Ünlü düşünür Jacques Rancière, eğitim anlayışımızı yeniden derinlemesine düşünmeye davet ediyor. Mevcut “öğretmen-öğrenci” ilişkilenme biçimini, eşitsizlikleri derinleştirdiği gerekçesiyle eleştiren Rancière, entelektüel ve politik düzeyde özgürleştirici olduğu kadar, aynı zamanda yüksek bir düşünsel efor gerektiren farklı bir eğitim yöntemi öneriyor.
Öğretmenlerin kullandığı “anlatım/açıklama yöntemi” ilk bakışta pedagojik pratiğin ayrılmaz bir parçası olarak görülmektedir. Ancak sizin yazılarınızı okudukça anlıyoruz ki bu yöntem özerk akılların özgürlüklerinin kısıtlanmasına yol açıyor.
Bu varsayımı ortaya atan kişi ben değilim; Cahil Hoca (Fayard, 1987) kitabımda düşüncelerini ele aldığım ve bugüne uyarladığım Joseph Jacotot’a (1770-1815) ait.1Kitabın Türkçe çevirisi mevcut: Jacques Ranciere, Cahil Hoca, çev. Savaş Kılıç, Metis 2014. Jacotot, Hollandaca bilmemesine rağmen Hollandalı öğrencilere Fransızca öğretmeyi başaran bir eğitimcidir. Öğrencilerine hiçbir şey açıklamadan bir şey öğretmeyi başarır. Üstelik bu yöntemi 19. yüzyılda, bireylerin eğitimine dair tartışmaların halk eğitimiyle yakından ilişkili olduğu bir dönemde gerçekleştirir ve başarıya ulaştırır. Çünkü Fransız Devrimi’nin ardından şu kabul gündeme gelir: Halk ne çok cahil olmalı ne de fazla zeki, eğer fazla zeki olurlarsa fazla sorgulayıcı ve hareketli olabilirler. Yurttaşların “doğru şekilde” ve “doğru sırayla” öğrenmeleri beklenir. Üstelik onlara, bir şey öğrenebilmelerinin ancak bir başkasının o bilgiyi açıklaması sayesinde mümkün olduğu da sürekli hatırlatılır. Bu noktada açıklama sadece teknik bir araç değil, aynı zamanda bir eşitsizlik düzeni hâline gelir. Çünkü bu bakış açısına göre, bir kişi ancak bilen bir başkasının rehberliğinde bilgiye ulaşabilir. Dolayısıyla bu eğitim mantığı, toplumun büyük bir kesimini ikinci plandaki entelektüel azınlık konumunda tutan kurumsal, toplumsal, siyasal ve felsefi bir sistemin parçasını oluşturur.
Eleştirel düşünme, gördüklerimiz, yargıladıklarımız veya deneyimlediklerimiz aracılığıyla kendi kendimize öğrendiğimiz bir şeydir.
Açıklama mantığına dair analiziniz pedagojik bir deneyimden yola çıkıyor, ancak bunun etkisi çok daha geniş, özellikle de siyasal bir boyutu var, değil mi?
Jacotot, henüz kapsamlı bir ulusal eğitim ya da halk eğitimi sistemi oluşturulamamış bir dönemde yaşar. Ancak kamuyu ilgilendiren bu sistemlerin toplumsal ve siyasal düzeyde bir aracı işlevi görebileceğini fark eder. Tarihe baktığımızda da görülmektedir ki, kaba ve doğrudan tahakküm biçimlerinin yerini zamanla akla uygun, meşrulaştırılmış ve kabullenilmiş bir tahakküm alır. Devrimlerin ardından gelişen temsilî sistem de bu dönüşümde önemli bir rol oynar: Çocukla halk arasında bir benzerlik kurulur. Halk, tıpkı çocuk gibi, belli bir eğitim düzeyine getirilmesi gereken bir “küçük”tür; ama bu eğitim, onun kendini yönetmesini sağlamak için değil, yönetenlerin yaptıklarını kendi çıkarına uygun bulacak ölçüde “yargılayabilmesi” için gereklidir. Tıpkı sınıftaki öğretmen gibi, devlet de yurttaşlara karşı büyük bir eğitsel otorite figürü olarak pedagojik bir rol üstlenir.
Nitekim 1995’teki büyük grevler sırasında dönemin başbakanı Juppé’nin söyledikleri bu anlayışı özetler: “Grev yapıyorlar çünkü anlamıyorlar, biz onlara açıklarız!” Aynı yaklaşım medyada da görülür: Gazeteler artık sadece bilgi vermekle yetinmez, her şeyi “açıklama” ihtiyacı hisseder. Bu eğilim bugün “deşifre etme” ya da “analiz” adı altında devam ediyor. Artık doğrudan bilgi aktarılmıyor, her şeyin “şifresi çözülüyor”. Bu da demek oluyor ki, en sıradan olay bile kamuoyuna baştan bir gizemmiş gibi sunuluyor. Bunun için de devreye her zaman bir uzman ve bir yorumcu sokuluyor. Oysa genelde söylenen şeyler son derece sıradan, herkesin anlayabileceği türdendir. Ama “bilimin otoritesi” devreye girince, en basit meseleler bile sanki çok daha karmaşıkmış gibi sunulabiliyor.
Yani ilerlemeci söylemin bütün işleyişini mi sorguluyorsunuz?
Modern ilerlemeci düşünce kendi içinde bir gerilim barındırır. Halkın yeterince şey bilmesi gerekir. Ancak aynı zamanda, birçok yazarın da söylediği gibi, eğer halk çok fazla şey bilmeye başlarsa, her konuda kendi başına yargıda bulunmaya kalkar ve işler yönetimdekiler için “endişe verici” bir hâl alır. Elbette ilerlemeciliği savunanlar “Bu bizim için tehlikeli” demeye cesaret edemez; onun yerine bu durumu tersyüz ederek şöyle ifade ederler: “Bu onlar için tehlikeli”, bununla halkı kastederler. 19. yüzyılda gelişen söylem de tam olarak budur: Bu yoksul halk kitleleri eğer fazla bilgiye maruz kalırsa kafaları karışır; onlara fazla fikir yüklenirse, çok kitap okurlarsa yollarını kaybederler. Bu yaklaşım bugün artık aynı kelimelerle dile getirilmese de, izleri hâlâ eğitim kurumlarının işleyişine sinmiş durumda. Nitekim yeniden üretim sosyolojisinin de gösterdiği gibi, bilgi yayımının da bir sınırı vardır; çünkü herkesin kendi başına yargıya varabildiği bir durumda ne olacağının bilinemezliği tedirgin edicidir.
Bu işleyiş, öğretimin yalnızca bilgi aktarmadığını, insanları “eleştirel düşünmeye” yönelttiğini iddia etmeye vardığında daha da sinsi hâle gelir. Çünkü bir kuruma bağlı, düzenli ve yönlendirilmiş bir “özgürleşme”den bahsedilemez. Eleştirel düşünme, bir kişinin kendi deneyimlerinden, gördüklerinden, kendi yargılarından doğar. Hiçbir kurum insanları özgürleştirmez. Jacotot’nun asıl önemi, özgürleşmenin her zaman bireysel bir süreç olduğunu ve herkesin bu potansiyele sahip olduğunu ısrarla savunmasında yatar. Elbette birey kendi kendini bir topluluk içinde özgürleştirebilir; lakin kimse kimseyi özgürleştiremez. Yalnızca özgürleşmenin koşulları yaratılabilir, yine de eninde sonunda bu süreç bir tür kopuşu gerektirir. Öğretmen bir şey öğretir, ama öğrenci başka bir şeyi başka bir yoldan öğrenir.
19. yüzyılda, çocuk ile halk arasında bir paralellik kurulur. Halk, belirli bir eğitim düzeyine ulaşması gereken ama fazla zeki de olmaması gereken bir çocuk gibidir!
Sizi okuyunca eğitim kavramı içinde eşitliğin ulaşılması ve gerçekleştirilmesi gereken bir hedef değil, tam tersine, daha en başından birlikte yola çıkılması gereken bir önkabul olduğu fikrini çıkarıyoruz.
Jacotot eşitliği nihai hedef olarak belirlemeyi amaçlamaz. Ona göre eğer eşitlik bir amaç veya varılacak bir nokta olarak belirlenirse asla başarılamaz. Başlangıçta bir eşitsizlik varsayarak, örneğin zekâlar arasındaki eşitsizlik, bunu ortadan kaldırmayı hedeflemek, aslında bu eşitsizliği sürdürmek ve bireyin kendi özgürleşme sürecini engellemek anlamına gelir. Çünkü birbirine gizliden gizliye bağlı olarak, eşitsizliğin azaltılması hedefi bir kişinin diğerine karşı üstün konumda olmasını kabul etmeyi gerektirir. Tam tersine, Jacotot eşitliği başlangıç ilkesi olarak almayı önerir. Her bireyin eşit olduğunu kabul etmek ve bu varsayımı bir başlangıç noktası olarak almak gerekir. Zekâların eşitliği, Kant’ın maksimi anlamında bir ilke olarak işlemelidir, yani dünyayı algılama biçimimizi yönlendiren bir ilke ve onun mantığını geliştirmek, etkilerini sınamak. Bu şekilde düşünüldüğünde eşitlik bir doğrulama değildir, doğrulanması gereken bir varsayımdır. Burada formel olarak “bütün insanlar eşittir” önermesi değil, “eşit zekâ varsayımı altında hareket etmek gerekir” önermesi söz konusudur. Zekâların eşitliğini varsaymak bir anlamda, öncelikle sizin kendi pratiğinizi tanımlar: konuşur, yazar, hareket edersiniz, çünkü karşıdaki kişiyle eşit olduğunuzu varsayarsınız.
Alıştığımız mantığımızı bu şekilde tersine döndürmek büyük bir irade gücü gerektiriyor gibi görünüyor.
Jacotot’ta, “irade” dediğimiz şey yalnızca kişisel bir çaba değildir. Aynı zamanda ait olduğumuz topluluğa dair bir yargıdır: kendini yetkin kılmak istemek, aynı zamanda eşitlerin olduğu bir dünya istemek gibidir. Bütün mesele, hangi görüşü seçeceğini bilmektir: eşitlik görüşü mü, yoksa eşitsizlik görüşü mü? Burada görüşten kasıt, ait olduğumuz topluluğa dair bir vizyondur. İrade sahibi olmayan kişi, kendini diğerleriyle eşit görmek ve başkalarını da eşit olarak kabul etmek için neden zahmet çekeceğini görmeyen kişidir. Eşitsizlik düzeni, tembellikten beslenen bir uzlaşı mantığı yaratır. Kendimi başkalarıyla eşit hissetmiyorum, ama daha da önemlisi, başkalarını kendimle eşit görmüyorum ve bu durumda rahatça kalabiliyorum. Jacotot’a göre, eşitsizlik her iki yönde de işler. Açıklama yönteminden dolayı aşağılanmış ve cesareti kırılmış bir öğrenci “Ben yapamam” dediğinde, aynı zamanda başka bir şey de demektedir: “Sizin dediğiniz şeyin benimle bir ilgisi yok.” Yetersizlik beyanı aynı zamanda bir eşitsizlik beyanıdır. “Hiçbir şey anlamıyorum” diyen öğrencinin tavrı, açıklayıcı öğretmene karşı bir tür üstünlük iddiasıdır. Büyük halk hareketleri bu mantığı aniden kırar. Bu kolektif mücadeleler sayesinde, sadece kendimizin yetenekli olduğunu keşfetmekle kalmayız; başkalarının da yetenekli olduğunu keşfederiz.
Jacotot’ya göre, herkes arasında eşit zekâ varsayımı altında hareket etmek gerekir. […] Konuşur, yazarsınız, hareket edersiniz ve eşitlere hitap ettiğinizi düşünürsünüz.
O halde eşitsizlik görüşünü kırma yönteminde çok zorlayıcı bir tutum mu var?
Evet! En azından pratik gerekliliğin belli bir kısmında. Ben kesinlikle ‘’çok sert olmamalı, çok zorlayıcı olmamalı’’ diyen bir pedagojiyi savunmuyorum; tam tersine, başkasının yapabileceği şeyler konusunda çok zorlayıcı olmak gerekir.
Kurumlar özgürleşmeyi teşvik edecek şekilde dönüştürülmeli mi?
Bütün toplumsal yapı, eşitsizlik varsayımına dayanarak işler. Ancak eşitlik toplumsal hayatta, işletmelerde, her yerde kendini gösterir. İnsanlar, zekâların eşit olduğunu kabul etme kararını verdikleri, bu varsayım doğrultusunda hareket etmeye başladıkları anda eşitlik yayılır. Bu açıdan bakıldığında demokrasiyi eşitlik varsayımına dayanan bir rejim olarak ele alırsak, bir kurum halinden çıkar ve bir pratiğe dönüşür. Kurumların işleyiş biçimi asla özgürleşme süreciyle örtüşemez; ancak kurumlar, eşitlik üretme potansiyeli taşır, bu tamamen öngörülemez ve önceden tahmin edilemez bir şekilde olur. Çünkü özgürleşme süreci kurumların işleyiş biçiminden tamamen farklıdır. Bu süreç kurumların işleyiş biçimlerinin aksine, rastlantılara, karşılaşmalara ve izlenen yollara bağlıdır. Dolayısıyla kurumların zamanından tamamen bağımsız bir zaman dilimi vardır. Yani kurumları değiştirmenin hayalini kurarak, bu sorunu kurumların reformuna devrederek eşitlik üretileceğini düşünmek tehlikeli bir yanılsamadır.
Eşitsizlik mantığını kırmak için, zorlayıcı bir yöntem oluşturmak, başkasının yapabileceği şeyler konusunda çok zorlayıcı olmak gerekir.
Sonuç olarak özgürleşme kurumsallaştırılamaz. Ancak bir özgürleşme anı gerçekleştiğinde, genellikle peşinden başka özgürleşme anlarını da getirir, değil mi?
Eşitsizlik düzeni sarsıldığında, zincirleme etkiler ortaya çıkar. Bütün büyük devrimci hareketler, isyanlar ve eşitlik anları, eşitliğin etkinliğinin hızla arttığı dönemlerdir. Bu eşitlik gösterileri sırasında, insanların normalde yapamayacakları şeyleri inanılmaz bir hızla yapabildiklerine tanık olmak insanı şaşkına çevirir. Marx’ın 1870’te, işçilerin devlet aygıtını ele geçirip toplumsal bir yaşamı organize etme gücünü gösterebilmelerine dair söyledikleri de bu anlardan biridir. Bir ay öncesine kadar işçi sınıfı yetersiz olarak görülüyorlardı. Kendileri için bir topluluğun işlerini yönetmeye uygun olmadıklarını düşünüyorlardı! Aynı durumu bütün büyük muhalif hareketlerde, özellikle modern formundaki protestolarda görmek mümkündür. Birdenbire normal zaman akışından bir çıkış gerçekleşir. Özgürleşme, başka bir zaman anlayışının kurumsallaşmasıdır.
Bugün size ilham veren özgürlük hareketleri hangileri?
İran’da olanlara bakınca, daha önce imkânsız olarak görülen bir şeyin mümkün kılındığını görüyorum. Bu hareket son derece sert ve baskıcı koşullara rağmen iki aydan fazla süredir devam ediyor. İran olaylarında “Bireysel olarak muktediriz çünkü kolektif olarak muktediriz” fikrinin tezahürünü görüyorum. Yine Arap Baharı öncesi dönemdeki İran’da, sahte seçimlerin düzenlendiği sırada yapılan büyük protestolardan da inanılmaz etkilenmiştim. Birdenbire insanlar sokağa çıkıp “Korkmuyoruz” diye bağırmışlardı. Korkmamak ile başkalarının mobilize olma, adım atma yeteneğine güvenmek arasında çok güçlü bir bağ vardır. Her zaman bireysel olarak peçelerimizi kaldırabiliriz; ancak bu hareket, kadınlar veya erkekler olsun, başkalarına olan güvenle desteklenip pekiştirilmedikçe ayakta duramaz.