Geçtiğimiz günlerde Amerikalı deneme yazarı Fredric Jameson vefat etti. Bugün her zamankinden daha çok geçerliliği olan (zaman zaman yanlışlıkla bana atfedilen) sözlerinden biri şöyleydi: Dünyanın sonunu hayal etmek, kapitalizmin sonunu hayal etmekten çok daha kolaydır. Peki ya aynı mantığı Jameson’ın kendisine de uygularsak? Jameson’ın tüm yaşam tarzı, Fransızların les palissades dedikleri, efsanevi karakter Mösyö la Palice’ye atfedilen malumun dile getirilişine çok daha yakındı: “Vefatından bir saat önce, Mösyö la Palice halen hayattaydı.” Jameson yaşadığı sürece ölüm diye bir şey yoktu. Ailesinden öğrendiğime göre, Jameson son nefesine kadar okuyor, yazıyordu. Vefatından bir iki gün önce, hastanede yatarken, birkaç kitap ve bir not defteri istemişti. Kısacası, ölen Jameson değildi, ölüm sadece Jameson’ın başına gelen bir şeydi.
***
Francis Ford Coppola’nın Megalopolis filmi hak ettiği gibi fiyaskoyla sonuçlandı. Tiksindirici derecede bir pahalılığa sahip proje, stüdyoların filmler üzerinden neden daha sıkı kontrole sahip olmaları gerektiğine dair en iyi argümanı oluşturmaktadır. Yönetmen kendi haline bırakıldığında sonuç böyle olur. Filmin tek sevdiğim yanı, Cicero tarafından bastırılan Catilina’nın ayaklanmasının geleceğin New York’unda geçen modern yorumunda, Catilina’nın tarafını tutan bir anlatıma sahip olmasıydı. Bana göre Catilina, fakirlerin ve mülksüzleştirilmişlerin sesi olup, daha adil bir gelir dağılımı ve toprak paylaşımının mücadelesini veriyordu. Bununla birlikte, Catilina ve (yolsuzluğa bulaşmış belediye başkanı) Cicero’nun uzlaştırılıp, helalleştirilmesinden ötürü filmin sonunu itici buldum. Düşünülebilecek en iğrenç son! Bir devrimci olmak yerine Catilina, New York’u yeniden nasıl inşa edeceğine ilişkin büyük bir proje fikrine sahip bir mimardır. Şayet siyasi güç benim elimde olsaydı, Joseph Goebbels’e dönüşür ve Megalopolis’i herkesin gözleri önünde yakardım.
***
Birinci Dünya Savaşının başında Almanya Belçika’yı işgal ettiğinde, Belçikalı bir bakan şöyle demişti: “Gelecekte tarihçiler bu savaş hakkında ne derse desinler, hiçbiri Belçika Almanya’ya saldırdı diyemeyecek.” Malumun ilanına duyulan saygıdan bugün eser kalmamıştır: Rusya, 2022’deki geniş çaplı saldırısından bu yana düşmanın Ukrayna olduğunu söylemektedir. Birkaç hafta önce Vladimir Putin hükümeti bir liste yayınladı. Listede Rusya’nın geleneksel ruhu ve ahlaki değerleriyle çeliştiği belirtilen, yıkıcı neoliberal ideolojiyi yayan politikalar gütmekle suçlanan 48 yabancı devlet ve bölge bulunuyordu. Listedeki ülkeler resmi olarak “düşman devletler” olarak damgalanmıştı. Çok kutuplu dünyanın adı bile anılmıyordu. Eğer aynı değerlere sahip değilseniz, Rusya’nın düşmanıydınız. Neyse ki bu değerlere öyle ya da böyle Kuzey Kore ve Afganistan tarafından da sahip çıkılıyor. Ama Rusya burada kimseyi aldatmıyor. Tarihin en büyük kötülüğü olarak gördüğü Avrupa Aydınlanmacılığının reddine dayanarak yeni bağlar kuruyor.
***
Son zamanlarda Pussy Riot grubunun kurucu üyelerinden Nadya Tolokonnikova ile mesajlaşıyorum. Bu Rus muhalifler, 2012 yılında St. Petersburg kilisesinde bir protesto düzenleyip bir skandala imza atmışlardı. Protesto, Putin hükümeti tarafından istismar edilen Rus Ortodoks kilisesine yönelikti. Haklılardı. Hadi hatırlayalım: Rus Ortodoks kilisesinin başı patrik Kirill, Putin’i “deccale karşı bir savaşçı” ve “baş şeytan çıkarıcı” olarak tanımlamıştı. Hiç yüzyüze tanışma fırsatımız olmasa da, Nadya’yla hapisanedeyken yazışmıştık. Gizlice yazdığı mektuplar hapishaneden avukatları tarafından yine gizlice çıkarılıyor ve Comradely Greetings’de yayımlanıyordu. Hükümeti, radikal bir solcunun bakış açısından eleştiriyordu. Ben de ona cesareti ve ahlaki dürüstlüğünden ötürü hayranlık duyuyordum. Gelecek ay Viyana’da yuvarlak bir masa toplasında onunla sonunda tanışmış olacağım. Sanmam ki gerçek Nadya beni hayal kırıklığına uğratsın. “Ünlü” insanlarla tanışınca genelde öyle olur ya.
***
Microsoft geçenlerde yapay zekâ asistanlarının yakında görücüye çıkacağını duyurdu. Eh, bu asistanların yapacaklarının bir sınırı olacaktır herhalde? Örneğin, günlük ufak rutinler nasıl programlanabilir ki? Herkesçe bilindik birkaç örneği ele alalım. Maya Angelou ne zaman otelde kalsa, odasındaki resimlerin duvardan indirilmesini talep eder. Yazma işine o akşamlık bir nokta koyduktan sonra, Agatha Christie banyo yapar ve o esnada bir elma yer. Charles Dickens yatağının her zaman kuzeye doğru bakmasını ister. Serena Williams servis kullanmadan önce topu mutlaka beş defa sektirir… Hepimizin yaşamlarımıza anlam katan ancak pragmatik hiçbir işlevselliğe sahip olmayan alışkanlıkları vardır. Bu alışkanlıkların sahip olduğu anlamlar özgönderimseldir, anlamın gölgesinde ikamet ederler. Yapay zekânın kaosun içinde düzen ararken insanlara yardım edebilmesine daha çok vakit var.
***
Arkadaşlarım bana TikTok’da popüler olduğumu söylüyor. Neden, bilmiyorum. Zira TikTok’ta ya da başka bir dijital platformda hiçbir zaman aktif olmadım. Bu platformların işleyişi benim için sır küpü. Birine anında cevap vermekten katiyen hoşlanmam; önce düşünüp taşınmalıyım. Fakat zaman zaman arkadaşlarım bana, beni taklit eden birkaç hesabın varlığından söz etmiştir. İşin komik tarafı, bu hesaplar benim düşünce tarzımı kopyalasa da, bana atfettikleri siyasi ve felsefi düşünceler genellikle her zaman yanlış olanlar oluyor. Bana yanlış şekilde atfedilen şeylerle uğraşacak zamanım yok. Ama yine de zaman zaman sahte bir isimle kendime bir cevap vermek istemedim de değil.
***
Geçenlerde Roger Penrose ve Sabine Hossenfelder ile birlikte Londra’da kuantum mekaniği üzerine bir söyleşiye katıldım. İtiraf etmeliyim ki acayip iç karartıcı bir etkinlikti. Üçümüz de birbirimizi kaale almadan konuşup durduk. Ortada herhangi bir fikir çatışması yoktu. Daha ziyade salt bir iletişim eksikliği vardı. Bu da öyle kaçmış bir fırsattı ne yazık ki. Ama bunun için çoğunlukla kendimi suçluyorum, zira durup dururken temel felsefi sorulara yoğunlaşmıştım. Bunu ilk kez yapmıyorum, muhtemelen son da olmayacak.
Orijinal Başlık: Why am I popular on TikTok?
Yazar: Slavoj Žižek
Türkçeye Çeviren: Tunç Türel
Editör: Bekir Demir