şey bana yabancı değildir” diyerek şaşırmayı bıraksak iyi olur. Belki de, yine modern felsefi ekoller ve ahlaki normlar insana o denli hayati bir önem atfetti ki, sanki insan kadiri mutlak bir varlık olarak görmeye başladı kendini. Nietzsche’nin “Tanrı öldü” iddiasının temelinde de bu yok muydu? Nietzsche, modern insana atfedilen mutlak iradenin, bir nevi insanı tanrı mertebesine çıkardığını ve bu nedenle asıl ölenin tanrının kendisi değil de tanrı rolü yüklenen insan olduğunu ileri sürüyordu. Günümüzün kendini tanrı zanneden sürü insanını yüz yıldan uzun zaman öncesinden nasıl da iyi tanımlamış değil mi Nietzsche? Bu bağlamda, günümüzün sürü insanının ahlaki normları da buna uygun olarak şekilleniyor gibi. Geçmişten günümüze oluşturulmaya çalışılan meta normlar, tek bir hedefte kilitlenmiş sanki: pragmatizm. Elbette bir ahlaki norm ve meta etik ilkesi olarak bugün ortaya çıkmış değil pragmatizm. Ne var ki bugün, pragmatizm vulgar bir davranış motivasyonu olarak yaygınlaşmış ve günümüze ruhunu vermiş durumda.
İnsanı ahlaki davranmaya yönlendiren motivasyon nedir? Bu soruya muhatap olan birisinin ilk aklına gelen sanırım “ahlaki olan nedir?” sorusu olacaktır. Sanırım bu iki soru irade sahibi olduğu varsayılan insanın bilişsel kâbusudur. Bin yıllardan beri bu sorular üzerine binlerce yeni soru soruldu, bu sorular olgular ve olaylar üzerinden sınandı, bu sınamalar üzerinden meta ahlak ve etik teoriler geliştirilmeye çalışıldı, bu ahlaki yargılara dayanarak hukuki normlar, kurallar, yasalar oluşturuldu. İnsanın doğası gereği dayanışmacı, ahlaklı ve vicdanlı olduğu ama içinde yaşadığı koşulların onu dayanışmadan, ahlaktan ve vicdandan uzak hale getirebildiğine dair teorilere karşılık, insanın doğası gereği kötücül olduğuna yönelik düşünceler öne sürüldü. Her iki yaklaşımı da çürütecek binlerce örnek bulmak mümkün. Tarih akıldan, ahlaktan ve vicdandan yoksun liderlerin yol açtığı yıkım ve kıyımları da gördü, dayanışma ve karşılıklı yardımlaşmaya dayalı toplumsal yapılar kurmuş toplulukları da.
Bütün bu sorgulamaları yapmaya zorlayan temel motivasyon sanırım insanın ölümlü olduğunun bilincinde olan tek varlık olması. Ölümle başa çıkma çabası insanı genellikle bencil olmaya itiyor, diğerkâm olmaya iteceğini varsaymamız daha olasıyken. Oysa insan, bir gün öleceğini bildiği için, nihayetinde arkasında bırakacağı hatıraların iyi olmasını, yani iyi anılmasını bekler. Geride kalan ve bir gün aynı akıbetin onları da beklediğinin bal gibi bilincinde olan diğer insanların onu iyi hatırlamasını ister. Ne var ki, bu beklenti insanı “iyi” olmayı becerebilmesine yetmez. Ayrıca “iyi” olmak tam olarak ne demektir? Siz, tüm ailenizin ihtiyaçlarını eksiksiz yerine getiren bir baba olarak iyi olabilirsiniz, ancak göreviniz gereği (ya da göreviniz sizi zorladı diye) mahkûmlara hiç çekinmeden işkence eden bir güvenlik görevlisiyseniz, kime göre “iyi” kime göre “kötü” olacaksınız? Bir devlet başkanı, sırf size karşı muhabbet besliyor ve size güveniyor olduğu için, sizi hakkınız olmayan makamlara atadı diye o devlet başkanı size göre iyi olabilir değil mi? Ancak o devlet başkanı, binlerce insanın hayatını karartan kararnamelerin altına imza attığı zaman sizin nazarınızdaki bu iyilik, neye göre değerlendirilmeli? Bu son derece naif ve insani sorular-sorgulamalar, bazılarına göre reel politik gerçekler karşısında fazlaca anlamsız görülebilir. Ancak reel politik gerçekler, hayatın naif sorgulamaları karşısında üstün hale gelirse hayatın ne anlamı kalır? Bu durumda, yaşamla ölüm arasındaki ince çizgiyi ahlaki açıdan kim çizebilir?
Çağdaş Fransız filozof Alain Badiou, ahlaki seçimin son kertede insanı ölüm karşısında büyüleyen bir işlevi olduğuna dikkat çeker. Nihayetinde kanunların dayatmadığı ve en nihayet ihtiyari bir seçim yapmayı gerektirir ahlak ve bu ahlakilik bir yandan da tam da seçimin iradiliğinden dolayı kibirli konuma yerleştirir insanı. İşte tam bu nedenle Kant’ın “koşulsuz buyruğu”, insan eylemlerinin temelindeki kibri ortadan kaldırmak için ortaya atılır. Ne var ki, bu da bir kibir göstergesi olarak görülebilir. Etik konusunun mutlulukla ilişkisini daha iyi anlamak için Badiou’ya bir alıntıyla kulak verelim:1Alain Badiou (2003), Etik, Kötülük Kavrayışı Üzerine Bir Deneme, çev. Tuncay Birkan, İstanbul: Metis, s. 47.
Etik, İnsan’ı Kötü-olmayanla ve dolayısıyla “mutluluk” ve yaşamla tanımladığı için, ölüm karşısında hem büyülenir hem de onu düşünceye kaydetmeyi beceremez. Bu ödün sonucunda, ölümün kendisi, mümkün olduğunca gizli bir seyirlik gösteri haline, salt bir yok oluş haline dönüştürülür; böylece yaşayanlar kendinden memnun cehalete dayalı kuruntulu alışkanlıklarının ölüm tarafından bozulmayacağını umma hakkını korurlar. Nitekim etik söylem hem kadercidir hem de kararlı bir biçimde gayri trajiktir: Ölümü “kendi haline bırakır”, onun karşısına bir direnişin Ölümsüzünü çıkarmaz.
Badiou’dan yaptığımız alıntıda geçen “böylece yaşayanlar kendinden memnun cehalete dayalı kuruntulu alışkanlıklarının ölüm tarafından bozulmayacağını umma hakkını korurlar” cümlesi günümüzün küresel etik normu haline gelmiş olan ultra pragmatizmini en sarih haliyle özetler. Nedir pragmatizm ve hangi tarihsel, felsefi ve düşünsel köklerden neşet eder? Bazılarına göre Antik Yunan filozoflarından Epikuros’a, hatta Aristoteles’e kadar götürmek mümkündür pragmatizmin köklerini. Sahiden de modern çağdaki öncüllerinde de karşımıza çıkan ve pragmatizmi bir ahlaki norm olarak tanımlayan en önemli sözcük olan “mutluluk” kavramına Aristoteles’in Nikomakhos’a Etik ve Eudomos’a Etik kitaplarında sıkça rastlarız. Nikomakhos’a Etik, başlı başına davranışlar ve değerler konusunda uçlardan kaçınarak nasıl mutlu olunabileceğinin reçetesini sunar bize. Bir anlamda kişinin “ortalama” mutluluğu bir ahlaki ölçü olarak karşımıza çıkar Aristoteles’te. Ortalama önemlidir; zira ister olumlu isterse olumsuz duygu ve davranışlar uçlara gidildiği zaman insanın bizatihi mutsuzluk ve dolayısıyla gayri ahlakilik ölçütü olarak tanımlanır. Ancak günümüzün ultra pragmatizmine ruhunu veren anlamı Jeremy Bentham’ın faydacılık (utilitarianism) ile başlayıp John Stuart Mill’in erekselci (teleolojik) yaklaşımıyla gelişen, Amerikan düşünürleri William James ve Charles Peirce ile nihayet pragmatizm adıyla şahikasına ulaşır. Amaca giden her yolun mubah sayılabileceğini varsayan bir anlam kazanarak hem kapitalizmde hem de sıradan insanın güvenceden arındırılmış haliyle var olabildiği kuraldan yoksun neoliberal toplumunda yaygın bir meta etik norm olarak yerleşmiştir. Pragmatizmi bir ahlaki-etik norm olarak kısaca özetleyecek olsak, sanırım John Stuart Mill’in Faydacılık kitabında geçen şu cümleler yeterli olacaktır:2John Stuart Mill (2017), Faydacılık, çev. Gökhan Mürteza, İstanbul: Pinhan Yayıncılık, s. 30.
Faydayı ya da En Yüksek Düzeyde Mutluluk İlkesini ahlakın temeli olarak kabul eden öğreti, eylemlerin mutluluğa katkıda bulunma eğiliminde olması ölçüsünde doğru olduklarını, mutluluğun tersini yaratma eğiliminde olduklarında ise yanlış olduklarını savunur. Mutluluk ile bahsedilen şey hazdır ve acının olmamasıdır; mutsuzlukla ise acıdan ve hazzın yokluğundan bahsedilmektedir.
John Stuart Mill’in Bentham’dan ilhamla fayda, çağdaş Amerikan düşünürlerinin pragma olarak tanımladıkları kavramın ilk elden muhatabı kuşkusuz bireydir. Birey mutlu olacak ki, buradan bir toplumsal fayda ya da pragma çıksın. William James pragmatisti tarif ederken, onun alametifarikasını olgulara ve somutluğa bağlı kalması şeklinde tarif eder. Zira bir rasyonalist dahi olsa, olgulara ve somutluğa bağlı olmayan birisi ona göre tamamen bir soyutlamacıdır, soyutlamacıysa somutluk karşısında ürpertiye kapılır ve solgun ve hayaletvari olanı tercih eder, yani aslına bakarsanız ütopik olanı.3William James (2015), Pragmatizm, çev. Tahir Karakaş İstanbul: İletişim Yayınları, s. 74. Burada eleştiri konusu olan, bireyin faydası ve mutluluğu yerine toplumsal mutluluğu önceleyen toplumcu kişidir. Oysa liberalizme ilham veren faydacılık/pragmatizmin bireyin mutluluğunu önceleyen bakış açısı da bir varsayım, hatta bir soyutlamadan ibarettir. Birisinin mutluluk kaynağı olan eylemin bir başkasının mutsuzluk kaynağı olabileceğine dair eleştirileri bir anlamda görmezden gelip, liberal özgürlüğü bir azami mutluluk, asgari acı, azami haz, asgari çile idealine bağlamıştır.
Mutluluk kaynağı olabilecek eylemler arasında nispi bir hiyerarşi kurarak bu çelişkiyi aşmaya çalışan John Stuart Mill’in “Mutlu bir domuz olmaktansa, mutsuz bir insan olmak yeğdir; mutsuz bir Sokrates olmak da mutlu bir aptal olmaktan iyidir”4John Stuart Mill (2017), Faydacılık, çev. Gökhan Mürteza, İstanbul: Pinhan Yayıncılık, s. 34. sözü hep örnek verilir. Ne var ki bu söz de yine bir soyutlamadan ibarettir ve bireysel mutluluktan toplumsal bir mutluluk çıkacağına dair vaade sağlam bir temel oluşturmaz. Bu meyanda pragmatizmin bize vaat ettiği tek şey bireysel kurtuluş ve negatif özgürlük tahayyülüdür. Eşitlikçi, adil, katılımcı ve sahici bir özgür seçimi mümkün kılan bir toplumsal tahayyül yerine, özgürlükleri kısıtlayan despotik yönetimin devrildiği, ama “özgür” bireyin tamamen bireysel çabasına dayanan seçimlerini kıyasıya bir rekabet içinde yaparak maksimum mutluluğa erişmeye çabaladığı eşitsiz bir toplumdur vaat ettikleri. Bu vaat, bir işçi çocuğunun eğitime erişme şansı ile bir soylu ya da burjuva çocuğunun eğitime erişme şansının eşit olduğunu varsayar. Bu varsayımın da bir soyutlamadan ibaret olduğu bir pragmatistin aklına gelmez. Ne de olsa, azami faydayı gözeten sözde özgür birey, çalışarak ve çabalayarak olması gereken yere ulaşabilir. Bu mutluluk fetişizmi, acı çekme, eleştirilme, karşıtıyla karşılaşma gibi olumsuzluklardan korkma duygusunun da eşlik ettiği şekilde günümüz neoliberal performans toplumunun dinamosu gibidir. Byung-Chul Han’ın işaret ettiği gibi bu acıdan korkma ve mutluluğa koşma arasında kurulan dikatominin tarihsel kökeni bana kalırsa pragmatizmde yatar. Zira pragmatizm, modern bireyin özgürlük ufkunu, ahlaki norm perspektifini acıdan kaçınma mutluluğa koşma şeklinde tanımlamıştır. Bu ikilik, günümüzün giderek daha da apolitik hale gelen bireyinin temel davranış örüntüsü haline gelmiştir:5Byung-Chul Han (2022), Palyatif Toplum: Günümüzde Acı, Çev. Haluk Barışcan, İstanbul: Metis Yayınları, s. 14.
Günümüzdeki algofobinin6Acıdan kaçma, her türlü acı verebilecek şeyden uzaklaşma, kısaca acı korkusu. temelinde bir paradigma değişimi yatar. İçinde yaşadığımız toplum her tür olumsuzluktan kurtulmaya çalışan bir olumluluk toplumudur. Acıysa olumsuzluğun ta kendisidir. Psikoloji de bu paradigma değişimini izleyerek “acı çekme psikolojisi” şeklindeki negatif psikolojiyi terk ederek sıhhat, mutluluk ve iyimserlikle ilgilenen “pozitif psikoloji”ye yönelmiştir. Olumsuz düşüncelerden uzak durulması gerekir. Bunların yerine derhal olumlu düşünceler konmalıdır. Pozitif psikoloji acıyı bile performans mantığına tabi kılar. Neoliberal dayanıklılık ideolojisi travmatik deneyimleri performans artışı için katalizör haline getirir. Hatta travma sonrası büyüme gündeme getirilir. Ruhsal bir ağırlık antrenmanı olarak dayanıklılık çalışması, insanları acıya olabildiğince duyarsız, daima mutlu bir performans öznesi olarak şekillendirmeyi amaçlar.
Byung-Chul Han’ın tarif ettiği olumluluk toplumunu tamamen bireysel çaba ve başarı örnekleri üzerinden değerlendirmek gerekir. Zira günümüzün muhafazakâr popülist liderlerinin sürekli altını çizdiği ve işaret ettiği “dış düşmanlar, göçmenler, mülteciler, iç düşmanlar” bu bireysel olarak yüklenen olumluluk idealiyle çelişiyor gibi görünebilir. Bu çelişki gibi görünen retorik düzeydeki olumsuz çağrışım ve işaretlemelerle, mutluluk idealini fetişleştirmesi tavsiye edilen günümüz bireyine, “öncelik kendi mutluluğun, senin mutluluğunun bozulmasının müsebbibinin kim olduğuna ancak biz karar veririz, bizim işaret ettiğimiz müsebbipler dışında bir hedef ararsan huzurun bozulur, sen gücünün ve hükmünün geçeceği hedeflere yönel!” denilerek hedef şaşırtılmaktadır. Misal idari, toplumsal, siyasi ve ekonomik yapısı darmadağın olmuş/edilmiş bir ülkede, yani Suriye’de idareyi bir şekilde ele geçirmiş olan grubun lideri hâlâ uluslararası düzeyde aranan ve başına ödül konulmuş bir terörist olabilir. Ancak günümüzün pragmatik ahlaki anlayışına göre, önemli olan karşılıklı elde edilecek kazançlardır. Bu nedenle idareyi ele geçiren bu grubun savunduğu evrensel insan haklarına uygun olmayan idealleri bir yana bırakılıp bunlarla müzakereye girilebilir. Bunların yaptığı ve yapması muhtemel katliam ve soykırımlar, bir yana bırakılıp bu müzakereden elde edilecek sonuçlara/ereklere (telos) bakılır. Buradaki ahlaki seçim, seçimden elde edilecek bir maksimum mutluluğa indirgendiği andan itibaren, seçimin yol açtığı bütün acılar ve olumsuzluklar parantez içine alınabilir ve hatta alınmalıdır! Keza, yine neredeyse muktedir konumdaki tüm dünyanın desteğini arkasına alarak tüm askeri gücünü bir devletten dahi yoksun Filistin halkının üstüne boca ederek korkunç bir katliam hatta soykırım yapan bir devletin eyleminin sonuçlarını da olumluluk perspektifinden değerlendirmek neredeyse mecburi olarak sunulabilir. Burada önemli olan bir zamanlar soykırıma uğramış bir etnik grubun mutluluğudur. Bu mutluluğa yol açan eylemin yol açtığı mutsuzluk ve olumsuzluk yine parantez içine alınabilir ve görmezden gelinebilir. Ne de olsa bu eylemle milyonlarca sıradan ve sivil insanın mutsuz olmasına ve hatta katledilmesine yol açılmasına değil asıl olarak mutluluğa odaklanmak gerekir. Katliama uğrayan insanların acılarına üzülmek beyhudedir, zira bu insanlar sıradan bir al-ver ilişkisinin, rasyonel ve pragmatik bir müzakere sürecinin atıklarıdır sadece. Çünkü bu kişilerin acılarına üzülmek, bu acılara maruz kalmayan insanlar açısından bir kazanca yol açmaz, hatta Badiou’nun ölüm hakkında dile getirdiği gibi “yaşayanların kendinden memnun cehalete dayalı kuruntulu alışkanlıklarının ölüm tarafından bozulmayacağını umma hakkının” gereğidir zaten. Bu katliam coğrafyasından uzakta yaşayanlar, asla bir gün kendilerinin de başına böyle bir durum gelmeyeceğinden emin olma hakkına yaslanarak olumluluk tahakkümüne teslim olurlar ve gül gibi yaşayıp giderler.
Günümüzün palyatif toplumu performans toplumuyla örtüşür bir yandan da. Misal barışı, demokrasiyi, hukuku kiminle müzakere edeceğinin pek bir önemi kalmaz. Performatif özne, aynı zamanda gücü elinde bulunduran ve ne pahasına olursa olsun sizi müzakere masasına oturtabilen makbul öznedir. Bu öznenin size ne yaptığı, ne acılar çektirdiği ve daha ne acılar çektirebileceği değil, yapabilirliğidir ön plana çıkan. Acıların üstü örtülebilir ve en iyi ihtimalle bir müsekkinle dindirilebilir. Size bir el uzatıldıysa ve performatif öznenin olası başka performanslarına koşar adım gidebilmesi karşılığında size barış vaat ediliyorsa hazır tava gelmişken bu eli havada bırakmamak gerekir. Zira Han’ın da işaret ettiği gibi “Yapabilmenin hüküm sürdüğü aktif toplumda acı çekmenin pasifliğine yer yoktur. Günümüzde acı kendini ifade edebilme imkânlarından tümüyle mahrum bırakılmıştır. Sesini kesmeye mahkûm edilmiştir. Palyatif toplum acının canlanarak bir çile haline gelmesine, dillenmesine izin vermez.”7Byung-Chul Han (2022), Palyatif Toplum: Günümüzde Acı, Çev. Haluk Barışcan, İstanbul: Metis Yayınları, s. 15. Zira çileler zaten çoktan çekilmiştir ve devir mutlu mesut ne pahasına olursa olsun yaşamayı dayatır size. Kürt siyasetinin bir nevi “kan içip kızılcık şerbeti” içercesine adı dahi konulamayan bir sözde “barış” sürecine mecbur bırakılması ve kayyımlar gibi “olumsuzlukları” parantez içine alması, olumluluğun tahakkümünün ve pragmanın gereğidir.
Öyle bir çağın içine düşmüş durumdayız ki, sağından soluna, zaliminden mazlumuna, radikalinden konformistine, marjinalinden muhafazakârına herkes bir pragmatizm çukuruna düşmüş ve bu çukurun içinde mutlu mesut yaşamaya devam ediyor. İşin garip tarafı, hiç kimse halinden memnun değil, herkes olan bitenden şikâyetçi, ama bu çukurun verdiği güven ve konfora da çoğunluk alışmış şekilde yaşayıp gidiyor. Olumluluk ve mutluluk kaygısı o kadar ön planda ki, pek çok kimse içinde bulunduğu durumun vahametini eleştirerek suyu bulandırmaya da niyetlenmiyor. Niyetlenenlere de ya enayi ya da koşulların farkında olmayan saf gözüyle bakılıyor. Misal kendini gazeteci sanan bir haber sunucusu, yapılan bütün hukuksuzlukların meşrulaştırılması için neredeyse tetikçi olarak işlev gördüğü ortaya çıkan bir bilirkişi hakkında haber yaptığı için gözaltına alınan gazeteciyi “içinde bulunduğu koşulların ayırdında olmamakla”, yani reel politik gerçeklerin farkında olmamakla suçlayabiliyor.8https://www.gazeteduvar.com.tr/fatih-portakalin-baris-pehlivan-yorumuna-tepki-haber-1753044 (Erişim tarihi: 28/01/2025). Gerçekleri haykıranlara, sosyal medyada muktediri eleştirenlere yöneltilen o anonim hale gelmiş “Silivri soğuktur” sarkastik hatırlatmasından/uyarısından farkı yoktur bu suçlamanın elbette. Bütün bu olumluluk ve mutluluk yanılsamasının verdiği konfordan kurtulmanın en iyi yolu, zaten “ağzımızın tadı bozukken”, “ağzımızın tadı bozulmasın” diyenlere kulak tıkayarak, haykırmaktan geçiyor. Bizi hükmümüzün geçeceği yanlış hedeflere yönlendiren muktedirlerin iktidarlarının aslında bir üflemelik bir hükmünün olduğunun ayırdına vararak çekilecek çilelere ve acılara hazır olmaktan geçiyor içinde yaşadığımız çukurdan çıkmanın yolu. Böylece aslında bir ağacın kökleri gibi hepimizin birbirimize sıkı sıkıya bağlı olduğumuzun, tek başına kurtuluş ve mutluluğun bizi ilanihaye huzura erdiremeyeceğinin ayırdına varmamız gerekiyor.