Suriye’de Beşar Esad rejiminin devrilişi, Ebu Muhammed el-Colani liderliğindeki Heyet-i Tahrir eş-Şam’ın başını çektiği muhalefeti bile şaşırttı ve komplo teorileri için verimli bir zemin hazırladı.
İsrail, Türkiye, Rusya ve ABD’nin bu ani dönüşteki rolü neydi? Rusya, Ukrayna dışında bir sahada askeri operasyonu göze alamadığı için mi Esad uğruna bir müdahaleden kaçındı, yoksa perde arkasında gizli bir anlaşma mı vardı? 1980’lerde Afganistan’daki mücahitlere verdiği destekten ders çıkarmayan ABD, yeniden Rusya’ya karşı İslamcıları destekleme tuzağına mı düşmüştü? Peki İsrail ne yaptı? Dünyanın dikkatinin Gazze ve Batı Şeria’dan başka yöne çevrilmesinden İsrail net biçimde nemalanıyor, hatta Suriye’nin güneyinde kendisi için yeni topraklar ele geçirmeye başladı bile.1https://www.bbc.com/news/articles/c77jrrxxn07o
Çoğu yorumcu gibi benim de cevabını bilmediğim bu soruların peşine düşmek yerine, büyük resme odaklanacağım. ABD’nin çekilmesinden sonra Afganistan’da ve 1979 devrimi esnasında İran’da olduğu gibi, büyük ve belirleyici bir savaşın yaşanmamış olması hikâyenin genel özelliği diyebiliriz. Rejim bir kâğıttan kaplan gibi puf diye çöküverdi. Zafer, davası uğruna savaşmaya ve ölmeye gerçekten istekli olan tarafın oldu.2https://www.project-syndicate.org/commentary/syria-assad-regime-weak-support-allowed-rebels-to-strike-by-barak-barfi-2024-12
Baas rejimini evrensel olarak hor görmek yaşananları açıklamak anlamına gelmiyor. Esad’a karşı seküler direniş niçin ortadan kalktı ve geriye neden sadece Müslüman köktendinciler kaldı? Aynı soruyu Afganistan için de sorabiliriz. Neden binlerce kişi Kabil’den kalkan son uçağa binmek için hayatlarını riske atmaya hazırdı da Taliban’la savaşmak için değildi? Eski Afgan rejiminin silahlı kuvvetleri daha iyi silahlanmıştı ama bu savaşa kendilerini adamamışlardı.
Benzer bir dizi olgu, filozof Michel Foucault’yu 1979’da İran’ı ziyaret ettiğinde (iki kez) büyülemişti. Devrimcilerin kendi hayatlarına dair kayıtsızlıkları onu epey etkilemişti. Patrick Gamez, onlarınkinin “doğruyu-söylemenin partizan ve hırçın bir biçimi” olduğunu dile getirir: “Modern Batı iktidarının pasifize, nötralize edici ve normalleştirici biçimlerinin aksine, mücadele ve zorlu sınanmalar yoluyla bir dönüşüm arayışındaydılar… Bu noktayı kavramada hayati olan, işe koşulan hakikat anlayışıdır… tarafgir, partizanlara ayrılmış bir hakikat kavrayışı.”3https://journals.sagepub.com/doi/abs/10.1177/0191453718794751?journalCode=pscb
Bizzat Foucault’nun dediği gibi:4https://us.macmillan.com/books/9780312422660/societymustbedefended/
“…şayet haktan (daha doğrusu haklardan) söz eden bu özne hakikati söylüyorsa, bu hakikat artık filozofun evrensel hakikati değildir… Bütünle ancak onu tek yanlı görebildiği, çarpıtabildiği ve kendi bakış açısından görebildiği ölçüde ilgilenir. Başka bir deyişle, hakikat yalnızca kendi savaş pozisyonundan, aranan zaferin perspektifinden ve nihayetinde, tabiricaizse, konuşan öznenin kendisinin hayatta kalması açısından konuşlandırılabilecek bir hakikattir.”
Modern bireyciliği henüz keşfedememiş modern öncesi “ilkel” bir toplumun kanıtı olarak reddedilebilir mi bu bakış açısı? Batı Marksizmine asgari düzeyde aşinalığı olan herkes için cevap ortadadır. Macar filozof Georg Lukacs’ın ileri sürdüğü gibi, Marksizm tam da belirli bir öznel konuma “tarafgir” olduğu için “evrensel olarak doğrudur”.5https://philpapers.org/rec/LUKHAC Foucault’nun İran’da aradığı şey, yani doğruyu-söylemenin kavgacı (“savaş”) biçimi, sınıf mücadelesine katılmanın tarihin “nesnel” bilgisini edinmenin önünde bir engel değil, aksine bunun ön koşul olduğunu gören Marx’ta başından beri vardı.
Foucault’nun “modern Batı iktidarının pasifize edici, etkisizleştirici ve normalleştirici biçimleri” olarak nitelendirdiği, gerçekliğin “nesnel” bir ifadesi olarak pozitivist bilgi anlayışı, “ideolojinin sonu”nun ideolojisidir. Bir yanda sözümona ideolojik olmayan uzman bilgisine sahipken, diğer yanda ise her biri kendine özgü (Foucault’nun tabiriyle) “Kendilik kaygısına” -kişinin hayatına zevk katan küçük şeylere- odaklanmış dağınık bireylere sahibiz. Liberal bireyciliğin bu bakış açısına göre, her türlü evrensel bağlılık, özellikle de hayati risk içeriyorsa, şüpheli ve “irrasyonel”dir.
Burada ilginç bir paradoksla karşı karşıyayız: Geleneksel Marksizm muhtemelen Taliban’ın başarısına ikna edici bir açıklama getiremezken, Foucault’nun İran’da ne aradığını (veya Suriye’de bizi neyin büyülemesi gerektiğini) açıklığa kavuşturmaya yardımcı oluyor. Küresel kapitalizmin zaferinin daha iyi bir yaşam arayışındaki seküler kolektif bağlılık ruhunu bastırdığı bir dönemde Foucault, dinî köktenciliğe dayanmayan bir kolektif bağlılık örneği bulmayı umuyordu. Ama bulamadı.
Dinin neden kolektif bağlılık ve fedakârlık tekelini elinde tutuyor gibi göründüğüne dair en iyi açıklama, dinin siyasi bir güç olarak toplumun siyaset sonrası çözülmesini -istikrarlı toplumsal bağları teminat altına alan geleneksel mekanizmaların çözülmesini- yansıttığını savunan Boris Buden’den gelmektedir.6https://www.lespressesdureel.com/EN/ouvrage.php?id=8695&menu=0 Köktendinci din sadece politik değildir, politik olanın kendisidir. Taraftarları için sadece toplumsal bir fenomen değil, toplumun dokusunun ta kendisidir.
Dolayısıyla dinin salt tinsel yönünü siyasallaşmasından ayırmak artık mümkün değildir: Post-politik bir evrende din, düşmanca tutkuların aktığı bir yatak işlevi görür. Dinî köktenciliğin zaferi gibi görünen son gelişmeler, dinin siyasete geri dönüşünü değil, gerçekte siyasi olanın geri dönüşünü temsil etmektedir.
Öyleyse sorumuz şu: Avrupa modernitesinin esamesi okunmayan büyük başarısı, seküler radikal siyasete ne oldu? Noam Chomsky, seküler radikal siyasetin yitimiyle örgütlü toplumun sonuna, “çevrenin dehşet verici yıkımını önlemek” için aklıselim önlemler bile alamayacak kadar geri dönülemez bir noktaya yaklaştığımızı düşünüyor.7https://www.youtube.com/watch?v=VY9PZvK6CZs Chomsky’nin çevreye karşı kayıtsızlığımıza odaklanan bakışını, ben genel olarak siyasi mücadelelere katılma konusundaki isteksizliğimize genişleterek okuyorum. Öngörülebilir felaketleri önlemek için kolektif kararlar almak son derece politik bir süreçtir.
Batı’nın sorunu, büyük bir ortak dava uğruna savaşmaya tamamen isteksiz olmasıdır. Örneğin, Rusya’nın Ukrayna’daki savaşını her koşulda sona erdirmek isteyen “barış yanlıları” eninde sonunda kendi konforlu yaşamlarını savunacaklar ve bu uğurda Ukrayna’yı feda etmeye hazırlar. İtalyan filozof Franco Berardi haklı: “Batı dünyasının parçalanışına” tanıklık ediyoruz.
Notlar
(1) https://www.bbc.com/news/articles/c77jrrxxn07o
(3) https://journals.sagepub.com/doi/abs/10.1177/0191453718794751?journalCode=pscb
(4) https://us.macmillan.com/books/9780312422660/societymustbedefended/
(5) https://philpapers.org/rec/LUKHAC
(6) https://www.lespressesdureel.com/EN/ouvrage.php?id=8695&menu=0
(7) https://www.youtube.com/watch?v=VY9PZvK6CZs
Orijinal Başlık: What Did We Miss in Syria?
Yazar: Slavoj Žižek
Türkçeye Çeviren: Bekir Demir
Editör: Kerim Can Kara