19 Mart 2025’te başlayan ve Türkiye’nin birçok farklı yerinde kitlesel bir şekilde süren protestolar esasında Türkiye’deki siyasal iktidara karşı başkaldırıda harekete dair oldukça tartışma yaratacak konular bırakıyor. İnsanların belli şaşkınlıkları ve soru işaretleri var olmalı ki, sol yapılar da harekete dair sorgulamalarda bulunarak kritik alanlarına almaya çalışıyor muhtemelen. İdeolojik olarak ‘zıt’ kabul edilen ya da bir mücadele hattına dair motivasyon bugüne kadar bulamamış, bunun üzerine düşünmemiş pek çok farklı insan ortak bir isyan hareketinde buluşuyor. Öyle ki, bazı sloganlarda dahi ortaklaşıyor. Öte yandan, bunun (en azından henüz) ortak bir politik zemin kuramadığının da çoğu kesim farkında. İsyan hareketinde kendiliğinden oluşan bu ortaklıklar siyasal arzu ve tahayyülleri ortaklaştırabilmiş değil. Buna dair de tabii farklı sorgulamalar ve perspektifler de gelişmekte.
Protestolarda hareket de her daim ortak zemin değil ancak protesto esnasında ‘hareket etmek’/ ‘harekete geçmek’ belli bir ortak zemin sağlıyor. Esasında burada aynı anda, aynı sloganı atan, polise karşı aynı anda direnen özneler yapıp ettiklerini farklı politik düzlem/ ‘topos’larda yaşıyor. Ancak, bu düzlemler birbirlerine ulaşamasa da hareket etmede ve ortak bir direnişte özneleri birleştirebilmekte.
Politik Olanın Farklı Düzlemleri: Politik Olanın İmgeseli ve Simgeseli
Giriş kısmında bahsettiğim ‘politik düzlem ya da topos’un nasıl bir varsayım olduğunu anlayabilmemiz için bu kavramları ilk aşamada Lacan’dan alabileceğimizi düşünüyorum. Esasında insan psikesini tanımlamak için kullanılan imgesel, simgesel ve gerçek düzlemleri, insan psikesinden çıkarırsak politik olanda ve politik olanın deneyiminde de karşımıza çıkacaktır (gerçek düzleminin de politik olanda bir deneyimi ya da ‘deneyimsizliği’ olduğunu düşünüyorum ancak bu yazının konusu olmadığı için bu düzlemi açmayacağım).
Lacan’ın insan psikesine dair uzun öyküsüne girmeden imgeseli açıklamaya çalışırsak ‘ayna evresi’ kavramı kritik bir kavram olarak karşımıza çıkacaktır. İmgesel düzleme geçerken bebek ‘ayna evresi’ adı verilen bir evreden geçmektedir. Bu evrenin geldiği zamana kadar bedenini kontrol edemeden kendiliğini parçalı bir biçimde yaşarken bu evrede bebek kendi benliğini fark eder ve kendisini bir bütün olarak algılar, ancak bu bir yanılgıdır onun için (Kaçar, 2018). Yanılgıdır zira benliğini bir bütün olarak kavrar. Burada odaklandığımızda politik olanın imgesel düzlemine dair bir fikir geliştirebileceğimiz yer ise bebeğin benlik tahayyülünün başlangıcıdır. Yani, ortada ‘ben’ varlığına dair bir farkındalık oluşur ancak bu salt bir imge olarak kalmaktadır, manalanmaz. İmgesel düzlem, boş bir mağara duvarına atılan ‘ilk çiziktir’ (Kaçar, 2018). Bu çizik, duvara çizilecek bir hayat için ilk adımdır, duvarın üzerine bir şeyler kurulabileceğinin fark edilmesi ve deneyimlenmesiyle coşku içinde olma halidir. Manalanma evresi, insan psikesinde simgesel düzlemin ortaya çıkmasıyla başlar. Burada toplumsal olan devreye girerek benliği, doğduğu dünyaya katar. Simgesel düzlem esasında toplumsalın ve dilin alanıdır ancak ‘dil’ benliğin değil, Ötekinin alanıdır (Kaçar, 2018). (Büyük) Öteki, esasında toplumda dolaşan ‘egemen-olanı’ temsil ettiği söylenebilir. Yani, her şeyi manalandırmış dünyanın manalar bütünüdür. Benlik, bu düzlemde yanılgıdan çıkar ama ‘eksik’ olanı belirginleşir (Kaçar, 2018). ‘Eksik’ burada, benliği bütüncül olarak kavrama arzusunda olan öznenin benliğin bütünlüğüne ulaşamamanın da ötesinde benliğine dair ‘dil’de, manada hiçbir zaman ‘tam’ karşılığı bulamamasıdır. Böylece, özne her daim sembolleşmiş bu dünyada daha öte bir sembol arama güdüsünü/kuvvetini içinde bulundurur ve bu güdüyü doyurmaya niyetlenir.
Tamamen Lacanyen tezi politik olana uyarlamadan ancak onun kavramlarını tekrardan yorumlayarak imgesel ve simgeseli tekrardan ele alabiliriz. Politik olanın düzlemlerinden bahsedecek olursak politik tahayyül ve kavramların siyaset bilimi ya da teorisindeki karşılıklarını kurcalamak dışında bir alana kaymamız gerekir. Politik olanın düzlemlerinde önemli kısım, öznelerin politik olanı nasıl deneyimledikleri ve deneyimlediklerinde neyin ‘eksik’ olanını bulduklarını ya da hala aradıklarını keşfetme çabasıdır. Politik olanın imgesel düzlemi de esasında bir yanılgının başlangıcıdır diyebiliriz. İmgesel politik, arzuladığımız bütüncül politik kavramların düzlemidir. Örneğin, ‘özgürlük’ için mücadele etmeye karar veren özneler, özgürlüğün nasıl inşa edileceğinden önce onun yaşamlarında yokluğuna ilk olarak vurgu yaparlar. Özgürlük, bu bağlamda eksiği olmayan, sonuna kadar savunulması gereken ve benlikle bütünleşmiş, benlikle bir arzu ilişkisi kurmuş bir imgedir. O, henüz manalı değildir. Bu dünyada politik bir alan, yapı oluşturmaz. Mağara duvarının boyanabileceğinin keşfedilmesi ve boyama arzusunun ortaya çıkış durumuna benzetilebilir. Ne var ki, özgürlüğün politikada deneyimlenebilmesi için onun salt bir arzu kavramı olmaması gerekir. Onun arzulamamızın ötesinde, deneyimlememiz gereken bir gerçeklik (gerçek değil) olması zaruridir. Deneyimleyebilmemiz için, politik olanda özgürlüğün simgesel düzleme eklemlenmesi gerekir. Bu eklemlenme, arzuladığımız kavrama yönelme ile olur, ancak eklemlendiğinde o artık, bütüncül, ‘tam’ ve sadece arzulanan bir kavram olmaktan da çıkacaktır.
Özgürlüğü manalı hale getirmek, özgürlüğün simgeselini oluşturmaya tekabül edecektir. Dolayısıyla artık, özgürlüğe yönelmek yerine onu inşa ederiz. Burada öyleyse bir ‘eksik’ ile karşı karşıya kalırız. O güne kadar manasız bir arzu kavramı olan özgürlük, artık kurucu bir ‘egemen’dir, yaşamımız içerisinde bir manadır. Esasında, yaşamak zorunda olduğumuz bir hakikat haline gelir. Burada, egemen-olan, özgürlüğü simgesele taşımış toplumun ne kadar dışına çıkarak, onu kendi bünyesinde tekelleştirerek manalandırırsa, toplum ile özgürlük arasında boşluk o denli derin olacaktır. Toplum, özgürlüğün ifadesindeki eksiği fark edecek ancak dayatma ya da rıza ile bu eksiği bastıracaktır. Böylelikle, bastırdığı fenomenin peşine daha da düşecek ve tekrardan arzulamaya başlayacaktır. Nitekim, “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” şiarı ile egemenliğe oturan burjuvazi, özgürlüğü manalandırıp simgesel düzleme yerleştirirken onu ekonomi-politikte emeğini satma serbestisi ile manalandırmıştır. Dolayısıyla, emeğin sömürüsü özgür-olmayanda deneyimlenmiş ama ‘dil’de ve toplumda özgürlük alanının dışında olarak simgeselleşmemiştir. Ancak, deneyim bastırılan eksiği (özgürlüğün çizilen sınırları dışında bir hakikatinin var olma potansiyelini) her daim ortaya çıkarır. Bu durumda, özgürlük bir yerden sonra emeği sömürülenler için tekrardan dil dışında olan bir imge olacak ve arzusal olarak kavranacaktır. Bu arzuya ulaşma güdüsü özgürlüğü deneyimleyemeyenlerde (esasında ezilenlerde) baskın olarak ortaya çıkacak ve güdünün çıkardığı enerjiyi ezilenler bir şekilde doyurmaya çalışacaktır. Ancak, nasıl? Politik tahayyülün ortaya çıkıp çıkmaması yahut nasıl bir politik tahayyülün ortaya çıktığı da bu sorunun ardındadır.
Zizek (2018), 2005’te Fransa’nın varoşlarında ortaya çıkan isyanda binlerce aracın yakıldığından bahseder. Bu başkaldırı esasında kapitalist düzene dair büyük bir öfke ve kapitalizmin simgesel düzleminin varoşlardaki öznelerin politik deneyimlerinde ‘eksik’ olanı deneyimlerken yaşantıları ile onlara ‘vaat edilen’ arasındaki boşluğun derinliğinin bir göstergesidir. Bu hınç hali, 68 kuşağındaki başkaldırının aksine hiçbir politik tahayyül barındırmadan salt bir tanınma ısrarıdır (Zizek, 2018). Zizek (2018), isyanlarda yakılan binlerce arabanın, kundaklanan okulların yine varoşlara ait olduğunu belirterek şiddetin kendilerine yönelik olduğunu belirtir. Bu hınç hali, henüz simgeselleşmemiş bir arzu durumunun örneklerinden birisidir bana kalırsa. Egemen politikada ‘manalanma’ eğer toplumun belli kesimlerine bir temsil sağlayamıyorsa, o özneler politik olanın imgelerine dönerek eski düzenin sınırlarını aşmak isterler. 2005 isyanını 68 kuşağının protestolarından ayıran ise politik bir tahayyül inşası olmamasından dolayı isyancıların politik imgeleri yapılandıramamalarıdır. Yani, neyin olmaması gerektiği konusunda bir kolektivite olarak harekete geçmiş ancak yerine ne olacağı konusunda bir tahayyül oluşturamamış bir kümedir bu örnek. Politik arzuları, kapitalist sınırların ötesindedir ancak bu arzuları bir tahayyül oluşturamadığı için yeni bir düzen kurmaya kanalize olamamıştır hareket. Dolayısıyla, postyapısalcılıkla birlikte oldukça popüler olan ‘arzunun’ kurucu olduğuna dair varsayım bana kalırsa pek de geçerli değildir. Arzu, daha çok bize neyi yıkmamız gerektiğini gösterir. Bunun tamamlayıcısı ise dönülüp arzulanan imgeleri tekrardan manalandırarak kendi onu bir hakikate çevirmek ve politik ‘eksiği’ toplumun kendisinin oluşturmasıdır.
Politik Olan Öznenin Hikâyesidir
19 Mart’ta başlayan ve bir hafta boyunca polisin şiddetine rağmen sokaklarda alanları zorlayan yüz binlerce insan oldu. Bu isyanlara katılan ve fazla bir politik tahayyülü olmayan bir öğrenciye katılma nedenini sorduğumda ilginç bir cümle kurdu: “Elbette ezilenlerin yanında durmak istiyorum. Ancak, insanlığa topyekün bir sevgi beslemiyorum çünkü insan iyi değil. Yine de ezilenlerin yanında durarak insanlığa saldırmak istiyorum. Biraz da vandal olmak istiyorum.” (Kurduğu cümleler birebir aktardığım gibi olmasa da dedikleri bu yöndeydi) Elbette bu diyaloğun hareketin öznelerine dair bir motivasyonu temsil ettiğini iddia etmiyorum. Gündelik yaşamın bir anında kurulan bu büyük ve ‘yıkıcı’ ifadelerin öznenin kendi temsilini dahi doğrudan karşıladığını söyleyemeyiz. Odaklanmamız gereken yer de bu diyalogda nefrete varacak ifadelerin bir hakikati temsil ettiği kaygısından çok kaynağına dair bir sorgulamaya girişmek. Bu birbirleriyle çelişkileri olan farklı cümlelerde esasında politik olanın alanına dair birçok imgesel ve simgesel düzlem ile karşı karşıyayız. Ezilen onun için esasında hem simgesel hem de imgesel düzlemde olan bir kavram. Ezilen, bu dünyada temsilsiz kalarak, tahakküme uğrayarak ortada kalan bir grup olarak simgeselleşiyor ancak bu simgeselin ötesinde bu öğrencinin yanında durması gereken bir kesim. Bu kesim, onlara tahakküm kuranlara karşı yıkıcı bir işlevi de olabilecek bir yerde ve bu yüzden maddi koşulları, durumları olmasa da dünyayı tepetaklak edebilme potansiyelleri arzulanacak bir yerde. Peki, bu yıkım potansiyelleri neden arzulanan bir yerde imgeselleşiyor? Buna öğrenci, ‘insanlığa’ dair duyduğu öfke ile cevap veriyor. ‘İnsanlık’ onun deneyiminde esasında neyin olmadığını imleyen bir yerde. Yani, mananın yetmediği, hatta ona bir şekilde acı ya da benzeri bir his yaşatan bir mana olarak insanlık karşısına çıkıyor ve bunu deneyimliyor. Burada bölünmüşlüğü yüzeye çıkıyor zira ‘insanlığa’ dair topyekün bir olumsuzlama ve öfke onu ezilenlere karşı da bir olumsuz hislere götürebilme potansiyeli taşıyan tehlikeli bir konuma geçebilir. Ancak, ezilen olanın imgeselliği manasızlık alanında devreye giriyor ve ‘vandallık’ arzusunu gerçekleştirebilmek için safında durması gereken bir imge halini alıyor. Yani, hareket onda tahayyüle dönüşemiyor ancak neyin olmaması gerektiği konusunda büyük bir arzu açığa çıkarıyor ve güdüsünü doyurmaya çalışıyor. Ezilenin yanında bir şekilde saf tutmasının bir nedeni de ‘insanlık’ olarak adlandırdığı kavramın topyekün bir insanlıktan ziyade onun da deneyimlediği tahakküm kurucuların düzleminde kendisinin de bir ezilen ya da ezilenlerle ortak bir paydası olması olabilir.
Douzinas (2022), güdünün tatmini sağlanırken tahrip edici bir kabiliyetinin olduğunu ve bu yüzden de yasaklanarak baskı altına alındığından bahseder. Nitekim, politik tahayyülden yoksun olan öfkeye karşı ortaya çıkan polis şiddeti, bu güdü doyumu sürecinde egemen-olanın simgesel politik düzlemine karşı tahrip edici bir kabiliyetin açığa çıkışından dolayıdır. Yasaklanan ve bastırılan bu güdü (kuvvet) doyum sürecinin geri dönüşü kavramlara tarihi boyutunu kazandırarak belleği ve unutulmazı inşa edecektir (Douzinas, 2022). Kavramlara tarihi bir boyut kazandıracağı nokta tam da güdü doyumu için ortaya çıkan arzunun deneyimlerle işlenirken artık bir tahayyüle dönüşmesidir. Deneyim, yaşandığı zaman-mekânda donarak politik olanda belleği oluşturacak ve insanlar bu bellek oluşumunda hareketlerinin ‘nedenliğine’ dair sorgulamaya girişerek yeni bir manayı dünyaya kazandırma çabasına girecektir. Bu anlamda, hatıranın anlatılması ve sahiplenilmesi bir hafıza oluşturacaktır (Sancar, der. Aldemir & Yıldırım, 2025). Bu hafıza, sahiplenilen hatıranın yapısallaşması ve simgesel bir politika kazanımıdır. Yani, hareket arzu imgelerinden çıkarak yeni bir dünya oluşturmak için çıkılan bir yola dönüşür hafızayla. Bu bakımdan, hareket daha sonra üzerine kurulacak yeni bir tahayyül için deneyimlenmesi gereken bir hakikattir.
Ne var ki, hareket, onu oluşturan varlıktan ayrı bir kavram olarak algılanmamalı. Dolayısıyla, öznelerin isyanı, hareketi çıkarma nedenleri öznelerin hikâyeleri üzerinden kavranmalıdır. Verdiğim örneğe geri dönecek olursak, konuştuğum öğrencinin ‘insanlık’ denildiği anda olumsuzladığı şey, kendisinin bugüne kadar yaşadığı deneyimlerin bir çıktısında saklıdır. Bu deneyimler ise egemen-politiğin simgeselliğinde, manalarında deneyimlenmiştir. Bu yüzden dile döktüğü ‘insanlık’ bütün insanlar kümesinden ziyade tahakküm mekânizmasında ezen rolünü devralanlar olması muhtemeldir. Dolayısıyla, egemen-olanın nasıl deneyimlenip ortaya çıkardığı ‘eksik’e karşı öznelerin nasıl bir tahayyül oluşturdukları aslında onların çelişkili gördüğümüz ifadelerini anlamakta gizlidir. Böylece, egemen-olanın karşısına oluşturacağımız tahayyülleri toplumsallaştırmanın da kapısı açılacaktır. İnsan her zaman ne söylediği ile değil ne söyleyemediği, dile dökmede neyin yetersiz kaldığında da konumlanır ve deneyimi bu alanda da açığa çıkar.
‘İsyan, Devrim, Özgürlük’ Diye Bağıran ‘Bozkurtlar’
Eylemlerde oldukça enteresan ve çoğu kendisini sol, sosyalist tanımlayan insanların şaşkınlıkla karşılayıp anlamaya çalıştığı belli olaylar oldu. Bunlardan birisi, bozkurt işareti yapan insanların ‘isyan, devrim, özgürlük’ sloganına bu işareti yaparak eşlik etmeleriydi. Bu sloganda üç temel politik kavramın imgesel bir düzlemde konumlandığını aslında fark edebiliriz. İsyan, hareket için meydana çıkmış herkesin deneyimlediği ve deneyimlerken bugüne kadar egemen-olanı deneyimlemenin ötesine çıkmaya çalışan, ona kendi deneyimleriyle karşı çıkmanın bir ifadesi. Ancak, kolektif bir mana değil. Karşı çıkılan şey, ortak bir tahayyül oluşturmuyor. Devrim kavramı ise yıkım dışında bir inşayı da imler. Ancak, nasıl bir inşanın ya da neyin yıkılacağı konusunda manalanmadığı sürece bize bir şey söylemez. Dolayısıyla, herkesin dile getirebileceği ancak uzlaşamadan da aynı anda arzu edebileceği bir kavram olabilir. Özgürlük örneği üzerinde ise yazıda uzun uzun durduk. Öyleyse, sorgulamaya gireceğimiz konu bozkurt işareti yapanların neden bu slogana eşlik ettiği değildir. Nitekim, bugüne kadar bu üç kavrama dair tahayyüller farklı olsa dahi Troçkistler, Hocaistler, bunlar dışındaki farklı sosyalist perspektiftekiler, radikal demokrasi savunucuları, anarşistler hep bir ağızdan bu sloganı atmış ve ortak bir slogan attıklarına şaşırmamışlardır. Bu üç kavramı bozkurt işareti yapanların neden arzuladıklarını öğrenmek bizim örgütleyebileceğimiz bir politik tahayyülün ilk kapısını açar, ki bunu öğrenmek de bu öznelerin politik personalarının ötesine, tüm bir politik deneyiminin hikâyesinin soyağacını çıkarma ile olabilir. Politik deneyimin hikâyesi nitekim, ona ilk öğretilenlerle, onun dünyadaki çocukluk deneyimleriyle ortaya çıkıp yaşamı boyunca olan birikimleridir. Egemen-olanı teşhir edecek olan tam da bu öyküyü çelişkileriyle, söylenmeyenlerle, personanın ötesiyle dinleyebilmek ve anlayabilmektir.
Sonuç
Bir halk isyanı, hareketi bize egemen-olanda neyin kabul görmediğine dair işaretler verir. Hareket, aynı zamanda politik olanda belli imgelere dair toplumsal arzuların açığa çıktığını da gösterir. Ancak, arzu bu noktada bir kurucu değildir. Arzu, eksik olanı gösterir. Ancak, eksik olana dair oluşan öfke ve başkaldırı eğer sosyalist bir politik tahayyüle sokulmazsa yalnızca belli hareket ortaklıkları denk gelebilir. Arzulamayla gelen politik hareketin, kurucu bir tahayyüle dönüşebilmesi için onun simgeselliğe doğru örgütlenmesi gerekmektedir. Bu örgütlenme için de isyan eden her öznenin hikâyesi açığa çıkarılarak egemen-olanın yaşamlarda tahakkümü deşifre edilmelidir. Bozkurt yapanların “isyan, devrim, özgürlük” sloganları onların çelişkilerini değil, simgeselleşmemiş politik arzularını ya da egemen-olanın hayatlarında yetemediği bir dünyayı göstermektedir.
Son Bir Not Düşmek Gerekirse…
Yazının açıklamalarıyla birlikte sosyalizme dair bir tahayyülü örgütleyici öznelerin üstten bir şekilde, bir kurtarıcı ‘miti’ ile diğer insanların yanına gelerek onlara tahayyül götürmeleri gerektiğini savunmuyorum. Eğer, politik olan, öznenin deneyiminde deşifre ediliyorsa, ilk ulaşabileceğimiz özneler de hem yoldaş, omuzdaş olduğumuz insanların deneyimlerine hem de kendi deneyimlerimize inerek bir yüzleşme süreci başlatmaktır. Kendi sürecinden geçemeyen sosyalist özneler aksi takdirde simgeselleştirmeye çalıştıkları, tahayyül inşasında bulundukları sosyalizmi yalnızca arzu kavramı haline getirecekler, bunu neden arzuladıkları, neden bunun için harekete geçtikleri konusunda bir kendine doğru yönelme süreci geçiremediğinden bir ‘hafıza’ da oluşturamayacaklardır. Dolayısıyla, bu durum, tahayyülü oluşturulacak sosyalizm ile özne arasında bir boşluk yaratacak ve bu kavram yaşanması gereken bir hakikatten ziyade yalnızca ulaşılamayacak yabancı bir fenomen olacaktır.