Felsefe de psikedelikler de geniş anlamıyla zihni açarlar. Bu nedenle onların nispeten nadir kesişimi bir gizemdir. Şüphesiz, bunun birçok sebebi var: 20. yüzyılda bu tür kimyasallara karşı getirilen yasaklar, beyne, bedene ve topluma yönelik sebep olabileceği ciddi riskler hakkında yapılan propaganda uyarıları, Kilisenin diğer metafizik deneyim şekillerine karşı ruhani hegemonyası ve son yüzyılda akademiden gelen bilinç indirgemeciliği (bazen de inkârı) gibi faktörler sayılabilir. Ancak şu an, çoğunlukla psikedeliklerin klinik terapötik kullanımları öncülüğünde ele alınan bir psikedelik rönesansının ortasındayız. Tam da bu sebeple akademik felsefenin sahneye çıkması, psikedeliklerin yol açtığı ve felsefenin tüm alt dallarını -zihin felsefesi, fenomenoloji, aksiyoloji (etik ve estetik), epistemoloji ve metafizik- ilgilendiren, sayısız ilginç sorunu ele alıp analiz etme zamanı geldi. Bu ele alma sürecine Dr. Chris Letheby’nin Psikedeliklerin Felsefesi kitabında sunduğu özel perspektif memnuniyetle dahil edilmiştir. Letheby’nin doktora sonrası araştırmacı olarak çalıştığı Adelaide Üniversitesindeki doktora tezinin yeniden düzenlenmiş halidir bu kitap. Letheby, Batı Avustralya Üniversitesinde öğretim görevlisidir ve genel olarak Avustralya materyalizmi çizgisini takip ettiği söylenebilir.
Monografiyi eleştirel olarak ele almadan önce önkabullerinin, amaçlarının ve argümanlarının özetini sunacağım. Etkileyiciliğiyle okuyucuyu çeken ilk şey, Letheby’nin sağladığı detaylı analizlerin açıklığıdır. Bulanık bir sise yaklaşan keskin bir zihin onunkisi: terapi, toplum ve kozmosla ilgili sorunlara bağlanan, bilinci, bilinç koşullarını ve bilincin yeni çeşitlerini sarmalayan karmaşık, iç içe geçmiş bir tereddütler plazması. Kitabın ikinci öne çıkan özelliği ise güncel klinik psidekelik denemeler üzerine yazılan çalışmaların referans olarak alınması ve analiz edilmesiyle göze çarpan çağdaşlığıdır. Burada, kitabın ele aldığı çatışmaya, mistik olanla bilimsel olanın buluşmasına göz atıyoruz.
***
Psikedeliklerin “mistik” deneyimler oluşturabileceği bilinmektedir. Walter Stace, 1960’da yayımlanan Mistisizm ve Felsefe eserinde -psikedelik felsefenin öncülerinden William James’in (Letheby’nin kitabında şaşırtıcı bir şekilde referans verilmemiştir) etkisiyle- bu tür deneyimleri “birliğin”, zamansızlık ve mekânsızlığın, noetik bir gerçeklik duygusunun, kutsallık ve tanrısallık hissinin, bariz paradoksal durumların ve tanımlamaya gelmeyen, kelimelerle tarifi mümkün olmayan diğer durumların deneyimleri olarak tanımlar. Letheby’nin bu kitapta ele aldığı temel mesele, psikedelik terapide böyle bir mistik deneyimin natüralizm göz önünde bulundurulduğundaki rolüyle ilgilidir. Çünkü Letheby felsefi olarak gerçekliğin tözünü doğa bilimleri tarafından anlaşıldığı haliyle fiziksel olarak kabul eden natüralizm/fizikalizme bağlıdır. Bu metafizik teorinin altında incelendiğinde bilinç yalnızca “fiziksel”in –daha spesifik olarak “nörofiziksel”in– bir ürünü, onunla aynı, ya da ona indirgenebilir bir şey olabilir. Ayrıca bu tarz bir natüralizm her türden aşkın gerçekliği ve kutsalı reddeder.
Öyle görünüyor ki psikedeliklerin ana terapötik mekanizması, natüralist olmayan, mistik bir deneyimin tetiklenmesidir.
Natüralizmin psikedelik terapiye uygulanması bariz bir sorun ortaya çıkarır: “Rahatlatıcı Sanrı İtirazı” (RSİ).1“Comforting Delusion Objection” (CDO) -çn. Öyle görünüyor ki psikedeliklerin ana terapötik mekanizması, aşkın gerçeklikler veya zihnin maddeden üstün ya da onunla aynı düzlemde olması gibi, natüralist olmayan, mistik bir deneyimin tetiklenmesidir. Fakat natüralizm göz önüne alındığında, bu deneyimler rahatlatıcı ve terapötik olarak etkili olsalar bile birer sanrı olmalıdırlar. Peki, akıl sağlığı sorunlarını bir yanılsamayı dayatarak tedavi etmek etik midir? Letheby’nin ifade ettiği üzere, “Metafizik halüsinasyonları tetikleyerek çalışan bir tedavi hakkında ciddi şekilde sorgulanabilir bir şeyler var gibi görünüyor” (2).
RSİ, Michael Pollan’ın “The Trip Treatment” makalesinde ortaya atılır ve Letheby bu makaleden şu alıntıyı yapar: “Psikedelik terapi, hastalara veya ölüm döşeğindekilere rahatlatıcı bir sanrı dayatmaktan mı ibarettir?” Letheby, bu redde karşı verilen yaygın üç yanıtın üzerinde durur. İlk yanıt, mistik psikedelik deneyimin bir sanrı değil, gerçek olduğudur. Bu yanıtta, psikedelik Kızılderili içeceği ayahuskanın fenomenolojisini sistematik olarak çalışmasıyla tanınan Benny Shanon referans alınmıştır. Shanon, ayahuskanın sebep olduğu inancı “panteistik tonlara sahip idealist bir monizm” olarak geneller. Bu, kesinlikle natüralist ya da fizikalist olmayan durumlar için kullanılacak metafiziksel bir dildir. Shanon ise bunu Spinozacılığın bir türüyle özdeşleştirir. Fakat Letheby natüralizm dışında herhangi bir metafizik inanç sistemini reddettiği için itiraza verilen ilk yanıt geçerli değildir.
RSİ’ye verilen ikinci yanıt, “Psikedeliklerin sebep olduğu mistik deneyimlerin gerçek olup olmamasının o kadar da önemli olmadığı”dır (29). Asıl önemli olan, psikedelik terapinin hastalarda faydalı sonuçlar üretip üretmediğidir. Daha pragmatik olan bu yanıt, ilke olarak herhangi metafizik bir inanca sahip olanlar tarafından benimsenebilir. Fakat ateşli bir natüralist olarak Letheby, psikedelik deneyimin gerçekliği konusundaki epistemik delilleri önemli gördüğü için ikinci yanıtı da kabul edemez.
RSİ’ye verilen üçüncü yanıt ise birinci yanıttan kaynaklanan etik bir yanıttır: Eğer psikedelik terapi doğal olmayan inançlar/sanrılar aşılamak üzerine kuruluysa yasaklanmalıdır. Bu, etik dışı ve ahlaka aykırıdır çünkü insanlara yalnızca yanlışları dayatarak yardımcı olur. Bu üçüncü yanıtta RSİ’nin özü saklıdır; diğer yanıtlar gibi psikedelik terapiyi savunmaz, aksine, ona yapılan bir itirazdır.
Letheby’nin şimdi ortaya koyacağı bakış açısı üç yanıtı da reddeder fakat yine de natüralist kimliğini korur. Gördüğümüz gibi, Letheby natüralizmi kabul ettiği için ilk yanıtı reddeder. İkinci yanıtı ise psikedelik deneyimin epistemik delilinin ve doğruluğunun, hem sorunun kendisi hem de terapötik uygulaması açısından önemli olduğuna inandığı için reddeder. Üçüncü yanıtı da iki ana nedenden dolayı reddeder: İlk neden, Letheby’nin psikedelik terapinin aslında yanlış inançları veya rahatlatıcı sanrıları teşvik ederek çalışmadığı “varsayımıdır”. Bunun yerine, psikedeliklerin deneyimler -özellikle “bağlantı, arzu ve Büyük Sorular sorma” deneyimleri (197)- ortaya koyduğunu ve psikedelik terapinin ana mekanizmasının yeni inançlar değil, bu deneyimler olduğunu öne sürer. İkinci neden psikedelik terapinin, Lisa Bortolotti’nin deyimiyle, “epistemik olarak masum” olduğu iddiasıdır. Psikedelik terapideki bu daha olumlu bakış açısı, psikedeliklerin taşıdığı “epistemik risklere” (natüralist olmayan, yanlış inançları aşılayabilirler) rağmen, başka yöntemlerle erişilemeyecek “epistemik faydalar” da taşıdıkları anlamına gelir. Yani natüralizm göz önünde bulundurulduğunda bile RSİ psikedelik terapiye mağlup olur: Çünkü terapi sanrılar değil, gerçekler sayesinde çalışır.
Peki bu gerçekler, psikedeliklerin ortaya çıkardığı bu epistemik faydalar nelerdir? Letheby’nin en temel iddialarından biri, psikedeliklerin büyük terapötik öneme sahip olabilecek yeni psikolojik içgörüler sağladığıdır. Hastalar kaygı, depresyon, bağımlılık ve benzeri monotonlaşmış zihinsel durumlarını, olumsuz düşünce objelerinin nispeten önemsiz hale getirildiği daha büyük bir gerçeklik düzleminde deneyimleyebilirler. Örneğin kişi, benlik bilincinin zarar verici biçimlerinden, bariz “kozmik bilinç” durumuna geçebilir (psikonotlar tarafından sıkça bildirilen basmakalıp “benlik kaybı” örneklerinden biri). Bu tür deneyimler genellikle başkalarına ve Doğaya karşı bir bağlılık hissiyle iç içe geçer ve böylece izolasyon veya yalnızlık hisleri azalır. Letheby’nin kabul gören varsayımı ise, kişinin kendine, başkalarına ve evrene karşı olan psikolojik tutumlarındaki bu değişimlerin illaki sanrı olmadığı, aksine, kişinin kendisini çevre ile ilişkilendirerek izlemesinin alternatif, epistemik olarak faydalı çeşitleri olduğu yönündedir. Şimdiye kadar kedere yol açan olumsuz düşünce nesnelerinin önemini yeniden değerlendirmek bir sanrı değildir. Letheby, psikedeliklerin ortaya koyduğu türden benlik algısını yeniden değerlendirmenin, illaki metafizik inançların değişikliği yoluyla gerçekleşmesi gerekmediğini; sadece bu tür deneyimler yaşayarak, dolayısıyla daha olumlu zihinsel durumların mümkün olduğunu fark ederek gerçekleşebileceğini ileri sürer.
Ancak kitaptaki spekülasyonlarda nedensel olarak etkili olan sadece inançtan ziyade deneyim değil, aynı zamanda saf fizyolojiden ziyade deneyimdir. Letheby psikedelik terapide anahtar rolü, psikedelik bileşikler sebebiyle ortaya konan saf fizyolojik ve nörolojik değişikliklerden ziyade, deneyim olarak deneyim’in oynadığını savunur. Terapötik işlevi yerine getiren şeyin saf fizyoloji değil deneyim olduğu önerisi birçok okuyucuya bariz görünebilir ancak psikedelik deneyim yaratmayan terapötik “psikedelik” bileşikler geliştirmek için yapılan güncel araştırmalar da bulunmaktadır. Burada felsefi olarak ilginç olan, Letheby’nin epifenomenalizmi (bir zihinsel durumun veya deneyimin nedensel bir güce sahip olmadığı fikri) üstü kapalı bir biçimde reddetmesidir. Göreceğimiz gibi bu red, Letheby’nin ileri sürdüğü natüralizm ile kolayca bağdaştırılamaz. Bir natüralist olarak Letheby, deneyim teorilerini de göz önünde bulundurarak bilinç için gerek ve yeter koşulun fiziksel, genellikle de nörofizyolojik temelli olduğunu kabul etmek zorundadır. Letheby yalnızca herhangi bir tür “kozmik bilinç” veya herhangi bir düalist ruh olamayacağı yönündeki natüralist iddiasını desteklemekle kalmaz, aynı zamanda psikedeliklerin yukarıda bahsedilen terapötik epistemik faydalarını felsefi epistemik faydalarla, özellikle de Benlik ve zaman kavramlarımızla ilgili oldukça cesur bir nörobilişsel teori ortaya koyar. O zaman şimdi kitabın varsayımlarının ve argümanlarınının altında yatan zihin teorisine bir göz atalım.
Letheby “hesaplamacı zihin teorisini” savunur, ki hesaplamacılığa göre zihin, “biyolojik beynin ‘altyapı’sında gerçekleştirilen hesaplamalı bir sistemdir” (s. 102). Bu teoride “bilinçli deneyimlerin… nöral olarak gerçekleştirilmiş zihinsel temsil bileşikleri olduğu ve bu temsillerin hepsinin bilinç-oluşturucu özellikler taşıdığı” (s. 104) dile getirilir. “Bilinç oluşturucu özellik” -bu satırı okuduğumda, Nietzsche’nin İyinin ve Kötünün Ötesinde eserindeki bir pasajı düşünmeden edemedim. Pasaj, bir Molière oyunundaki doktorun verdiği yanıta atıfta bulunur: “Afyon nasıl uyutur ki? Bir yetinin, virtus dormitiva’nın [uyutuculuk fazileti] sayesinde. Bilincin natüralist açıklaması esasında bu bilinmeyen, mistik bilinç oluşturucu yetide mi sonlanır? İşlemsel zihin teorileri, başta indirgeme sorunları olmak üzere bünyesinde sayısız problem taşır. Ancak kitabın amacıyla yakından ilgili olan sorun, böyle bir natüralist zihin teorisinin psikedeliklerin sebep olduğu mistik deneyimlerle ilişkisidir.
Psikedeliklerle gelen önemli katkılardan biri, kişiye gerçekliğin yeni kavramsallaştırmalarını sunmasıdır.
Letheby, teorisinin “Bilincin Zor Problemine bir çözüm teşkil etmediğini” kabul eder: “Bu sorun çözülmemiş olarak kalır” (105). Bilincin Zor Problemi (zihin ile madde arasındaki ilişkinin sorgusu) yalnızca kozmopsişizm –bir üst zihin, bir “kozmik bilinç” ya da (Spinoza’nın sözleriyle) bir “sonsuz anlık”– deneyimlerinin değil, aynı zamanda psikedeliklerin doğayla bağlılılık deneyimlerine ve Kızılderili kültürlerinin uzun zamandır psikedelik kullanımıyla ilişkilendirdikleri animistik deneyimlere bağlı olan, doğada zihinlerin var olma olasılığının (panpsişizm) doğruluğunu veya sanrısallığını belirlemede de önemlidir. Bilincin Zor Probleminin çözümünü bilmiyorsak, beynin, yani bu biyolojik donanımın (wetware) bilinç için gerek ve yeter bir koşul olduğunu bilmiyoruz demektir. Bilincin nöral korelatı sadece sorunu ortaya koyar, çözümü değil. Bilinçli deneyimin “bilinç oluşturucu bir özellik” tarafından nöral olarak gerçekleştirildiğini iddia etmek bilimsel değil, mistik bir iddiadır. Zihin-madde ilişkisi bir gizemdir, bu yüzden de “Zor Problem” olarak adlandırılır. Mistik bir öncül kullanarak mistik bir deneyimi sanrı olduğu iddiasıyla reddetmekte bariz sorunlar vardır. Bu tür bir hareket, düz dünya teorisini kullanarak astrolojiyi bilimsel olmadığı gerekçesiyle reddetmeye benzer. Buradaki nokta böyle bir hesaplamacı zihin teorisinin yanlış olduğu değil, aksine bunun nasıl çalışabileceği konusundaki gizemin bizi, psikedelik alımının öne sürebileceği diğer metafizik çerçevelere daha açık tutması gerektiğidir.
“Zor Problem” kavramını ortaya atan David Chalmers, baştan beri bu genel noktayı bizzat ifade etmiştir: “Bu soruna bir çözüm getirmek, evren ve kendimiz hakkındaki kavrayışımızı derinden etkileyebilir.” Bilincin Zor Problemi, metafizik çerçevelerin belirlenmesiyle doğrudan ilişkilidir. Elbette metafizik natüralizm bir hesaplamacı zihin teorisini benimsemek zorunda değildir (bunun için başka birçok olasılık vardır); buna rağmen, hepsi Bilincin Zor Probleminde duraksar. Natüralizmin kendisi epistemik bir risktir ancak illaki rahatlatıcı bir sanrı olmak zorunda değildir.
Letheby böylesine risklere karşı cesur davranıyor ve tavşan deliğinden daha da derinlere iniyor. 6. bölüm olan “Beyni Sıfırlama”da, bilinç teorisini oldukça tartışmalı olan, bilişin öngörücü işleme teorisiyle güçlendiriyor. Bu teoriye göre “bilinçli deneyim, içsel bir sanal gerçeklik ya da dünya simülasyonu olarak ‘kontrollü bir halüsinasyon’dur” (111). Beyin çevresini öngörür ve dışsal algının rolü yalnızca yanlış tahminleri kontrol etmektir. Burada natüralizmi aşarak yeni bir idealizm biçimine, bir tür teknosolipsizme ulaştığımıza dikkat çekmek gerekir. Aslında bu öngörücü işleme teorisinin temeli Kantçı aşkın idealizmdir, ki Letheby bu teorinin, biraz paradoksal olarak, natüralist olmadığını kabul eder. Kantçı idealizmde olduğu gibi, öngörücü işlemenin metafiziksel çerçevesinde de renk, ses, kokunun dünyası ile birlikte, mekân, zaman ve nedensellik gibi temel kategoriler ve saf görüler de gerçekliğin birer temsilidir. Letheby, psikedelik kimyasalların normal beyin işleyişini bozduğunu, böylece “beynin bu temel inançlara olan güvenini azalttığını” (119), bunun da zaman ve mekânın ötesine geçme olarak ifade edilen deneyimlere neden olan şey olduğunu ilginç bir şekilde irdeler.
Ancak Letheby, bir sonraki bariz adım olarak gözüken şeyden kaçınır: Uzay-zamansallığın -Kant’taki gibi- öznel bir temsil olduğu göz önünde bulundurularak dış gerçekliğin aslında bizim temsil ettiğimiz anlamda uzay-zamansal olup olmadığını sorgulamaz. Kant için bu soru, gerçekliğin fenomenal dünyamız ve bilişsel erişimimizin olmadığı, zihinden bağımsız esas numenal gerçeklik olarak ikiye ayrılmasıyla sonuçlanır. Ancak Letheby bu hamleyi yapmaz çünkü bu, sorgulamanın temelinde yer alan fizikalizmi zayıflatacaktır. Yine de sorun hâlâ ortadadır: Eğer algıladığımız gerçeklik bir “kontrollü halüsinasyon” ise, neden fiziksel olanın kendisi de yalnızca bir halüsinasyon olarak kabul edilmesin? Şayet öyleyse, tüm natüralist teori çöker. Bu tavşan deliğinden çıkış yolu olabilir ama şu haliyle teori, sanrılı olduğu için eleştirilen bazı psikedelik durumlardan daha soyut bir şekilde metafizik ve mistik görünüyor.
“Kontrollü halüsinasyon” zihin teorisinin, “natüralist spiritüellik” üzerine olan sonraki bölümlerde çok bariz öne çıkan bağlılık hissi ile uyumsuz olduğu da iddia edilebilir. Letheby başkalarıyla, Doğa ile, kendisiyle bağlantı kurma deneyiminin, natüralist olmayan herhangi bir metafizik inanca ihtiyaç duymaksızın muazzam terapötik değeri olan, önemli bir his olduğunu savunur. Aynı zamanda bu bağlılık hissi, spiritüelliği doğallaştırma projesinin temelini oluşturan öngörücü işleme teorisi aracılığıyla bir halüsinasyon olarak kabul edilir. Örneğin, şöyle yazar: “Uyanık deneyimimizin tüm unsurları -insanlar, hayvanlar, bitkiler, masalar, sandalyeler ve bedenlerimiz ve benliklerimiz- gece rüyalarının ve psikotik halüsinasyonların fantastik yaratıkları kadar sanal, içsel olarak inşa edilmiş ve simülatiftir” (115). Bu inançtan daha fazla kopukluk yaratıcı bir şey olabilir mi? Eğer doğruysa, bu aslında çocuklarımızla, ailelerimizle, doğal dünyayla ve kendimizle (sonuncusu Kant’ın tabiriyle bir “ampirik algı”dan başka bir şey değildir) gerçek bir bağlantı kurmadığımız anlamına gelir. Bu tür bir yabancılaşmanın, kopukluğun üstesinden gelmek için Kant’ın ve teknosolipsistlerin yaptığı gibi “temsil”ciliği kabul etmeyi bırakmalı, bunun yerine Alfred North Whitehead’in izinden giderek algısal bir realizm benimsenmelidir. Bu alternatif metafizikteki özne-nesne ilişkisi temsil-temsil ilişkilerinden biri değil, parça-bütün ilişkisidir: Algı, halüsinatif olmayan, gerçek bir bağlılık olarak algılayanın bir parçası haline gelir. Ancak bu tartışmanın yeri burası değil.
Letheby’nin karşılaştığı bir diğer sorun ise natüralizmin psikedelik terapiye yönelik Rahatlatıcı Sanrı ile ilgili normatif etik sorulara nasıl yaklaştığıdır. “Epistemik riskler” fikri ve sanrıları teşvik etmenin etik dışı olduğu iddiası, bu tür yargıların bağlı kaldığı bir etik standardı gerektirir. Ancak etiğe karşı yaygın natüralist yaklaşım Ahlaki Anti-Realizmdir: Aşkın, nesnel ahlaki idealler veya standartlar yoktur, yalnızca öznel, kültürel olarak aşılanmış idealler vardır. Bu bakımdan bir natüralist, Sokrates’ten çok Thrasymachus gibidir. Dolayısıyla eğer natüralizm ahlaki anti-realizmi gerektiriyorsa -bu elbette tartışmaya açık- Rahatlatıcı Sanrı İtirazı yalnızca bu gerekçeyle dahi geçersiz kalır ve dördüncü bir yola ihtiyaç duymaz: Sanrılar aşılamak ahlaksız olamaz (üçüncü yanıta karşın) ve hastaları tedavi etmek ahlaklı olamaz (ikinci yanıta karşın). Ayrıca dördüncü yanıtla ilgili olarak ahlaki anti-realizm ışığında, gerçeği sürdürmenin kendisi –epistemik faydalar– etik bir zorunluluk olmayacağı sebebiyle daha az önemli hale gelir. Rahatlatıcı Sanrı İtirazı ahlaki bir itirazdır, ancak natüralizm temel düzeyde bir ahlaksızlığı beraberinde getirir.
Bu tür teorik zorlukların yanı sıra dikkate alınması gereken daha ampirik bir zorluk daha vardır. Kabul edilen temel varsayım, psikedelik terapinin temel mekanizması olarak metafizik inançlarda bir değişimi değil, inanç değişikliği olmaksızın deneyimin kendisini kabul ediyordu. Bunun doğruluk payına sahip olduğunu düşünsem de kitabın yayınlanmasından sonra çıkan ve tam tersini öne süren ampirik araştırmalar bu varsayımı biraz zayıflatmıştır: Psikedeliklerin, kullananların metafizik inançlarını fizikalizmden panpsişizme kaydırma eğilimi gösterdiği gözlemleniyor. Letheby’nin kitabı yakın zamandaki bilimsel çalışmalarla karşılaştırıldığında etkileyici bir şekilde günceldir. Ancak bir kitabın güncel olmasının tehlikesi yakında güncelliğini yitirecek olmasıdır. Buna rağmen Letheby, en güncel ampirik kanıtlara aşırı güvenmenin risklerinin tamamen farkındadır ve birçok argümanının -özellikle ampirik dünyanın geççici heveslerine daha az tabi olan teorik argümanların- zamanın sınamasından başarıyla geçeceği kesindir.
Bir kişi, bu konuların çoğunu eleştiriden ziyade en temel felsefi düzeylerde tartışma için ipuçları olarak görebilir. Kişisel olarak ben, Letheby’den daha nötr bir monistik metafiziği destekliyorum ve bu nedenle de anlaşmazlık noktaları kaçınılmazdır. Basit bir natüralizm/anti-naturalizm ikiliği yerine, tamamı Batı kaynaklı olmayan, daha fazla tartışma görmeyi isterdim. Bu tarz metafiziksel görüşlerin bir dizisini sunmak, RSİ ile ilgili doğruluk ve sanrı olasılıklarını farklılaştırırdı: Örneğin Spinozacı metafizikte “sonsuz anlık” deneyimleri potansiyel olarak doğru kabul edilirken, bedensiz ruh deneyimleri halüsinasyon olarak kabul edilirdi. “Sanrı” olanı belirlemek, gerçekliğin belirlenmesini gerektirir. Natüralizm, önerilen saptamalardan yalnızca biridir; birçoğu ise şüphesiz henüz kavramsallaştırılmamıştır.
Bilinçli deneyimin bilinç oluşturucu bir özellik tarafından nöral olarak gerçekleştirildiğini iddia etmek bilimsel değil, mistik bir iddiadır.
Psikedeliklerle gelen önemli katkılardan biri, kişiye gerçekliğin yeni kavramsallaştırmalarını sunmasıdır. Merhum İsveçli yazar ve psikonavt Patrick Lundborg, psikedelik deneyimin bir metafizik sunması gerektiğini, bir metafiziğin psikedelik deneyimi yorumlamasına izin verilmemesi gerektiğini savunur. Kıymetli olmakla birlikte uygulanması epey zor bir ideal. Ancak bu, felsefenin psikedelik durumları analiz ederken oynaması gereken rolü ve değeri yeniden öne çıkarır. Chris Letheby’nin dünyaya sunduğu şey, hem felsefede hem de bilişsel bilimde titiz bir akademik çalışma ile analitik bir zihni bir araya getiren, psikedelikler üzerine ilk akademik felsefi monograftır. Bu monograf, psikedelik rönesansındaki bazı çağdaş problemleri büyüleyici ve özgün fikirlerle netleştirir; bazıları biraz “tuhaf” olsa bile. Ancak felsefe ve psikedelikler hakkındaki bir kitaptan başka ne beklenir ve umulurdu ki?