Felsefe dayanışmayı ve onun ortaya koyduğu topluluğu nasıl ele alır? Bireysel sorumluluk ve rekabet dayatmasının kolektif sorumluluğu toplumsal hayatın bir paradoksu haline getirmesi dayanışmanın betimlenmesini imkânsız kılmaz mı? Toplumsal olarak hiç olmadığımız kadar parçalara ayrılmış durumdayken, dayanışma bugün bize ne ifade eder? Dayanışma ve onun çağrıştırdığı kuramsal ve pratik fenomenler (özellikle 19. yüzyıl işçi sınıfı dayanışması, 1968 küresel öğrenci dayanışması gibi olaylar) bugün nasıl anlaşılmalı? Toplumsal dayanışmanın ve kamusallık performanslarının imajlar arası ilişkilere dönüşmesinin siyasal dayanışmaya etkisi nedir? Ortak duyudaki bıkkınlık, bireycilik ve sinizmin egemenliği1Sinizmin egemenliği ve günümüz faşizmi arasındaki bağlantı için bkz. Necmi Erdoğan, “Günümüz Faşizmi Üzerine Bazı Notlar”, Birikim, Şubat/Mart 2021/382-383. karşısında siyasal dayanışmanın anlamını kuvvetlendiren farkındalık nereden kaynaklanır? Siyasal dayanışmayı düşünmek, toplumsal pratiğin özgürleştirici olanağını ve bu olanakların gerçekleşmesinin önündeki engelleri düşünmemizi sağlar. Dayanışma haksız güce karşı çıkış olarak toplumsal sessizliği bozacak bir tür direniş, hak mücadelesi haline gelir. Bu yüzden bugünden bakıldığında geçmişte kalmış gibi görünen totaliter fenomenleri hesaba katarak ve yaşadığımız zamanın kendine has özelliklerini göz ardı etmeden, dayanışmanın ve topluluk ilişkisinin günümüzde ne ifade ettiği sorgulanmalı.
Felsefe toplumsal hayatta karşımıza çıkan sorunların kavranması için ihtiyaç duyulduğunda başvurulması gereken bir düşünce alanıdır. Dolayısıyla yolumuzu kaybetmeden ilerleyebilmek için “dayanışma” kavramından önce, post-temelci düşüncenin siyaset teorisinde bulunan “siyasal” kavramının ontolojik anlamıyla başlamak istiyorum. Bu bağlamda Oliver Marchart’ın Post-Foundational Political Theory: Political Difference in Nancy, Badiou, Lefort and Laclau2Oliver Marchart, Post-Foundational Political Theory: Political Difference in Nancy, Badiou, Lefort and Laclau (Edinburgh: Edinburg University Press, 2007), 18–25. başlıklı önemli yapıtında ortaya koyduğu post-temelci siyasal ontolojiyi ve kurucu bir fark olarak siyasal fark kavramını ele alacağım. Böylece, temelcilik (foundationalism) ve post-temelcilik (post-foundationalism) tartışması üzerinden eleştirel fenomenoloji ve siyaset teorisi arasında kuramsal bir yakınlık kurmaya çalışacağım. Gelişmekte olan eleştirel fenomenolojinin felsefi gücünün, kendine içkin bir çözümleme yerine başka felsefe akımlarıyla ilişkisinde belireceğini düşünüyorum. Bu karşılaşma sayesinde fenomenolojinin dayanışma ve topluluk ilişkisini tanımlama ve eleştirel olarak analiz etme olanaklarını ortaya koymaya çalışacağım.
Öyleyse öncelikle post-temelci siyasal ontolojinin temel teziyle başlayalım. Oliver Marchart’ın ifade ettiği gibi her ne kadar aralarında büyük farklılıklar olsa da, Jean-Luc Nancy, Claude Lefort, Ernesto Laclau, Chantal Mouffe ve Alain Badiou’nun “siyasal” kavramını ortaya koyuş biçimlerinde belli bir müşterek hat takip edilebilir. Ona göre post-temelci düşünürler Heidegger’in, kesin bilginin kaynağı olacak mutlak bir Arşimet noktası aramak yerine, felsefenin üzeri örtülmüş sorunu olarak ortaya koyduğu ontolojik fark argümanını siyaset teorisine taşımışlardır. Siyasal fark kavramlaştırması (siyaset-siyasal farkı) öncelikle Heidegger’in ontolojik farkına (ontik-ontolojik farka) gönderme yapar ve onun terimleriyle anlaşılır.3O. Marchart, Post-Foundational Political Thought, s. 171. Söz konusu yaklaşım, siyasi yapılarda farklılıkların hangi biçimde temsil edileceği sorusuna mesafe alıp, siyaset-siyasal farkı sorusunun temsil fikrine indirgenemeyeceğini savunur.
Alain Badiou’nun altını çizdiği gibi, günümüzde siyasi sistem halkın çıkarlarını gözetmeyen kararların meşrulaştırıldığı ve iletildiği bir mekanizmaya dönüştüğü için temsil fikri saygınlığını yitirir. Sermayenin sınırsız büyümesi ve oligarşinin iktidarı, halkın iradesini demokratik temsil yerine, kamuoyu yoklamalarının kurgusal kamusal alanına sürgün eder. Ne var ki toplumsal eylem kamuoyu yoklamalarında gösterildiği gibi işlemez. Bu yüzden siyasetin öznesini düşünmek için başvurulacak siyasal farklılık, bizzat siyasal ilişkinin kendine has biçiminde düşünülür. Bu bağlamda bir ve çok arasındaki upuygun bir temsilin imkânsızlığı Heidegger’in ontolojik fark argümanından beslenen bir siyasal fark sorusunu sormayı zorunlu kılar. Bu yüzden Marchart, post-temelci düşünürleri sol Heideggerciler olarak tanımlar.4O. Marchart, Post-Foundational Political Thought, s. 2. Marchart “sol Heideggerciler” ifadesini Dominique Janicaud’dan alır (Dominique Janicaud, Heidegger en France, Paris, Albin Michel, 2001, 291-300). Söz konusu düşünürler, Heidegger’in yardımıyla dönemlerinin baskın teorik paradigması olan yapısalcılığın ötesine geçmeye çalışır ve Heidegger’in ontolojisini yenilikçi bir yöne sokarlar. Özellikle olay (Ereignis) kavramının yeniden ele alınışı, özgürlük ve tarihsellik üzerine yapılan vurgular ve en önemlisi bütünlük, evrensellik, öz ve zemin gibi metafizik temellerin karşına koydukları olumsallık fikri buna örnek gösterilebilir.
Benzer bir düşünme hattının Patočka’nın 1975’te yayınladığı Tarih Felsefesinde Heretik Denemeler5J. Patočka, Heretical Essays in the Philosophy of History, ed. James Dodd, çev. Erazim Kohak, Chicago, Open Court, 1996. kitabındaki sarsılmışların dayanışması fikrinde olduğunu düşünüyorum. Sarsılmışların dayanışması anlatısının öne sürdüğü ayrımları post-temelci siyasal ontoloji bağlamında tartışacağım.6Ayrıntılı bir analiz için Cogito’nun 2017’de yayınlanan “Yaralanabilirlik” sayısında yer alan “Patočka ve Sarsılımışların Dayanışması” metnine bakılabilir. Böyle bir okuma yaparak, Patočka’dan yıllar sonra geliştirilmiş argümanları geriye dönük bir izdüşüm biçiminde Patočka’ya yansıtma tehlikesinde olduğumun farkındayım. Ne var ki özellikle gerçeklik ve imkân, özgürlük ve tarihsellik tartışmaları ekseninde Heidegger’in düşüncesinin özgün bir tekrarını sağlayan Patočka ile çağdaş sol Heideggerci düşünürlerin bir araya gelmesinin felsefi sonuçlarıyla ilgilenmenin yararlı olacağını düşünüyorum. Patočka’nın kullandığı sorunsallık, polemos, sarsılma gibi kavramlar, olay ve olumsallık bağlamında yakalamaya çalıştığımız kuramsal yakınlığı kavramak için bize yardımcı olacaktır.
Fakat kurmaya çalıştığım kuramsal yakınlık elbette Heidegger’in düşüncesinin nasıl yorumlandığına indirgemenez. Post-temelci siyasal ontolojide ele alınan siyasal ve siyaset ayrımının üstü kapalı bir biçimde Patočka’nın metinlerinde kendine yer bulduğunu göstermeye çalışacağım. Patočka’nın düşünce sisteminin belirleyici ayrımları olan, “dengede yaşam ve derinlikteki yaşam”,7J. Patočka, Sorunsallıkta Yaşamak, “Dengede Yaşam, Derinlikte Yaşam”, s. 55-67. Eric Manton’un ifade ettiği gibi, “Denge tutumu, özünde uyumlu ve hayatı bir belli denge içinde yaşamak olarak tasavvur eder. İnsan doğası ve tarih süreci, temelde, bu doğuştan gelen durumun gerçekleştirilmesine yöneliktir. Tüm insan faaliyetlerinin yöneldiği şey uyum, denge ve mutluluktur. Buna göre, insanlar eksik ve kusurlu olabilir, ancak bu, uygun eğitim ve sosyal örgütlenme önlemleriyle çözülecektir. Patočka, böyle bir insan kavramını kapalılığı üzerinden eleştirir. Böyle dengede yaşayan bir insanın normal olmayan şeylere karşı direnmesi, bunları ortadan kaldırmaya çalışması, hayatının dengesini sarsabilecek her şeyi yok sayması, bunları azaltmaya çalışması, toplumu basit görmesi ve her şeyin rasyonel bir şekilde çözülebileceği ya da olan biten her şeyi tarihsel gelişimin bir parçası olarak görmesi üzerinden eleştirir” (s. 21,). “aydın kişi ve tinsel kişi”,8J. Patočka, Sorunsallıkta Yaşamak, “Tinsel Kişi ve Aydın Kişi”, s. 77-93. Eric Manton tinsel kişiyi şöyle tanımlıyor: “‘Tinsel kişi’ elbette bir politikacı değildi ya da kelimenin tam anlamıyla politik de değildi. Aynı zamanda, o, bu dünyayı yöneten despotun tarafında değildi, onun gittiği yol başkaydı. Apolitik de olamazdı çünkü gerçekliğin bu kendinden apaçık olmayan politik doğasını, insanların, toplumun ve etrafındaki her şeyin yüzüne vuran bu kişinin kendisiydi.” (s. 24). Patočka’ya göre tinsel kişi topluma dayatılan sahte temellerin muğlak doğasını sorunsallaştıran kişidir. Dolayısıyla, tinsel kişinin toplumun yüzüne vurduğu şey toplumun temelsiz doğasıdır, öyle ki bu doğa ancak siyasal eylemle açıklanabilir. “tarihsel varoluş hareketleri” ayrımlarının siyasal fark teması altında okunabileceğini düşünüyorum.
Öyleyse öncelikle siyasal farkın ne olduğu sorusuyla başlayalım. Toplumsal olanın görünürlüğü ve örgütlenmesi sorunu ekseninde Nancy, Lefort, Badiou ve Laclau’da ele alındığı şekliyle siyaset ile siyasal farkı, post-temelci siyaset teorisinin ana karakterini oluşturur. Heidegger’in ontolojik farkından yola çıkan siyaset ve siyasal ayrımı (Fr. la politique ve le politique,9O. Marchart’a göre siyaset ile siyasal arasındaki ayrım Ricoeur’un la politique ve le politique ayrımının solcu bir tarzda yeniden ele alınmasıyla ortaya konmuştur. Post-Foundational Political Thought, s. 35. Alm. die Politik ve das Politische, İng. politics ve the political) geleneksel siyaset kavramını ikiye böler. Kavramın kendisi Schmitt’ten10C. Schmitt, Siyasal Kavramı, çev. E. Göztepe, İstanbul, Metis Yayınları, 2006. gelse de, çağdaş felsefedeki işlevi nedeniyle yeni terim “siyasal”, siyasetin özgül rasyonalitesini, ahlaki, iktisadi ve toplumsal olandan bağımsız niteliğini ifade eder. Dolayısıyla siyasalı kurumsallaşmış siyasi pratiklerden ayırt etmek gerekir. Siyasal, toplumun müştereklerle kurduğu ilişkiyi sorunsallaştırır, toplumsal örgütlenmenin müzakere boyutunu ve çatışmacı karakterini düşüncenin konusu haline getirir. Eski terim “siyaset”, konvensiyonel siyasetin ontik pratiklerini ve siyasi icraatlarını betimler. Dolayısıyla siyaset kurumsallaşmış mekanizmalar tarafından kamusal yetkilerin kullanımı ve işleyişini ilgilendirir.
Diğer yandan, toplumsalı sabitleyen nihaî temellerin yerine olumsal temellerin olduğunu söylemek, aslında bu temelleri tesis edenin siyasal söylem ve pratikler olduğunu ifade etmektir. Dolayısıyla post-temelci düşünürler için asıl sorun modern toplumun temelinin “zorunlu olarak olumsal” ontolojik statüsüdür. Olumsallık nihai bir zeminin imkânsızlığını gösteren işlevsel bir terimdir, öyle ki siyasal’ın namevcut temeli, temelin zıddı değil dipsiz bir temeldir. Zorunlu bir temel ânının hiç gelmeyecek olduğu noktada, bitmek bilmez erteleme ve geri çekilmelerle üretkenlik kazanan bir yokluk taşır.11O. Marchart, Post-Foundational Political Thought, s. 19. Şu hâlde, modern topluma zorunlu, nihaî bir temel aramak yerine, onun kurucu ve özgürleştirici siyasal anlarına odaklanmak gerekir. Heideggerci terminolojiden yararlanacak olursak siyasal olay, siyasetin ontik düzeninin bozulması, siyaset ise siyasalın üzerinin örtülmesi, tortulaşmasıdır. Siyasetten ve toplumsal olandan farklı olarak siyasal; “olay”, “olumsallık”, “antagonizm”, “özgürlük” gibi fenomenal ya da kavramsal biçimler alabilir.12O. Marchart, Post-Foundational Political Thought, s. 154.
Patočka üzerinden dayanışma ve topluluk üzerine yürüteceğim inceleme açısından bakarsak, siyasal ve siyaset ayrımının can alıcı noktası işte bu istisnai fakat kurucu özgürlük düzlemidir. Bu bakımdan bir tür önceden belirlenemezliğe ve öngörülemezliğe sahiptir. Patočka’nın özellikle son dönem yazılarında özgürlük düzlemi olarak siyasal, siyasetin temelsiz temeli olarak anlaşılmalıdır. Ona göre “istisnaî durumlarda siyasal yaşam devamlı bir köksüzlük, zemin yoksunluğudur”.13J. Patočka, Heretical Essays in the Philosophy of History, ed. James Dodd, trans. Erazim Kohak, Chicago, Open Court, 1996, s. 38. Bu fikir Çek filozofu, siyasalın tanımını kendisinden itibaren ele alacağı müştereklik üzerine bir sorgulamaya götürür. Patočka için siyasal eylem, insan yaşamının iki temel koşulu olan özgürlüğün ve topluluğun gerçekleşmesini hedefler.
Patočka, yaşamı boyunca, Nazi işgali, savaş sonrası dönemde kurulan totaliter baskı rejimi ve 1968’deki Prag Baharı sonrası Varşova Paktı’nın Çekoslovakya’ya müdahalesi gibi dönemlerde toplumun çöküşüyle yüz yüze gelmiştir. Ona göre özgürlük, siyasete hem zemin temin eder hem de onun sabit zeminini sarsar. Bu bağlamda Çek filozof için felsefe, sadece teorik alanda hakikat bilgisi değil başkalarına özgür sesleniş olarak anlaşılabilir. Ona göre felsefe, insanı siyasi düzenden ve onun sabit anlam yapılarından özgürleştirip dünya ve başkaları karşısındaki sorumluluğa taşır. Bu anlamda filozofu ya da tinsel kişiyi diğerlerinden ayıran asıl özellik onun verili anlamlar karşısında aldığı tutumdur. Filozof, tüm gücünü tarihsel ve toplumsal varoluşun sorunsallığının bastırılmasından alan siyasi iradeye karşı, anlamın sorunsal ve çatışmacı niteliğini gösterir. Fakat böyle bir tutum elbette bazı tehlikeleri beraberinde getirir. Çek filozof, Ocak 1977’de Çekoslovakya’da yayımlanan 77 Bildirgesi’nin sözcülüğünü1477 Bilgirgesi, 10 Aralık 1976 günü başlayan bir dizi toplantının ardından öncelikle 242 imzacı ve üç sözcü (Vaclav Havel, Jiři Háyek ve Jan Patočka) ile 1 Ocak 1977 günü ulusal ve uluslararası kamuoyuna açıklanmıştır. yapmıştır ve siyasi polisin sorgusunun ardından altmış yedi yaşında hayatını kaybetmiştir. Bu olay totaliter rejimlerin en az Sokrates’in Atinası kadar kamusal alandaki felsefeye düşman olabileceğini göstermiştir.
Patočka’nın içinde bulunduğu dönemin Çekoslovak rejimi her ne kadar kendini sosyalist olarak betimlese de Patočka’ya göre içinde yaşadığı rejim, sosyalizmi, kavramın kendisine sadık kalmadan, sadece bir araç olarak kullanan totaliter bir rejimdir. 1946’da yazdığı “İdeoloji ve İdede Yaşam” metninde sosyalizmi Hegelci tarihsel materyalist biçiminde ve ideoloji çerçevesinde ele alır.15J. Patočka, Sorunsallıkta Yaşamak, s. 67. “Sosyalizm aynı anda hem bir ide, hem bir ideoloji ve hem de bir insan kavramıdır”.16J. Patočka, Sorunsallıkta Yaşamak, s. 69. İdeolojide yaşam insanı kolektif bir eylemin aracı olarak görürken, idede yaşam araçsallaştırılabilecek bir yaşam değildir, ide insan özgürlüğüdür, yerleşik kanılara körü körüne boyun eğmeyi reddetme olanağını açar. Dolayısıyla ideolojinin toplumu zorunlu bir temele dayandıran ve onu kolektif bir eylemin aracı haline getiren yaklaşımı eleştirir. Bu yüzden felsefi eylem hep bir karar ve bir ayrıma işaret eder. Şu hâlde, Patočka’ya göre sosyalizm, ekonomik baskının ve insanın insan tarafından sömürülmesinin aksine, insan özgürlüğünü ileri sürer.
Bu bağlamda, siyasal ve siyaset ayrımını, tahakkümcü iktidar düzeneği analizlerinin markajından bir süreliğine ayırarak, bizzat dayanışmanın diliyle anlamaya çalışacağız. Şu hâlde özgürleştirici bir hak mücadelesi olarak “sarsılmışların dayanışması” fikrini, mevcut siyasi yapılar içinde göz ardı edilen toplumsal taleplerin muhalif toplumsal hareketlere dönüşümü olarak okuyacağım. Böyle bir okuma toplumsal yaşam dünyaları ve siyasal olan arasındaki ilişkiye odaklanmalıdır. Bunun için siyasal dayanışmayı bir yanda siyasetin kurumsallaşmış pratiklerinden diğer yandan toplumsal dayanışmanın belli temellere dayanan yapısından ayrı düşünmek gerekir. Bu anlamda dayanışma, insan hakları, özgürlük, eşitlik ve adalet talebiyle ortaya çıkan siyasal bir olayın imkân tanıdığı bir toplumsallaşma biçimidir. Bu mücadele muazzam toplumsal eşitsizliklerin çağında siyasal eşitliği gerçekleştirmeye çalışmaktır.
Siyasal dayanışmayı, nihai bir zemin üzerinden başlangıç yapan ve belli varış noktasına doğru giden bir hareket olarak betimleyemeyiz. Ne var ki tıpkı post-temelci siyasal ontolojide olduğu gibi Patočka’dan yola çıkan bir dayanışma analizi de anti-temelci olarak sınıflandırılamaz. Temelin karşıtı olacak bir tür anti-temel ortaya koymak aslında temelciliğin terminolojisini ve düşünme tarzını izlemektir. Bu yüzden siyasal dayanışmayı ve onunla görünür hâle gelen topluluğu, temelciliğin öncüllerini olumsuzlayarak ya da tersine çevirerek düşünmek yanlış olur. Bunun yerine dayanışmanın olumsal temellerinin neler olabileceği sorusunu sormak daha uygundur.
Peki siyasal dayanışma gerçekten mevcut hiyerarşik siyasi yapıların işleyişini sekteye uğratabilir mi? Onu kurumsal siyaset alanına hapsetmeden, toplumsal yapıları dönüştürücü boyutu içinde nasıl düşünebiliriz? Dayanışmayla ortaya çıkan topluluk öznelerin paylaştığı bir özellik, nitelik mi yoksa nesnel bir yapı mı? Siyasi bir topluluğa ait olmak belirli bir öze sahip olmayı mı gerektirir yoksa topluluğa atfedilen tüm zeminlerin ve komünal kimliklerin ötesinde bir biraradalığı mı düşünmek gerekir?17R. Esposito’nun ifade ettiği gibi, topluluğu öznelere ait ve onları bir araya getiren bir “mülkiyet” olarak gören varsayımın sorgulanması gerekir. Bu varsayım topluluğu, aynı birlikteliğe ait öznelerden oluşan bir öznitelik, bir tanım, öznelerin birliklerinden meydana gelen bir “töz” çerçevesinde ele alır. R. Esposito, Communitas Topluluğun Kökeni ve Kaderi, çev. Onur Kartal, İstanbul, İletişim, 2018, s. 9. Dayanışma kavramına geleneksel bir bakış açısından baktığımızda sağlam bir zeminde belli bir kimlik içerisinde paylaşılan bir birliktelik akla gelir. Bu bağlamda toplumsal dayanışma kavramı, belli bir toplumsal grubun üyeleri arasında sağlam bir zeminde kurulan karşılıklı sorumluluk anlamına gelir. Başkalarıyla dayanışma içinde olmak, sağlam ve sıkı bir birlik meydana getiren bir bütünün ve kimliğin parçası olmak anlamına gelir. Öyle ki bu bütün içerisindeki katılımcıların aralarındaki farklılıklar bütünün kendisi göz önüne alındığında görünmez olur. Dolayısıyla geleneksel dayanışma fikri bizi ortak ve sağlam bir temel üzerine kurulan bir topluluk tanımına götürür. Başkalarıyla dayanışma içindeyizdir çünkü onlarla sağlam ve ortak bir çıkarı, ortak nedeni veya ortak bir kimliği paylaşırız.
Gelgelelim, Patočka için sarsılan şey bizzat bu solidus veya ortak zemindir. Patočka’nın savaş anlatısı üzerinden totaliter rejimlerdeki muhaliflerin dayanışması olarak betimlediği sarsılmışların dayanışmasına katılanlar ortak bir zemine sahip değildir, sarsılmışlar bir şeyi paylaşmazlar aksine onları bir araya getiren olay bizzat sarsılma deneyimidir. “Sarsılmışlar”, hergünlükük içerisindeki güvenli yaşamları derin ve şok edici bir deneyimle altüst edilmiş bireylerdir. Bu bağlamda sarsılma, bir öznenin dönüşümünü, varoluşun tümden altüst oluşunu betimler. Dolayısıyla Çek filozofun betimlediği siyasal dayanışma belli bir kimliğin bir araya getirdiği bireylerin üzerinde eyleyecekleri bir platform değil, baskıya ve haksızlığa uğrayan bireylerin birbirlerinin sorumluluğunu alması ve birbirleri için mücadele etmesidir.
Böyle bir siyasal bağlanma, siyaset alanından dışlanmış olanların eşitlik, özgürlük, adalet ve demokrasi talebidir. Bu yüzden topyekûn seferberliğe itaatin yerine ona başkaldırıyı koyar. Fakat bu başkaldırı gücünü sabit bir zemin yerine fikirler çatışması (polemos) ve eleştiriden alır. Dolayısıyla bu bağlamda dayanışma sadece toplumsal bir kavram değildir ve siyasal dayanışma toplumsal dayanışmadan farklı bir yapıya sahiptir. Siyasal dayanışmanın mantığı toplumsal dayanışmadaki sosyal bağlar ve ahlaki belirlenimler arasındaki hiyerarşiyi terzyüz eder. Bu yüzden toplumsal dayanışma toplumun belli bir rutin pratiğiyken, siyasal dayanışma, yanılsamaları kıran, toplumsal yapıları dönüştüren ve kuran bir dayanışmadır. Siyasal dayanışmanın, toplumsal dayanışmadan farkı, siyasal dayanışmanın tarihsel ve olumsal niteliğinden ileri gelir. Oysa toplumsal dayanışma fikirler çatışmasına, anlamın sorunsal boyutuna kapalı olduğu için tortulaşarak mutlaklaşma riski içerir. Böyle bir dayanışma toplumsal yapıları değiştirme amacını taşımadığı için siyasal olana uzaktır.
Dolayısıyla günümüzde felsefe için tehlike siyasal dayanışmanın özgüllüğünün kavranamaması ve onun kolektif çıkar ve uzlaşım yönelimli toplumsal dayanışmayla karıştırılmasıdır. Toplumsal dayanışma kolektif çıkarları dile getirdiği için, mevcut sistemler içinde belli bir temsil gücüne sahip olarak kurumsal siyaset alanını etkileyebilir. Hatta farklı toplumsal dayanışma biçimleri kamu politikalarına etki etmek için birbirleriyle rekabete girebilir. Bu durum bir tür toplumsal dayanışma endüstrisi oluşturur. Fakat siyasal dayanışma taleplerini, kurumsal siyasetin sınırlarını belirlediği fırsatlara indirgemez. Bu bağlamda siyasal dayanışmanın dile getirdiği talepler, toplumsal dayanışmanın diliyle ifade edildiğinde radikalliklerini kaybedip, uysallaşma riski taşırlar. Şu halde, siyasetin dışlanma ve dahil olma kurallarını değiştirebilecek bir dayanışmanın taleplerini önceden verili toplumsal ayrımlara ve toplumsal dayanışmanın diline indirgemeden düşünebiliriz. Bunun için dayanışmanın taleplerini dile getiren özneleri, toplumsal ilişkiler daha oluşmadan ilişkinin taraflarından biri hale getiren hiyerarşik yapıların dışında konumlandırmak gerekir.