Demo v1.0

20 Ocak 2025, Pazartesi

Beta v1.0

Arzu İmkansızdan Beslenir

Depresif performans öznesi, kendi içine çöker ve orada boğulur. Öteki, artık onun erişim alanında değildir.
Çeviren:
Feyzanur Tokmak
Kaynak:
Philosophie magazine

Başlıklar

Han’a göre modern toplum; narsisizmin, bitmek bilmeyen üretim ve tüketim anlayışının esiri haline gelmiştir, dolayısıyla bu durum arzuyu yitirmemize sebep olmuştur. Onun keskin ve açık bir dille ördüğü düşünce dünyasını keşfetmek ise başlı başına bir yolculuktur.

Han’ın yaşam yolculuğu birçok açıdan dikkate değer. Aslen Koreli olan Han, 22 yaşında mekanik öğrenimi görmek amacıyla Almanya’ya göç etti. Fakat Almanya’ya gittiğinde yolunu teoloji ve felsefe alanlarına yöneltti ve ilk başarısına imza attı: Almanya’da doktora tezini Almanca savunabilen tek yabancı öğrenci olma başarısını gösterdi. Bu başarısından bu yana Han, Peter Sloterdijk’in de ders verdiği (ikisinin arasının iyi olmadığına yönelik söylentiler var) ünlü Karlsruhe Sanat ve Tasarım Üniversitesi’nde profesör olarak ders veriyor.  Sloterdijk’in eserleri ne kadar zengin detaylı ve dolambaçlıysa, Han’ın eserleri de o derece kısa, öz ve hayranlık uyandırıcı derecede bir sadeliğe sahiptir. Meslektaşımız Wolfram, “Onun cümleleri tıpkı bir balta darbesi gibi keskin ve isabetli ve yazı dili ağaçları devirmek isteyen bir adam gibi serttir” şeklinde ifade eder. Nitekim Han’ı okumak geleneksel Alman düşüncesinin akıcı legato dilinden ziyade, sert vuruşlarla ilerleyen staccato tarzında bir düşünce deneyimi yaşamaktır. […]

Han kalemini, günümüz sorunlarıyla mücadele etmek ve insanları ikna etmek amacıyla kullanmaktadır. Bazı denemeleri özellikle Kore ve Çin’de çok satanlar listesine girmiştir ve üstelik eserleri dünyanın dört bir yanında çevrilmeye devam etmektedir. Han, hem bir eleştirmen hem de bir ahlak filozofudur. Stresin herkesi etkilediği zamanlarda o, son derece gergin bir üslupla gevşemeyi ve açıklığı savunmaktadır. Düşüncelerindeki bu paradoks onun yazılarını daha dikkat çekici kılmaktadır.

 

Hayat yolculuğunuz oldukça dikkate değer. Sizi Kore’den Almanya’ya çeken ve metalurji öğrencisini filozof olmaya iten motivasyon kaynağınız ne idi?

Hayatta bazen açıklanamayan dönüm noktaları vardır. Belki de bu sıra dışı kararımın en büyük sebebi taşıdığım isimle alakalıdır. Adorno, biz farkında olmasak da isimlerimizin kaderimizi etkilediğinden bahseder bir yerde. Çince ideogramlarda ‘Chul’ kelimesi hem ışığı hem de demiri çağrıştırmaktadır. Korecede ise felsefe kelimesi ‘ışığın bilimi’ anlamına gelmektedir. Dolayısıyla sorduğunuz sorunun cevabı belki de ismimin yolunu takip etmemle ilgilidir.

Ta Almanya’ya kadar mı?…

Evet öyle… Göttingen yakınlarındaki Clausthal-Zellerfeld Teknik Üniversitesi’nden öğrenim görme şansı sayesinde Almanya’ya gelebildim. Fakat aileme teknoloji alanında eğitim alacağımı söylemek zorunda kaldım çünkü aksi takdirde bu kararımı kabul ettiremezdim. Ne dilini ne de yazısını bildiğim bambaşka bir ülkeye gelmiştim ve kendimi tamamen farklı bir alana adadım. Bunu söylemesi rüya gibi geliyor fakat tüm bu olanları gerçekleştirirken sadece 22 yaşındaydım.

Yorgunluk Toplumu kitabınız, Almanya’da çok satanlar arasında, Güney Kore’de ise âdeta bir kült eser haline geldi. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?

Görünüşe göre Koreliler kitabın temel argümanlarıyla kendileri arasında daha kuvvetli bir bağ kurdular: Günümüzün disiplin odaklı toplumu, bireyin kendi kendini sömürdüğü bir düzen haline gelmiştir ve bu sömürü için artık herhangi bir dayatmaya ihtiyaç yok. Güney Kore, yorgunluk toplumunun son evresidir çünkü baktığımız her yerde uyuyan insanlarla karşılaşmamız mümkündür. Özellikle Seul’deki metro vagonlarının yataklı trenlerden pek bir farkı kalmamıştır.

Peki eskiden de durum böyle miydi?

Benim okula gittiğim yıllarda sınıfımızın duvarları, klasik disiplin toplumunun sloganlarıyla, yani sabır, özveri gibi kavramların sergilendiği pano yazılarıyla kaplıydı. Ancak günümüzde Kore, başka hiçbir yerde görülmediği kadar hızlı ve bir o kadar da acımasız şekilde başarı toplumuna dönüştü. Fakat kimse neoliberalizmin bu en acımasız versiyonuna uyum sağlamaya hazır değildi. Bu durum birdenbire, zorunluluk ya da sorumluluk olarak değil “potansiyel” olarak lanse edilmeye başlandı. Dolayısıyla artık sınıf duvarlarındaki sloganlar da “başarabilirsin” gibi sloganlarla doldurulmaya başlandı. Böyle bir dönemde, Yorgunluk Toplumu eserimin bir panzehir görevi üstlendiğini düşünüyorum. Belki de eserim eleştirel bir farkındalığın öncüsü olabilir ama bu farkındalık biraz zaman alacakmış gibi gözüküyor.

Performans etiğindeki sorun tam olarak nasıl açıklanabilir?

Öyle sinsice işleyen bir düzen ki bu, etkileri de bir o kadar şiddetli yıkıma sebep oluyor. İzninizle size bu sinsiliğin nasıl işlediğini açıklayayım. Karl Marx, insanların üçüncü bir tarafın faydası uğruna yabancılaşmaya itildiği bir toplum düzenini eleştirmiştir. Kapitalizmde işçi üçüncü taraf tarafından sömürülür ve bu sömürü belirli bir üretim seviyesine ulaşıldığında sınırlarla karşılaşılır. Ne yazık ki, bugün kendimizi gönüllü olarak maruz bıraktığımız öz-sömürü tamamen farklı bir hikayedir. Öz-sömürünün hiçbir sınırı yoktur! Tükenene dek kendi isteğimizle boyun eğeriz. Eğer başarısız olursak bunun sorumluluğunu yalnızca kendimize yükleriz. Eğer iflas ettiğimiz için acı çekiyorsak bunun da tek sorumlusu bizizdir. Öz-sömürü herhangi bir dayatmaya dayanmayan bir sömürü çeşididir çünkü özgür irade ile seçilir. Tam da bu özgürlük kisvesi altında gerçekleştiği için etkileri büyük oranda yıkıcı olur. Dolayısıyla böyle bir süreçte, bu düzeni sorgulayıp karşısında durabilecek bir kolektif ya da ‘biz’ oluşumu görmek oldukça zordur.

Toplumumuz üzerine yaptığınız değerlendirmelerde pek sık rastlanmayan ikili karşıtlık kavramları kullanıyorsunuz: olumluluk ve olumsuzluk. Ve olumsuzluğun giderek zayıfladığını ileri sürüyorsunuz.

Olumsuzluk, korunma mekanizmamızı harekete geçiren bir unsurdur. Dolayısıyla Öteki, bize ait olanın içine sızan, onu yok sayarak yıkmaya çalışan bir olumsuzluktur. Günümüzde artık post-immünolojik bir çağda yaşadığımızı ileri sürmüştüm. Bugün depresyon, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (DEHB) ya da tükenmişlik sendromu gibi psikolojik rahatsızlıklar, olumsuzluğun neden olduğu tehditler değildir; aksine toksik olumluluktan kaynaklanan krizlerdir. Şiddet, yalnızca olumsuzluktan ve Ötekinden değil aynı zamanda olumluluktan ve Aynılıktan kaynaklanabilir. Toksik olumluluğun ya da Aynılaşmanın şiddeti, post-immünolojik bir şiddettir.  Sistemin hasta eden yanı, onun fazla yağlanmış yapısıdır. Çünkü bilinir ki, yağlanmaya karşı bir bağışıklık tepkisi yoktur.

Depresyonun ne ölçüde olumsuzluğun azalmasıyla ilişkisi vardır?

Depresyon, bireyin kendisiyle kurduğu narsistik ilişkinin patolojik bir boyuta ulaşmasının sonucudur. Depresif performans öznesi, kendi içine çöker ve orada boğulur. Öteki, artık onun erişim alanında değildir. Lars von Trier’in Melankoli filmini izlemiş miydiniz? Justine karakteri bu durum için mükemmel bir örnektir: Justine depresyona girmiştir çünkü tamamen kendisine odaklandığı için tükenmiştir ve kendi içinde ezilmiştir. Onun obje libidosu yalnızca kendisine yöneliktir ve bir başkasını sevebilmek onun lügatinde yoktur. İşte tam o sırada Melankoli gezegeni devreye girer. Aynılaşmanın cehenneminde, Büyük Ötekinin gelişi kıyamet etkisi yaratır ama ötekine yönelmemizi sağlayabilecek tek şey de bu kıyamettir. Bu ölümcül gezegen Justine’ye, narsistik bataklıktan kopup gelmiş bir Öteki olarak kendini sunar. Ölümle dolu gezegenin karşısında âdeta yeniden doğar. Artık başkalarını da fark eder, Claire ve oğluna şefkatle yaklaşır. Gezegen, erotik bir arzunun dışavurumuna sebep olur. Eros, Büyük Öteki ile ilişki kurarak depresyonu ortadan kaldırır. Bir nevi felaket, kurtuluş ile birlikte gelir. Bu arada ‘felaket’ kelimesi Latince desastrum kelimesinden türetilmiştir ve kötü yıldız anlamına gelir. Melankoli gezegenindeki bu kötü yıldız, hem olumluluğu hem de olumsuzluğu beraberinde getirir, yıkımla birlikte ıslah edici etkisi de bulunur.

Öteki kavramını daha net bir şekilde tanımlayabilir misiniz?

Öteki sadece Gegenstand -karşıda duran- değil aynı zamanda bir An-Stand’tır -karşıdakine yönelik düzeltme-. Biz her şeyi kendi iç dünyamızda yaşarken Ötekini kendi farklılığıyla görme yeteneğimizi ne yazık ki kaybettik. Öteki, ben’i sorgulamamızı sağlayan ve ben’i içsel dünyamızdan koparmamıza olanak sağlayan bir şeydir.

O halde çözüm yolumuzu nasıl bulabiliriz?

Bir toplum Büyük Ötekiden mahrumsa Erostan da mahrumdur. Aynı şekilde; edebiyat, sanat ve şiir de Büyük Ötekine duyulan arzudan beslenir. Belki de günümüzde sanatın karşı karşıya kaldığı kriz, aşkın yoksunluğundan kaynaklanmaktadır. Eminim ki çok yakında Paul Celan’ın şiirlerini anlamakta güçlük çekeceğiz çünkü onun şiirleri çoğunlukla Büyük Ötekine hitap etmektedir. Yeni iletişim araçlarıyla birlikte Ötekini ortadan kaldırma yolunda ilerliyoruz. Celan’ın bir şiirinde dediği gibi: “Sanki burada kalmıyormuşçasına, yakındasın şimdi”.1Uçtu Güvercinlerin En Beyazı şiirinden, çeviri Ahmet Cemal. -çn. İşte buradaki asıl mesele tam da bu! Yokluk bir olumsuzluktur ve Ötekinin esas niteliğini oluşturur. Burada bulunmadığı için ifade edebiliriz, şiiri mümkün kılan tek sebep budur. Çünkü Eros, Büyük Ötekini hedef almıştır.

Bu durumda aşkın hayata geçirilmesinin zor ve ütopik bir seçenek olduğunu söyleyebilir miyiz?

Arzu imkânsızdan beslenir. Örneğin reklamlarda gördüğümüz “Yapabilirsin” ve “Her şeyi başarabilirsin” gibi sloganlar tekrar edilmesi erotik arzunun tükenmesine sebep olur. Artık aşka inanmak zordur çünkü çok özgür olduğumuza ve seçeneklerimizin çok fazla olduğuna inanıyoruz. Öteki bizim hem düşmanımız hem de sevgilimizdir. Jacques Lacan’ın deyişiyle, tıpkı bir Ortaçağ ozanının türküsü gibi kıyısında arzunun yoğunlaştığı bir kara deliktir. Ve artık bu deliğin yanına bile yaklaşamıyoruz.

Ayrıca aşkınlığa olan inancımızı şeffaflığa olan inancımızla değiştirdiğimizi ileri sürüyorsunuz.

Evet, gizlilik yoksunlukla karakterize edilen bir tür olumsuzluktur. Aşkınlık bir olumsuzluk iken içkinlik ise olumluluk olarak kendini temsil eder. Ancak aşırı dozda bir olumluluk yine bir içkinlik krizine sebep olabilir. Şeffaflık toplumu, temel olarak bir olumluluk toplumudur.

Sizce şeffaflık kültünün kaynağı nedir?

Bunu anlayabilmek için ilk olarak dijital iletişim çağının paradigmasını kavramamız gerek. Dijital teknolojinin, yazının ya da matbaanın icat edilmesi kadar büyük bir tarihsel dönüm noktası olduğunu düşünüyorum. Dijital dünya, şeffaflık konusunda kendini geliştiriyor, tek bir tuşa basarak anında sonuç alabilmemizi mümkün kılıyor. Şeffaflık toplumunun zaman algısı doğrudan ve hakiki olandan yanadır. Bilgi akışındaki hiçbir tıkanıklık ya da gecikme artık kabul edilemez hale gelmiştir. Dolayısıyla artık, her şey şeffaf ve hızlı erişilebilir olmalı algısı hâkimdir.

Almanya Korsan Partisi, siyasetin bu şeffaflıktan ve doğrudanlıktan yararlanabileceğini savunuyor. Buna katılıyor musunuz?

Liquid Feedback’in bu sorunun çözüm anahtarı olduğunu düşünüyorum.2Liquid Feedback, Alman Korsan Partisi tarafından kullanılan ve karar alma süreçlerini hızlandırmayı ve şeffaflaştırmayı amaçlayan bir yazılım. -ed. n. Görünüşe göre, mevcut demokraside inanılmaz bir zaman engeli bulunuyor. Ancak duruma bu bakış açısıyla yaklaşmak beraberinde ciddi sorunlar getiriyor: Bazı şeylerden iyi sonuçlar alabilmek için sürecin olgunluşarak ilerlemesine müsamaha göstermeliyiz ve her şeyin bir anda olup bitmesini beklememeliyiz. Aslında siyaset de tam olarak böyle bir süreçten geçmelidir ve deneme yanılma sürecinin atlanmaması önemlidir. Çünkü bir şeyi denemeden sonucunu öngörebilmemiz mümkün değildir. Bir vizyonu hayata geçirmek istediğimizde, zaman temposunda bir duraksamaya ihtiyacımız vardır. Fakat Korsan Partisi’nin hayata geçirmek istediği politika, zorunlu olarak bu duraksamadan yoksun bir anlayışa dayanmaktadır. Aynı durum iş dünyasında da yaşanmaya devam ediyor. Sürekli bir değerlendirme süreci işliyor ve her gün daha iyi sonuçları sunmak için yoğun bir performans sergileniyor. Bu sebeple, artık uzun vadeli projeler tercih edilmiyor. Artık dijitalleşmenin dayattığı alışkanlıklar yüzünden bakış açımızı sürekli değiştirmeye yönlendiriliyoruz. Dolayısıyla bence gelecekte, gerçek anlamda bir politikacı kalmayacak çünkü politikacı olmak görüşlerinde kararlılığı sürdürmeyi başarabilen önemli bir iradeyi gerektirmektedir.

Tüm bunların sorumlusunun dijitalleşme olduğunu mu düşünüyorsunuz?

Bu soruyu cevaplarkendijital’ kelimesinin ne anlama geldiğini açıklayarak başlayayım. ‘Dijital’ kelimesi, Latince digitus kelimesinden türemiştir ve ‘parmak’ anlamına gelir. Dijitalleşen dünyamızda insan faaliyeti artık, tek tıkla işimizi halledebildiğimiz parmak uçlarımıza indirgenmiştir. Fakat uzun bir süre boyunca insan faaliyetleri elle ilişkilendirilmiştir; Örneğin, Almancada “el” anlamına gelen Hand, Handlung (eylem) veya Handwerk (zanaat), yani tam olarak “el işi” gibi terimleri doğurmuştur. Ve elbette, el yazmaları da bu işin bir parçasıdır.  Ancak eylem anlamına gelen Handlung, özünde her zaman yoğun şekilde drama içerir. Bu bağlamda, Heidegger’in el kavramını fetişleştirmesi dijital çağa karşı bir protestodur.

Dijitalleşen çağımıza göre artık lider figürleri yok ve bu durum siyasette de etkisini gösteriyor. Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bir şeyleri yönetmek istediğinizde bir gözünüz daima geleceğe yönelik olmalıdır. Lider olmanın mühim bir gerekliliğidir öngörü sahibi olmak. Siyasi alanda risk almadan yeni denemelere girişmek neredeyse imkansızdır çünkü ne olup biteceğini tam olarak bilmeden ilerlemek gerekir. Liderlik vasfına sahip kişi bu bağlamda, “öncülük” görevini üstlenir ve öngörülemez olana yönelme cesaretini gösterir. Bunun yanı sıra, dijital çağla ilişkilendirilen şeffaflık toplumu ise tamamen öngörülebilirliği hedefler ve her şeyin hesaplanabilir olduğu bir anlayışı savunur. Oysaki hiçbir eylemin doğasında, sonuçların kesin bir şekilde önceden bilinmesi mümkün değildir. Eğer mümkün olsaydı bu durum yalnızca bir hesaplama yani daha doğrusu bir muhasebe işlemi ya da faturalandırma süreciyle ilgili olurdu. Eylem, her zaman öngörülemez olanla ve gelecekle bağlantı halindedir. Bu bağlamda şeffaflık toplumu aslında gelecek perspektifinden yoksun bir toplumdur. Normalde gelecek, tamamen farklı olanın bir zamansal boyutudur. Günümüzde ise gelecek, yalnızca optimize edilmiş şimdiki zaman olarak karşımıza çıkmaktadır.

Peki sizce, ancılığı yüceltmek, insanları olgunlaşmadan alıkoyan bir süreci mi işaret ediyor?

Evet, kesinlikle öyle. Dijital çağ bizi olgunlaşma sürecimizden alıkoyuyor çünkü artık insanların tahammülünün asgari düzeyde olduğunu görebiliyoruz. Mesela, aşkın zaman algısının nasıl kaybolduğunu bir düşünün. “Seni seviyorum” demek geleceğe yönelik bir vaatte bulunmaktır. Fakat günümüzde, sorumluluk ya da vaatte bulunma gibi geleceğe yönelik insani eylemlerin zayıfladığına şahit oluyoruz. Aslında bilgi, öğrenme ve deneyim bile temelinde geleceğe yönelik bir zamansal bağlama sahiptir. Ama artık bilgi ve deneyimin zamansal bağlamı yalnızca şimdiki zamanla sınırlandırılmıştır. Bilgi toplumunun sebep olduğu bir rahatsızlık çeşidi olan “Aşırı Bilgi Yüklenmesi Sendromu”nun en önemli belirtisi analitik düşünme kapasitesinin felce uğramasıdır. Etrafımızdaki sürekli aktif halde olan bilgi akışından dolayı artık hangi bilginin gerekli veya gereksiz olduğunu ayırt etmek imkânsız hale gelmiştir. Bu sendromun diğer bir ilginç belirtisi ise sorumluluk alma kapasitesinin oldukça zayıflamasıdır.

Şeffaflık Toplumu metninizde Porno Toplumu şeklinde bir alt başlık kullanmıştınız. Neden bunu tercih ettiniz?

Şeffaflık toplumu, görünürlüğün mutlak bir ilke haline getirildiği, gizliliğin ise tamamen ortadan kaldırıldığı bir toplum olduğundan dolayı pornografik bir toplumdur. Kapitalizm, her şeyi bir meta haline dönüştürüp sergileyerek ve aşırı-görünürlüğe teslim ederek porno toplumunun dinamiklerini güçlendirir. Kapitalizmin yegâne amacı teşhir değerini en üst seviyeye ulaştırmaktır çünkü kapitalizm cinsellikten en iyi bu şekilde çıkar sağlayabilir. Fakat erotik gerilim, çıplaklığın sürekli sergilenmesinden değil, kimi zaman gizemli kimi zaman şeffaflığın sergilendiği bir dengenin kurulduğu bir döngüden beslenir. Çıplaklığı cazibeli kılan olgu, bu kesinti anlarının yarattığı olumsuzluktan kaynaklanmaktadır.

Pornografi erotizmin kutsallığını yok eder mi?

Kesinlikle. Örneğin Flaubert’in Madame Bovary romanındaki şu etkileyici kısmı hatırlayalım: Léon ve Emma faytonla Rouen sokaklarında amaçsızca gezip dolaşır, fakat Flaubert okuyucuya faytonun içerisinde ne olup bittiğiyle ilgili hiçbir detay vermez. Yalnızca meydanların ve sokakların adlarını sıralar. Sahnenin sonunda Emma, faytonun camından elini uzatır ve elindeki kâğıt parçaları yonca tarlasında uçuşan kelebekler gibi yere doğru süzülür. Bu sahnedeki tek çıplaklık Emma’nın elidir ve saf bir erotizmi temsil eder çünkü bir gizem söz konusudur. Bugünün aşırı-görünürlük çağında böyle bir gizeme rastlamak artık imkânsızdır.

Aynının Cehennemi’nde felsefenin rolü nedir?

Benim için felsefe, bambaşka bir yaşam tarzını tasvir etmek ve en azından düşünce düzleminde farklı yaşam tarzlarını benimseme girişimidir. Aristoteles, bu anlamda bize bir örnek göstermiştir ve düşünsel yaşamı ima eden vita contemplativa kavramını ileri sürmüştür. Fakat günümüzde felsefe, bu anlayıştan oldukça uzaktadır ve Aynının cehennemi’nin bir parçası haline gelmiştir. Heiddeger, düşünceyi ve erosu karşılaştırdığı yazısında Erosun kanat çırpışını, düşüncesini daha önce kimsenin yürümediği yollara taşıyan bir güç olarak tasvir etmiştir. Belki de felsefe, sözleri kullanmadan ötekinin bedeninde dilsel ve düşünsel biçimler çizen bir dokunuştur.

Bugün bir kürsü başkanısınız fakat akademik felsefeyle ilgili zaman zaman sorunlarınız oluyordu, yanılıyor muyum?

Bildiğiniz üzere köklü bir sanat okulunda felsefe profesörüyüm. Geleneksel bir üniversitenin felsefe bölümünde ders vermek için fazla hareketli biriyim sanırım. Almanya’daki akademik felsefe ise ne yazık ki tamamen durağan ve cansız. Günümüzle bir bağlantısı yok.

Düşünceye karşı yapılan meydan okumalarının en çok nerede görüldüğünü düşünüyorsunuz?

Günümüzde felsefi bir açıklamaya ihtiyacı olan birçok olay ve olgu bulunuyor; özellikle depresyon, şeffaflık gibi konular. Dolayısıyla bugün yeni bir antropolojiye, daha doğrusu, dijital çağın bilgi ve algısına odaklanan bir antropolojiye ihtiyacımız var. Dijital çağın sosyal ve kültürel felsefeleri üzerine daha fazla düşünmemiz gerekiyor. Heidegger’in Varlık ve Zaman’ını dijital çağ için çoktan günümüze uyarlamamız gerekirdi.

Son cümlenizde tam olarak ne demek istediniz?

Heidegger, özneyi Dasein olarak tanımlamıştı. Bugün ise özneyi proje ile değiştirmemiz gerekiyor. Bizler artık bu dijital çağa ‘fırlatılmış’ bireyler değiliz, ‘yazgı’ tarafından da yönlendirilmiyoruz. Artık kendi tasarılarımızı kendimiz planlayıp gerçekleştiriyoruz. Dijitalleşme çağında artık Heidegger’in ‘Şey’ kavramının yeri bulunmuyor çünkü yeni bir varlık ve yeni bir zaman algısı mevcut. Daha fazla teori üretme cesareti göstermeliyiz ama görüyoruz ki akademik felsefe bunun için fazla kaygılı davranıyor. ‘Ruh’ kelimesi aslında, orijinal olarak huzursuzluk ve kaygı anlamlarına gelir. Ve umuyorum ki akademik felsefe, bir gün daha cesur ve daha atılgan yaklaşımlar sergileme ruhunu yakalayabilir.

 

Notlar

(1) Uçtu Güvercinlerin En Beyazı şiirinden, çeviri Ahmet Cemal. -çn.

(2) Liquid Feedback, Alman Korsan Partisi tarafından kullanılan ve karar alma süreçlerini hızlandırmayı ve şeffaflaştırmayı amaçlayan bir yazılım. -ed. n.

 

Orijinal Başlık: Le désir se nourrit d’impossible
Yazar: Byung-Chul Han
Söyleşi:
Ronald Düker
Fransızcadan Çeviren: Feyzanur Tokmak
Editör:
Bekir Demir