Michel Serres’in deyimiyle ‘büyük anlatı’, Büyük Patlamanın yankılarından insan türünün varoluşuna dek uzanan 13 milyar yılı aşkın bir süredir devam eden bir süreci anlatıyor. Bugün bu anlatının, insanın evrenle arasındaki bağı sorgulamasına ilişkin köklü bir kriz yaşadığı kritik bir dönüm noktasındayız. Homo sapiens neden ‘evrensel kriz’ ile karşı karşıya ve bu krizden nasıl çıkabiliriz? Bilim felsefesinin ışığında Michel Serres bu sorulara yanıt veriyor.
Evren içindeki konumumuz değişti mi?
Elbette öyle çünkü bunun çok basit bir sebebi var: Önceki kuşakların bir bilgini için zaman ufku sadece birkaç bin yılla sınırlıydı. Fakat bugün, Evrenin yaşı yaklaşık olarak 15 milyar, Dünyanın 4,6 milyar yıl, yaşamın ortaya çıkışı biraz daha yakın bir tarihte ve homo sapiens yalnızca birkaç on bin yıl önce ortaya çıktı. Benim deyimimle bu ‘büyük anlatı’ aynı anda hem Evrenin, hem Dünyanın, hem yaşamın hem de insanlık tarihinin ortak bir anlatısıdır. Bu anlatı sayesinde artık Evrenin, Dünyanın ve insan türünün ortaya çıkışıyla ilgili zaman çerçevesini netleştirebilmemiz mümkün. Fakat bilim insanları bu değişimi hızla kavrarken, edebiyat dünyasında aynı tutumu görmek söz konusu değil.
Öyleyse ‘büyük anlatı’ için çağımızın şiiri diyebilir miyiz?
Kesinlikle öyle, üstelik mükemmel nitelikleri olan bir şiir. Sekiz yaşındaki bir çocuğa birkaç dakika içinde anlatabilirim ama daha derine indiğimizde sadece bilim insanlarının keşfedip anlayabileceği incelikleri olduğunu görürüz. Aslında bu anlatı son derece edebi bir yapıya ve tıpkı Tenten gibi 7’den 70’e her kesime hitap eden bir niteliğe sahip.
Peki bu bir kozmogoni mi yoksa kozmoloji mi?
Bu bir -goni meselesi, -loji değil. Antik çağda Stoacılar ve Aristoteles, evreni açıklarken loji’ler aracılığıyla kozmosa dair söylemler ve mekânsal tasvirler betimliyorlardı. Oysa biz bugün bir -goni içerisindeyiz ve bir dönüşümün parçasıyız. Kozmolojinin evren üzerine kavramsal açıklamalar yapan, kozmogoninin de tüm bu dönüşümleri kapsayan bir anlatı olduğunu ayırt etmeliyiz. 1960’lar ve 70’lerde bazı filozoflar artık anlatacak büyük hikâyelerin kalmadığını öne sürdükleri için ben de ‘büyük anlatı’ adını bu yüzden kullandım. Jean François Lyotard ve diğer pek çok filozof, ideolojilerin çöküşünü, insanlığı geçmişten geleceğe taşıyan büyük mitlerin sonunun işareti olarak gördüler. Ancak bunun çelişkili bir yorum olduğunu düşünüyorum çünkü tam da o dönemde insanlık tarihindeki en uzun, en büyüleyici ve şüphesiz en gerçekçi büyük anlatının ilk kez doğduğu andı, çünkü bu kez anlatıyı oluşturan şey bilimlerdi. Aslında, büyük anlatı terimini kullanmam biraz da onların bu durumu fark edememesine dair kullandığım ince bir mizahın ifadesiydi! Daha geniş bir çerçevede ele alırsak filozofların görüşüne göre, Evren giderek insandan bağımsız bir hâle geldi ve onların insanın evrenle olan ilişkisine dair ilgileri kalmadı. Ben bu duruma akoszmizm adını verdim: evrenin inkârı. Onların, ahlaki yasaların tıpkı yıldızlı gökyüzü gibi kalbe kazındığını açıklayan Kant’ı yeniden okumalarını öneririm. Dikkat etmeniz gereken diğer şey Kant’ın üç Kritik eserini yazmadan önce döneminin en önemli gökbilimcilerinden biri olmasıdır. O evreni bizzat düşünerek deneyimleyen, Antik Yunan’dan sonra bengi dönüş teorisine şekil veren ve tutarlı bir kozmik bakış açısına sahip olan birisiydi. Ayrıca şimdiye kadar, onun ünlü Evrensel Doğa Tarihi ve Gökler Kuramı eserine denk bir çalışma ortaya koyabilmiş tek bir filozof bile göremiyorum.
Bir filozofu gerçek bir filozof yapan şey evren üzerine düşünmesi midir?
Bu konuda genelde kesin yargılara varmaktan kaçınırım ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki evrenle bağı olan bir filozof kesinlikle felsefesini çok daha derinleştirir…
Akozmizmi daha iyi anlayabilmemiz için örnek verebilir misiniz?
Tabii ki, bunu anlamak için ilk önce “arzu” (désir) kelimesine yolculuk edelim. ‘Bir kişiyi veya bir nesneyi arzuluyorum’ dediğimizde aslında evrene değiniriz, çünkü sidereal, Latincede sidere kökünden gelir ve yıldızlardan bize gelenlere gönderim yapar. Arzu, etimolojik olarak yıldızlara atıfta bulunur. İşte bu bağlantıyı unutmak, akozmizmin en iyi örneklerinden biridir. Günümüzde arzu daha çok bilinç dışıyla ilişkilendiriliyor ama bana göre kulağa geliş şekli daha çok evreni anımsatıyor. Aynı şekilde “felaket” anlamına gelen ‘désastre’ kelimesini inceleyelim. ‘Bu bir felaket’ dediğimizde, yıldızların uyumsuzluğundan kaynaklanan bir düzensizliği kastederiz. Dilin evrenle ilişkimizden nasıl izler taşıdığına daha çok dikkat etmeliyiz. Bir diğer ilginç örnek ise ‘kozmetik’ terimidir: makyaj ve rimel gibi araçlarla bedende bir ahenk sağlanmasını ifade eder; aynı zamanda tıpkı bir ressamın muhteşem bir şekilde kompozisyon yaratması gibi bu kavram da evrenin ahengine doğrudan bir gönderme yapar.
Sizce ışık kirliliğine dikkat çekmek için her yıl Paris’te düzenlenen ‘Jour de la Nuit’ etkinliği akoszmizme karşı bir farkındalık hareketi olarak değerlendirilebilir mi?
Kesinlikle öyle. 1820’de dünya nüfusunun yalnızca %8’i şehirlerde yaşıyordu ve henüz elektrik icat edilmemişti ama en azından yıldızlı bir gökyüzüne sahiplerdi. Bugün ise yapay ışıklar, yıldızların ışıltılı görüntüsünü gizliyor. Dolayısıyla bu durum evrene olan bakış açımızı derin bir şekilde değiştiriyor. Ben kendi evimde olabildiğince az ışık kullanarak bu duruma müdahale etmeye çalışıyorum çünkü bu sayede bütün bedensel algılarımı harekete geçiren doğal duyumu koruyabiliyorum. Bu sayede, tıpkı bir görme engelli gibi dünyayı dokunarak ve hissederek algılamak, insanın çevresiyle daha derin bir bağ kurmasını sağlıyor.
Neden dünyayı bir “sistem” olarak değil de bir “peyzaj” olarak tanımlamayı tercih ediyorsunuz?
Antik Yunan kozmolojisinde evren düzenli ve uyumlu bir yapıya sahipti. Ancak bugün, özellikle 20. yüzyılın başından itibaren bu algı değişti ve olumsallık kavramı evren anlayışımızın merkezine yerleşti. Bugün astrofizikçilerin incelediği gök cisimleri bir uyum ve düzenin aksine oldukça farklı ve düzensiz bir yapıya sahiptir: Kara delikler, gama patlamaları, nötron yıldızları, kuasarlar gibi… Eski çağlarda bile takımyıldızlara verilen isimler bu çeşitliliği yansıtıyordu; insan figürlerinden hayvanlara, hatta mutfak eşyalarına kadar uzanan bir yelpaze vardı. Ben de evreni katı bir sistem olarak tanımlamak yerine, geri döndürülemez bir zaman akışına sahip bir yapı olarak gördüğüm için peyzaj kavramını kullanmayı tercih ettim. Ancak bazen de ‘peyzaj’ kavramını kullandığım bu yapıda düzenli yapıdan ziyade çeşitli ögeler içeren ve kimi zaman da bu karmaşada bir uyum sağlayan ögeler bulunuyor. Çünkü düzensizliğin içinde bulunan güzellik, düzenin içindeki güzellikten farklı bir derinliğe sahiptir.
Sizin evrene yönelik algınızdaki etkiler nedir?
Benim evrenle olan ilişkim sekstant çağında yaşamış olmamla şekillendi çünkü denizcilik yaptığım yıllarda yıldızların yüksekliğini ufka göre ölçerdik ve yolculuğumuzun yönünü bu şekilde belirlerdik. Eğer gökyüzü tamamen kapalıysa, bulutlar arasından görünen tek bir yıldız bile olsa, onun hangi yıldız olduğunu bilmek zorundaydık. Gökyüzünün haritasını, tıpkı sizin metro hatlarını bildiğiniz gibi ezbere bilirdik. Hatta bir bakıma, takımyıldızları bizim için bir yuva sayılırdı. Aynı şekilde köylüler de hava olaylarını; donu, doluyu, gökyüzünün değişimlerini biz denizciler gibi ince bir hassasiyetle takip ederlerdi. Çünkü hem denizciliğin hem de çiftçiliğin özü, evrene kulak vermekten geçiyordu. Bugün ise denizciler yönlerini GPS ile buluyor ve çiftçi nüfusu gün geçtikçe azalıyor. Oysa 20. yüzyılın başlarında nüfusun büyük bir kısmı doğrudan veya dolaylı olarak tarım ve hayvancılıkla uğraşıyordu. Bugün bu oran %3’ün bile altında kalıyor. Neolitik Çağdan beri insan tarımla var oldu, insan yaşamının temel modeli tarıma dayanıyordu. Fakat şimdi, bir zamanlar insanlığın temel dayanağı olan bu yaşam biçimi neredeyse yok oluyor. Tarih öncesinde başlamış bir çağın sona erişine tanık olmak: bu belki de şimdiye kadar yaşadığımız en büyük tarihî olaylardan biri. Üstelik, 1800 yılında şehirlerde yaşayan insanların oranı yalnızca %3 iken, 21. yüzyılın başlarında bu oranın %50’yi aştığını düşünürsek, Dünyayı artık eskisi gibi algılayamayız. İnsanların büyük bir kısmı kendi toprağından uzaklaştıkça, dünyayla kurdukları ilişki de kaçınılmaz olarak değişiyor.
Evrene yönelik yeni değerlendirmelerimiz, dünyadaki yaşama biçimimizi de değiştirebilir mi?
Bence evet. Akozmizm sadece soyut bir kavram olarak değil aynı zamanda gündelik yaşam pratiklerimizi de ilgilendiren bir olgudur. Biogée (Dialogues, 2010) eserimde, “gée” yani Dünya ile “bio” yani canlı arasındaki bağı yeniden kurmaya çalıştım. Fakat bunun üzerine beni bir animist olmakla eleştirdiler, neden olmasın? Örneğin denizi, dağları birer roman karakteriymiş gibi ele alalım. Hatta onlara hukuki haklar verelim ve ‘doğal sözleşme’nin özneleri yerine koyalım. Şimdi kendilerini savunmalarına bir fırsat tanıyalım: Örneğin Meksika Körfezi’nin British Petroleum’a dava açtığını hayal edelim. Böyle bir dava gerçekleştirilebilseydi, dünyanın sadece bir kaynak olmadığını, hak sahibi bir özne olduğunu ve dolayısıyla kirleticilere karşı hukuk mücadelesi verebileceğini gözler önüne sermesi mümkün olurdu. Biz genellikle kirliliği nasıl önleyebiliriz diye düşünüyoruz ama bu kirliliği neden oluşturduğumuzu sorgulamıyoruz. Bu sorunun cevabı mülkiyet hakkıyla yakından bağlantılı: Bir yeri kirleten kişi, kirlettiği yer üzerinde fiili bir sahiplik kurar. Sonuçta kimse başkasının tükürdüğü bir yemeği yemek istemez. Artık Dünya ile kurduğumuz ilişki bilimsel, kültürel ve hukuki bir nitelik taşıyor ve dolayısıyla politik bir boyuta da sahip. Peki, 2009 yılında gerçekleştirilen Kopenhag Zirvesi’nin gerçekte özü neydi? Bir tarafta, Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) nedeniyle 192 devletin bir araya gelerek insanlığı temsil ettiği bir müzakere toplantısı vardı. Peki ya diğer tarafta, Dünyayı temsilen kim vardı? Suyu, atmosferi, denizi ve gezegeni temsil eden bir özne ne yazık ki yoktu. Dolayısıyla evrene de bu masada yer yoktu.
Yani şu anda evrene dair bir krizin tam ortasında mıyız?
Hiç şüphesiz ki öyleyiz. Hatta bu krizi aşmak için çözüm yolları düşünüyoruz ama bunu yaptığımızın farkında bile değiliz. Tarihin olağan akışını aşan büyük bir krizin içinde yaşıyoruz; yalnızca ekonomi, finans piyasaları, emeği ya da sanayiyi değil, aynı zamanda insan ve evren arasındaki ilişkiyi de şiddetli bir şekilde etkiliyor. Bir zamanlar, doğanın karşı konulamaz ve mutlak gücüne karşı mücadele ettiğimizi düşünüyorduk. Bugün ise denklem tersine döndü; tükenebilir bir doğa karşısında kendimizi sonsuz sanıyoruz.
Sizce ‘büyük anlatı’, rölativizmin yol açtığı krize karşı bir yanıt olarak değerlendirilebilir mi?
Farz edelim ki ben kendimi ‘naif bir realist’ olarak tanımlıyorum. Gerçekliğin göreceli olduğu ya da onun bizim tarafımızdan inşa edildiği fikri doğabilir. Ama biz aslında gerçeği ‘gerçek’ olarak inşa etmiyoruz aksine gerçekliği anlamak için bir model oluşturuyoruz ve gerçeklik bizden hep bir adım önde duruyor. Fakat her halükârda, onun varlığını inkâr edebilmem mümkün değil.
Bu bir bilgi kuramı mı?
Evet öyle. Bazı sosyologların aksine ben, gerçekliğin yalnızca oluşturduğumuz modellere dayandığına ya da bireysel veya toplumsal temsillerimize indirgenebileceğine inanmıyorum. Bilimi gerçekten anlayan ve bu alanda yeterince tecrübe sahibi olan kişilerin bu iddianın eksik bir bakış açısına sahip olduğunu fark edeceklerini düşünüyorum. Bu noktada, kendimi Platoncu olarak tanımlayabilirim ama belki daha da fazla Aristotelesçiyim. Aristoteles’in varlıkların doğasına dair müthiş bir teorisi vardır. “Bir şeyi o şey yapan” Aristoteles’e göre tözdür. Ona göre, tözler temelde kendi başlarına bir gerçeklik taşırlar. Gerçeklik sadece bizim algılarımızın bir ürünü değildir ama bunu kanıtlayabilmek çok zordur çünkü mistik bir yanı bulunur. Dünya vardır ve güzeldir. Hatta belki de güzelliğin özü, bizzat dünyanın kendisidir.