Donald Trump’ın seçim zaferi sol için (artık ondan geriye ne kaldıysa) ne anlama gelmektedir? 1922’de Bolşevikler, piyasa ve özel mülkiyet için çok daha geniş bir alan sağladıkları Yeni Ekonomi Politikasına geçiş yaptıklarında Lenin Yüksek Bir Dağa Tırmanmak Üzerine isimli kısa bir yazı kaleme almıştı. Devrimciler, tıpkı daha önce kimsenin çıkmadığı bir zirveye ulaşmak için çabalarken düşüp en baştan başlamak zorunda kalan bir dağcı gibi davaya ihanet etmeden fırsat kollayan bir şekilde geri çekilmeye hazır olmak zorundaydı: “Son derece zor bir görev karşısında tekrar ve tekrar ‘baştan başlamak için’ güçlerini ve esnekliklerini muhafaza eden komünistler için hiçbir şey bitmiş değildir.”
Lenin burada âdeta Samuel Beckett’in Worstward Ho’daki cümlesinin habercisiydi: “Tekrar dene. Yine başarısız ol. Daha iyi başarısız ol.” Bugünkü uğrakta da aynen bu tarz bir yaklaşıma ihtiyacımız var. Zira karşı karşıya olduğumuz zorluklarla (iklim değişikliği, savaş, yapay zekâ) başa çıkabilmemizin tek yolu her zamankinden daha çok komünizmden geçmektedir. Fakat kendisinden geriye ne kaldığı bilinmeyen sol, insanları uygulanabilir bir alternatif etrafında harekete geçirme konusunda her zamankinden daha becereksiz.
Trump’ın zaferiyle birlikte sol sıfır noktasına ulaşmıştır.
“Trump’ın zaferi” hakkında basmakalıp sözlere dalmadan evvel birkaç önemli noktayı not etmeliyiz. Birincisi, Trump bu seçimde 2020’deki seçimden daha fazla oy almadı. Joe Biden ile karşılaştırılınca 10 milyon kadar oy kaybına uğrayan kişi Kamala Harris’in ta kendisidir. Bu yüzden durum “Trump ezdi geçti”den ziyade Harris’in büyük bir yenilgi yaşadığıdır. Dolayısıyla Trump’ın tüm solcu eleştirmenleri işe radikal bir özeleştiriyle başlamalıdır.
Son yıllarda ilerici hareketlere egemen olmuş ırksal-özcü eğilimleri artık bir kenara atmalıyız. Trump’ın zaferi, belirli gruplara ten rengine göre değer biçme trendine artık bir nokta koymuş olmalıdır. Burada tatsız bir gerçeği not düşmek durumundayız: Özellikle Latin Amerika ülkelerinden gelen göçmenlerin neredeyse doğaları gereği muhafazakârdır. ABD’ye geliş sebepleri ülkeyi değiştirmek değil, sistem içinde kendilerine bir yer edinmektir. Todd McGowan’ın da belirttiği gibi: “Onların istediği şey kendileri ve aileleri için daha bir hayata sahip olmaktır, toplumsal düzeni iyileştirmek değil.”
Bundan başka Harris’in beyaz olmayan bir kadın olduğu için kaybettiği görüşünü de reddetmeliyiz. Hayır, Harris kaybetti çünkü Trump siyaset ve siyasi mücadeleyi temsil ederken, Harris’in duruşu siyaset dışı ya da siyaset karşıtıydı. Harris sağlık hizmetleri, kürtaj ve daha pek çok konuda ilerici bir duruşa sahipti ancak Trump ve yandaşları sürekli herkesçe anlaşılır, “aşırı” ifadelerde bulunurken, Harris zor konuları teğet geçti ve yerine içi boş bir retorik koydu. Bu açıdan Harris, Büyük Britanya’daki Keir Starmer’ın stratejisini andırmaktadır. Starmer on beş yılı aşkın bir süredir iktidarda bulunan ve popülerliğini yitirmiş bir parti karşısında seçime girmek gibi büyük bir şansa sahip olmuştu. Ancak Harris tıpkı Starmer gibi Gazze’deki savaş hakkında net bir duruş sergilemekten kaçınmış, böylelikle sadece koyu siyonistlerin değil aynı zamanda Müslümanların ve toplumsal liderlerinin de desteğini kaybetmişti.
Demokratların Trump’tan öğrenmede başarısız oldukları şey politika denen savaş alanında “aşırıcılığın” işe yaradığıdır. Harris, Trump’ın zaferini tanıdığı konuşmasında şöyle dedi: “Beni izleyen genç arkadaşlarım. Üzülmeniz ve hayal kırıklığına uğramış olmanız gayet normal, ama lütfen şunu bilin: Her şey güzel olacak.” Hayır, her şey güzel falan olmayacak. Tarihin bir şekilde dengeyi kuracağına ya da harmoniyi sağlayacağına dair bir umut beslememeliyiz. Aksine Trump’ın zaferiyle birlikte pek çok Avrupa ülkesindeki yeni popülist sağ doruk noktasına ulaşacak.
Trump, Harris’i Biden’dan da kötü gösterdi. Onu sadece bir sosyalist değil, hatta bir komünist olarak resmetti. Harris’in siyasi duruşunu komünizmle karıştırmak bugün içinde bulunduğumuz durumun içler acısı halini özetlemektedir. Aynı kafa karışıklığı açık bir şekilde diğer sıkça duyduğumuz popülist iddialarda da görülebilir: “İnsanlar aşırı solun iktidarından bıktı.” Bundan daha saçma bir şey duydunuz mu? Neo-popülistlere göre (halen) egemen durumdaki liberal düzen “aşırı sol”dur. Oysa bu düzen aşırı sol falan değildir; piyasaların “serbestçe”, yani en yıkıcı şekilde işlemesi için yukarıdan aşağıya güç kullanmayı amaçlayan yeni sağ yerine daha çok solla (artık ondan da geriye ne kalmışsa) kavga etmeye meraklı ilerici-liberal merkezdir.
Bu noktada da Trump’ın rakiplerinin bir eleştirisiyle işe başlamalıyız. Filozof Boris Buden, yeni sağ popülizmi modernizasyonun başarısızlığından kaynaklı yarı-dinci fanatizme bir geri dönüş olarak gören hâkim yorumu reddetmektedir. Buden’e göre siyasi bir güç olarak din, aslında toplumun post-politik çözülüşünün, sağlam toplumsal bağları garanti eden geleneksel mekanizmaların çözünmesinin bir sonucudur. Trump’ın tabanının bir kısmını besleyen türden köktendinci din (her ne kadar Trump bunun toplumsal-muhafazakâr taahhütlerine sırtını çevirmiş olsa da) sadece siyasi değil, siyasetin ta kendisidir, yani siyasetin alanını ayakta tutmaktadır.
Daha da dokunaklı olan, bunun artık salt bir toplumsal olgu değil, toplumun dokusunun ta kendisi haline gelmiş olmasıdır, öyle ki, bir bakıma toplumun kendisi dini bir fenomene dönüşmüştür. Bu yüzden dinin salt ruhani tarafını siyasallaşmış tarafından ayırt edebilmek artık mümkün değildir: Post-politik bir evrende din, içinde antagonistik tutkuların tepindiği baskın bir alandır. Dolayısıyla köktendincilik kisvesi altında son zamanlarda yaşadıklarımız dinin siyasete geri dönüşü değil, basitçe siyasi olanın geri dönüşüdür. O halde asıl soru şudur: Avrupa modernitesinin en büyük mirası –radikal seküler anlamda– siyasi olan biçimlendirici gücünü nasıl oldu da kaybetti?
David P. Goldman seçim sonuçlarına ilişkin yaptığı yorumda, Clinton’ın danışmanı James Carville’in meşhur vecizesini tekrarlamıştı: “Mesele ekonomi, aptal!” Ancak Goldman’ın da eklediği gibi dolaysız bir biçimde pek de öyle değil. Temel göstergelere baktığımızda (her ne kadar enflasyon çalışan yoksulları vurmuş olsa da) ekonomi Biden yönetimi altında gayet iyi gidiyordu. O halde anlaşılmaz olan şey şudur: Hatırı sayılır miktarda Amerikalı ekonomik durumu neden vahim olarak algılamıştır?
Burada sahneye ideoloji çıkmaktadır. Fikirler ve yol gösterici ilkeler anlamında ideolojiden değil de, siyasi söylemin toplumsal bir bağ olarak iş gördüğü, daha temel anlamda bir ideolojiden bahsediyorum. Aaron Schuster, Trump’ı şöyle tanımlamaktadır: “Otoritesi kendi iradesi dışında başka bir şeye dayanmayan ve bilgiyi alenen hor gören bulunuş-meftunu (overpresent) bir lider. İnsanlar onun bu sözümona isyankâr, sistem karşıtı duruşuyla kendilerini özdeşleştiriyor.” Trump’ın ardı arkası kesilmeyen hakaretlerinin ve bariz yalanlarının –hükümlü bir suçlu olduğunu da unutmayalım– neden işe yaradığını işte böylelikle görebiliyoruz: Trump’ın ideolojik zaferi, takipçilerinin ona bağlılıklarını bir tür yıkıcı direniş olarak deneyimlemelerinden yatmaktadır.
Burada Freudyen “keyif hırsızlığı”nı seferber etmeliyiz. Yani bizim için erişilemez bir ötekinin keyfi (bir kadının keyfinin bir erkek için veya bir etnik grubun keyfinin bizim dahil olduğumuz grup için) ya da hakkımız olan keyfin bir öteki tarafından bizden çalınması veya bir öteki tarafından tehdit edilmesi durumu. Russel Sbriglia’ya göre Trump taraftarlarının 6 Ocak 2021’de Amerikan Kongre Binası Capitol’u basmalarında “keyif hırsızlığı” önemli bir rol oynamıştır. Ona göre, 6 Ocak’ta olanlar bir darbe girişimi değil, daha ziyade bir karnavaldır. Daha önce ilerici protesto hareketleri için bir model oluşturmuş şeyin birdenbire sağ tarafından sahiplenilmesidir. Karnavalların sadece biçimleri ve atmosferleri (teatral performanslar, gülünç sloganlar) açısından değil, aynı zamanda merkezi olmayan örgütlenişleri açısından da statüko yıkıcı bir etkinlik olarak resmedilmesi fikri son derece problematiktir. Kapitalist toplumun gerçekliğinin kendisi zaten halihazırda yeterince karnavalsı değil mi? 1938’deki Kristal Gece de bir karnaval değil miydi? Dahası, “karnaval” aynı zamanda toplu tecavüzlerden kitlesel linçlere kadar gücün müstehcen arka yüzünün bir diğer adı değil mi? Unutmamalıyız ki Mihail Bahtin, karnaval kavramını 1930’larda yazdığı Rabelais üzerine kitabında doğrudan Stalinist tasfiyelere bir cevap olarak geliştirmişti.
Trump’ın resmi ideolojik mesajı ile (az çok muhafazakâr değerler) halk önündeki performansı (aklına ne gelirse söylemesi, başkalarına hakaret etmesi ve görgü kurallarının hepsini çiğneyip geçmesi) arasındaki çelişki içinde bulunduğumuz güç durum hakkında çok şey söylüyor. Nasıl bir dünyada yaşıyoruz ki halkı ahlaksız bayağılıklar bombardımanına tutmak, geleneksel değerlerin sonsuz müsamahası karşısında sığınacak son kale olarak kendisini sunabiliyor? Yoksa Alenka Zupančič’in dediği gibi Trump ahlakçı-çoğunluk muhafazakârlığının bir kalıntısından ziyade, postmodern “müsamaha toplumu”nun ta kendisinin karikatürize ve ters yüz edilmiş bir sureti, yani bu toplumun kendi karşıtlıklarının, çelişkilerinin ve içsel sınırlamalarının bir ürünü müdür?
Adrian Johnston, Jacques Lacan’ın ‘Bastırma daima bastırılanın geri dönüşüdür’ sözünü evirerek onu tamamlayan bir yorum getirmiştir: “Bastırılanın geri dönüşü kimi zaman en iyi bastırma yöntemidir.” Acaba bu Trump’ın sade bir tanımı olamaz mı? Freud’un sapkınlık hakkında söylediği gibi, sapkınlık çerçevesinde bastırılan her şey müstehcenlik olarak tecelli eder. Bastırılanın geri dönüşü bastırmayı sadece güçlendirir. Dolayısıyla Trump’ın müstehcenliklerinde özgürleştirici hiçbir yan yoktur: Tek işlevi, toplumsal baskıyı ve mistifikasyonu güçlendirmekten ibarettir. Trump’ın müstehcen performansları popülizminin sahteliğini dışa vurmaktadır: En kaba haliyle söylersek, Trump sıradan insanları umursuyor gibi davransa da, esasında büyük sermayeyi desteklemektedir.
Peki Trump’ın müstehcenliğine ve Hristiyan ahlakına taban tabana zıt oluşuna rağmen muhafazakâr Hristiyanların seçilmiş kahramanı olması tuhaf olgusu nasıl açıklanabilir? Buna ilişkin sunulan gerekçe genellikle şudur: Muhafazakâr Hristiyanlar Trump’ın kişiliğinin problematik yönlerinin gayet farkında olsalar da onun bu tatsız tarafını görmezden gelmektedirler, zira Trump’ın gündeminde bilhassa onları ilgilendiren kürtaj karşıtlığı gibi (gerçi bu seçimde pek önemsememiş olsa da) siyasi duruşlar mevcuttur. Ama durum basit bir şekilde bundan mı ibarettir? Ya muhafazakâr Hristiyanlara asıl çekici gelen yönü Trump’ın kişiliğinin ikili yönüyse, yani görünüşte geleneksel ahlak kurallarını desteklerken öte yandan kişisel uçarılığı ve kabalığıysa? Ya bu kişiler gizliden gizliye Trump’ın bu ikiliğiyle bir özdeşlik kurmuşlarsa? Bu elbette medyada örneklerini bolca gördüğümüz, müstehcen bir fanatik olarak Trumpçı imajını çok da ciddiye almamız gerektiği anlamına gelmiyor. Zira Trump seçmenlerinin büyük çoğunluğu sıradan görünümlü ve herkes gibi, mantıklı bir şekilde konuşan sıradan insanlardır. Ancak çılgınlıklarını ve iğrençliklerini âdeta Trump aracılığıyla dışarı vurmaktadırlar.
Bundan birkaç sene evvel Trump’ı, birinci sınıf nezih bir davet esnasında salonun ortasına sıçan bir adama benzeterek yerenler olmuştu. Ama bu dünyada önde gelen pek çok politikacı için de gayet geçerli olabilecek bir durum. Recep Tayyip Erdoğan paranoyakça bir öfke patlamasıyla Kürtlere ilişkin politikasını eleştirenleri hain ve ajan olarak nitelendirdiğinde yaptığı zırvalamak değil de neydi? Çeçenistan’daki tıbbi kısırlaştırma politikasını eleştiren birini tehdit ettiğinde Putin’in yaptığı da bu değil miydi? Boris Johnson’dan bahsetmiyorum bile.
Sırf ideoloji kartlarını açık oynuyor diye, ideolojik alanımızın müstehcen arka planının bu açılımı mistifikasyon zamanının sona erdiği anlamına katiyen gelmemektedir. Aksine, müstehcenlik kamusal alana nüfuz ettiğinde, ideolojik mistifikasyon gücünün doruk noktasına ulaşır. Gerçek siyasi, ekonomik ve ideolojik çıkarlar her zamankinden daha da görünmez bir hal alır. Kamusal alanda müstehcenlik her zaman gizli bir ahlakçılıkla sürdürülür. Bunun uygulayıcıları gizliden bir dava için mücadele ettiklerine inanır ve onlara karşı mücadele verilmesi gereken boyut da işte budur.
Liberal medya kuruluşlarının Trump’ın sonunda işinin bittiğini, bir daha toplum önüne çıkamayacağını kaç kere bas bas bağırdıklarını hatırlayalım (savaş esirleriyle dalga geçişi, kadınlara yaptığı tacizleriyle övünmesi vs.). Kendini beğenmiş liberal yorumcular, Trump’ın kaba taşkınlıklarına yaptıkları sürekli saldırıların ona hiçbir zarar vermediğini, hatta toplum nezdindeki popülerliğini daha da arttırdığını gördüklerinde şok geçiriyorlardı. Çünkü biriyle özdeşlik kurmanın nasıl işlediğinin farkında değillerdi. Genellikle başkalarının sadece ya da esas olarak güçlü yönleriyle değil, zayıf yönleriyle özdeşlik kurarız. Dolayısıyla Trump’ın zayıf taraflarıyla dalga geçildikçe, daha çok sıradan insan onunla özdeşlik kurdu ve ona yöneltilen saldırıları kendilerine yapılan küçümseyici saldırılar olarak algıladı.
Trump’ın kabalıklarının sıradan insana verdiği subliminal mesaj şuydu: “Sizden biriyim!” Sıradan Trump destekçileri, liberal elitlerin kendilerine tepeden bakan tavırları yüzünden sürekli aşağılanmış hissederken, Trump’ın tüm olayı bundan ibaretti. Ya da Alenka Zupančič’in kısa ve öz olarak söylediği gibi: “Trump’ın başkan seçilişinin açıkça ortaya koyduğu üzere, aşırı fakirler, aşırı zenginler için savaş veriyor. Solun tek yaptığı şeyse bu insanları azarlamak ve aşağılamaktan ibaret.” Solun yaptığı şey bundan da kötüydü: Yoksulların kafa karışıklığını ve körlüğünü tepeden bakan bir şekilde “anlıyordu”. Sol liberallerin bu kendini beğenmiş tavırlarını en saf biçiminde Jon Stewart ve John Oliver gibilerinin sunduğu politik-komedi TV şovlarında gözlemleyebiliriz.
Yazdığım bir eserde reel sosyalizmin o güzel günlerinde muhalifler arasında popüler olan bir fıkrayı anlatmıştım. Moğolların işgal ettiği 15. yüzyıl Rusya’sında bir çiftçi ve eşi tozlu köy yolunda yürümektedir. At üstünde giden bir Moğol askeri yanlarında durur ve çiftçiye birazdan eşine tecavüz edeceğini söyler ve ekler: “Ama yol çok tozlu ve karına tecavüz ederken taşaklarım tozlanabilir. O yüzden ben işimi görürken sende taşaklarımı tutacaksın ki kirlenmesinler.” Moğol askeri işini gördükten sonra atına biner ve uzaklaşır. Çiftçiyse gülmeye başlar ve sevinçten havalara uçar. Bu duruma şaşıran eşi: “Gözlerinin önünde tecavüze uğramışken nasıl bu kadar mutlu olabiliyorsun?” diye sorar Çiftçi: “Merak etme, ona gününü gösterdim! Taşakları toz içinde!” der. Bu üzücü fıkra Sovyetlerdeki muhaliflerin içler acısını durumunu yansıtmaktaydı. Nomenklatura milletin anasını bellerken, muhalifler kaçak yayınlardaki yazılarıyla nomenklaturaya büyük darbeler indirdiklerini sanıyorlardı. Aynı fıkra Jon Stewart ve onun gibi Trump’la dalga geçen kişiler için de anlatılamaz mı?
Sorun Trump’ın bir soytarı olması değil. Sorun, provokasyonlarının ardında bir programın yatması, çılgınlığının bir usul dâhilinde olmasında. Trump (ve diğerlerinin) popülist stratejilerinin bir parçası olan kaba müstehcenlikleri, programlarını sıradan insanlara satma amacını güdüyor. Ancak bu program, en azından uzun vadede, sıradan emekçilerin aleyhine bir sonuç verecektir: Zenginler için daha düşük vergiler sunulurken, kalitesiz sağlık hizmetleri yanında işçiler için pazarlık etme güçlerinin kısıtlanması söz konusu olacak. Ne yazık ki günümüzde pek çok insan müstehcen kahkahalar ve sahte dayanışma eylemleriyle paketlenip satıldığı sürece bu gibi şeyleri kabullenmeye hazır.
Trump’ın projesinin en büyük ironisiyse MAGA’nın [Amerika’yı Yeniden Büyük Yap] aslında yapmak istediğinin tam tersi olmasıdır: ABD’yi yeni yerel güçlerle (Rusya, Hindistan, Çin) eşit şartlarda at koşturabilecek bir başka yerel güç haline getirmek. Trump’ın zaferine ilişkin AB’li bir diplomatın, Avrupa’nın artık Washington’ın “küçük narin kız kardeşi” gibi davranmaması gerektiğini söylemesi oldukça doğrudur. Ancak AB, MAGA’ya karşı MEGA —Make Europe Great Again— [Avrupa’yı Yeniden Büyük Yap] gibi bir şeyle radikal özgürleştirici mirasını yeniden canlandırarak bir güce sahip mi?
Trump’ın zaferinden çıkarılacak ders çoğu liberal solcunun önerdiğinin tam tersidir: Soldan geriye ne kalmışsa artık bunlar “aşırı” göründükleri takdirde merkezdeki seçmenlerin oylarını kaybedecekleri korkusunu bir kenara bırakmalıdır. Sol “ilerici” liberal merkezden ve onun kapitalizm dostu vokçuluğundan kendini ayırmalıdır. Bunları yapmak beraberinde elbette birtakım riskler getirecektir: Devletin üç ya da daha fazla grup arasında bölündüğü, büyük bir hükümet koalisyonunun mümkün olmadığı bir durum ortaya çıkabilir. Ancak ileri doğru gitmenin tek yolu risk almaktan geçer.
Hegel, tarihsel bir olayın ancak tekerrür edişiyle birlikte kendini bir zorunluluk olarak ortaya koyduğunu yazmıştı. Napoleon 1813’de mağlup edilip, Elba Adası’na sürgün edildikten sonra bu yenilgisi beklenmedik bir şey olarak görülmüş olabilir: Daha iyi bir askeri strateji uygulasaydı, savaşı kazanmış olabilirdi. Ancak Napoleon geri döndüğünde ve Waterloo Savaşını da kaybettiğinde, bu yenilgisi onun zamanının dolduğunu ve mağlubiyetinin tarihsel bir zorunluluk olduğunu açıklığa kavuşturmuştu. Aynı şey Trump için de geçerlidir: İlk seçim zaferi rakiplerinin yaptığı taktiksel hatalardan kaynaklı olabilir ancak şimdiki zaferi şunu göstermiştir ki Trumpçı popülizm tarihsel bir zorunluluktur.
Böylelikle üzücü bir sonuç tezahür etmektedir. Pek çok yorumcuya göre Trump’ın iktidarı felaketlerle dolu geçecektir ama en kötüsü hiçbir büyük şokun yaşanmayacak oluşudur: Trump mevcut savaşları noktalamaya çalışacak (en azından Ukrayna’ya barışı dayatarak), ekonomi istikrarlı kalacak hatta belki daha da iyi olacak, gerginlikler azalacak, hayat devam edecektir… Bunlarla birlikte federal ve yerel düzeyde alınacak bir yığın karar sürekli olarak mevcut liberal-demokratik toplumsal anlaşmanın kuyusunu kazacak ve ABD’yi bir arada tutan temel dokuyu değiştirecektir; yani Hegel’in Sittlichkeit [etik-yaşam] kavramıyla işaret ettiği nezaket, dürüstlük, toplumsal dayanışma, siyasi haklar ve benzerlerinin temelini oluşturan yazılı olmayan gelenek ve kurallar bütününü. Bu yeni dünya artık yeni normalimiz olabilir ve bu anlamda Trump’ın ikinci dönemi medeniyetimizdeki en değerli şeyin sonunu getirebilir.
Orijinal Başlık: The Left Must Start From Zero
Yazar: Slavoj Žižek
Türkçeye Çeviren: Tunç Türel
Editör: Bekir Demir