İstisnasız dünyadaki bütün popülist liderlerin retorik çerçevesini, müzakereci-plebisiter katılımcı demokrasi savunusu oluşturur. Ne var ki, zannedildiğinin ya da iddia edildiğinin aksine muhafazakâr popülistlerin bu çerçevesi tam anlamıyla retorik düzeyde kalır. Muhafazakâr popülistler, hitap ettikleri seçmenlerini müzakere yapılabilir, anayasal olarak eşit haklara sahip yurttaşlar olarak değil, tek taraflı şekilde pazarlık yapılacak müşteriler olarak görür.1Kaya, Ayhan (2017) “Avrupa’da Popülist Sağın Yükselişi: Çeşitlilik ve Birlik İçerisinde Kaybolmak”, Eleştirel Miras: Avrupa’da kimliklerin gerçekleştirilmesi ve temsil edilmesi (CoHERE). Çalışma Paketi 2. Kritik Analiz Aracı (Critical Analysis Tool, CAT) 2, Orijinal metin: http://cohere-ca.ncl.ac.uk/#/grid/141. Bütün muhafazakâr popülistler hitap ettikleri ve bir şekilde kendi saflarında yer almaya ikna etmeye çalıştıkları seçmenlere bir nevi gösteri sunarlar. Bu gösteri Benjamin Moffitt’in de işaret ettiği gibi imge ve performansla halkın dolayımlanması pratiğine dayanır. Muhafazakârın retoriğinde ve söyleminde halk tamamen bir imge fenomendir.2Moffitt, Benjamin (2020) Popülizmin Küresel Yükselişi: Performans, Siyasal Üslup ve Temsil, Onur Özgür (Çev.), İletişim Yayınları, İstanbul. Muhafazakâr popülistler halka önce bir kutsiyet atfederler, sonrasında bu kutsiyeti bünyelerine hapsederek tekrardan ona sunarlar.
Halkın bu çerçevede, Laclau’nun işaret ettiği gibi söylemsel olarak kurulmuş ve önceden var olan bir toplumsal grup olarak kendisini sunamadığı bir tarihsel uğrakta3Laclau, Ernesto (2007) Popülist Akıl Üzerine, Nur Betül Çelik (Çev.), Epos Yayınları, Ankara. muhafazakâr popülist, bu halkın görünürdeki eksikliğini kullanarak onu kendi söyleminde bir “hazır-kıta” haline dönüştürür. Bu hazır kıta halk kategorisini muhafazakâr popülist, Laclau’nun popülizme atfettiği içkin bir akılla değil bir gösteri nesnesi olarak imgeleştirerek kendi saflarına çağırır. Bu çağrı sırasında kendini halkın popüler taleplerini dillendiren bir lider olarak sunar. Haddizatında Laclau’nun tarif ettiği ve anladığı anlamdaki popülist, bir liderlik iddiasıyla öne çıkmaz. Halkı oluşturan toplumsal alandaki bütün tikel unsurlar, eşit derecede taleplerini dile getirme hakkına sahiptir ve bu taleplerin dile geldiği özne tek değildir. Bu anlamda baktığımız zaman, muhafazakâr popülisti popülist yapan, taleplerin popülerliği değil, halkın heterojen bütünlüğünü sağlayan antagonizmanın keskin bir kutuplaşmaya dönüştürülmesidir. Bu kutuplaşmayı Laclau’nun tarif ettiği siyasal olarak üretici olan antagonistik birliktelikle karıştırmamak gerekir. Zira Laclau’nun literatüründeki antagonizma, toplumun farklı kesimlerini birbirine karşı hedef haline getiren kutuplaşmadan müzakere ve ikna mekanizmalarının açık olması nedeniyle ayrılır. Bir başka deyişle kutuplaşma, müzakere kanallarını tıkayarak, tamamen çoğunlukçu bir tahakküm üretmesiyle antagonizmanın özgürleşimi öne çıkaran müzakere pratiğinden farklılaşır.
Trump’tan Modi’ye, Putin’den Orban’a, Duterte’den Wilders’e, Bolsonaro’dan Erdoğan’a kadar bütün popülist liderleri belki de başarılı ve ikna gücü yüksek politik özne haline getiren, var olan eşitsiz ve adaletsiz sistemin “sahipleri”ne karşı halk adına mücadele verdikleri yanılsamasını mutlak bir gerçeklik olarak sunabilmeleridir. Aslında bu bir yanılsama olmasa, gerçeğin ta kendisi olarak kolayca inanılabilir bir hakikattir. Bu paradoks gibi görünen karmaşık cümleyi ABD ve Trump örneğinden yola çıkarak şöyle açıklayabiliriz: ABD’de misal Trump’un Fox TV dışındaki medya kuruluşlarıyla mücadelesinde onu haklı çıkaracak geçmiş hatalar yok değildir. Aslında bu tür medya kuruluşları, gerçek anlamda demokratik bir müzakerenin mecrası olmaktan uzak oldukları ve gerek organizasyonel yapıları gerekse de bundan kaynaklanan haber değeri tercihleri ve haber kaynağı seçimleri nedeniyle geniş halk kitlelerinin sesini duyurma konusunda en hafif deyimle hep eksik kalmışlardır. Dahası sansasyonel habercilik mantığıyla hareket ettikleri için, gerçek sorunların gündeme getirilmesi konusunda hem eksik hem de yanlış temsile yol açmışlar ve dolayısıyla medyaya atfedilen ve dördüncü güç şeklinde tanımlanan halkı bilgilendirme görevini layığıyla yerine getirmemişlerdir. Dahası statükonun korunması için çoğu zaman, toplumsal alandaki güç ilişkilerinin lehine olacak şekilde, güçsüz ve kendini ifade etme araçlarından yoksun geniş kitleleri suiistimal etmişlerdir.
Günümüzün muhafazakâr popülist liderleri, işte bir anlamda medyanın içinde bulunduğu yapısal sorunlardan kaynaklanan çelişkili konumundan faydalanarak halkın karşısında yaygın medyaya yönelik bir mücadele performansı göstermektedir. Ne var ki, halk adına dile getirdiği görüşlerde halkın talepleri gerçek anlamda yer almamakta, mevcut medya sahiplerine karşı verilen mücadele başarıya ulaşıp söylemde düşman olarak kodlanan iletişim araçları ele geçirildiği anda işlevsiz hale getirilmektedir. Bunun en bilinen örneği Türkiye’de yaşanmıştır. AKP iktidarı 2002 yılından bu yana, ana akım medyayı tamamen denetim altına alabilmek için benzer bir stratejiyi uygulamış ve bu konuda dünyadaki diğer pek çok muhafazakâr popülistin erişemeyeceği bir “başarı” elde etmiştir. Partinin lideri halka bahse konu medya kuruluşlarını onların aleyhine hareket ettikleri ve haber yaptıkları yönünde sürekli şikâyet etmiş, en son 2018 yılında Doğan Medya Grubunun Demirören Grubuna satılmasından sonra, satılan bütün iletişim araçları halkın haber alma hakkı açısından tamamen işlevsiz hale getirilmiştir. Cari koşullar altındaki bu medya kuruluşlarının tek işlevi AKP ve liderinin propagandasını yapmak haline gelmiştir. Hâlihazırda geride kalan ve etkisi bir hayli kısıtlı medya kuruluşu da devletin ve milletin çıkarına aykırı bir şekilde hareket eden hainler, dış güçlerin maşası, devletin dış düşmanlarının sağladığı fonlarla “beslenen” halk düşmanları olarak tanımlanarak halkın karşısında konumlandırılmaya devam etmektedir.
Bugün, popülizmden faşizme dünya tarihi açısından bakılınca ağır çekim, kişilerin kısacık tarihi açısından bakılınca ise hızlandırılmış bir geçişi yaşıyoruz. Dünya tarihi bu türde tarihsel dönüm noktalarını elbette çok yaşadı. Dünya, hiçbir dönemde özellikle yoksul insanlar açısından bir cennet olmadı. Hep bir savaş, hep bir kavga ve kan var insanın tarihinde. Bu açıdan bakılınca geldiğimiz nokta belki çok da önemsenmeyebilir. Ancak her birimizin kısacık kişisel tarihi açısından geldiğimiz nokta pek de umut vaat etmiyor. Yaşı otuzun üstündekiler açısından geriye dönüp bakıldığı zaman, AKP öncesi karanlık diye anılan 80’ler ve 90’lar dahi mumla aranır hale geldi. Yoksulluk ve dahası açlık sıradanlaştı, dahası doğallaştı. Bu sıradanlaşan sefaleti popülist bir rıza mekanizmasıyla değil, ancak faşist bir baskı rejimiyle sürdürmek mümkündür. Faşizm, bir iktidar etme pratiği olarak popülizmden retorik ve strateji açısından pek çok aracı da ödünç alarak ilerler.
İçinde yaşadığımız dönem belki de Hannah Arendt’in yıllar önce sorduğu şu rahatsız edici soruya verilecek samimi yanıtlar üzerine daha da derinden düşünmeyi gerektiriyor: “Güçten yoksun bir hakikat, hakikate itibar etmeyen bir iktidar kadar alçakça değil midir?”4Arendt, Hannah (2017). Geçmişle Gelecek Arasında: Siyasi Düşünce Konulu Sekiz Deneme, 6. Baskı, (çev. Bahadır Sina Şener ve Onur Eylül Kara), İstanbul: İletişim, s. 308. Bu kadar kolay yalanlar söyleyip kitleleri rahatça aldatarak peşinden sürükleyebilen iktidarların varlığı, hakikate önem verip de yeterince güçlü olmayı başaramayan muarızlarının da suçu değil mi? Bugün Türkiye’de iktidar, yaklaşık son beş yıldır anlatacak sahici bir hikâyesi kalmadığı halde, neredeyse kendi varlığını da inkâr edecek kadar farklı ve tutarlılıktan yoksun manevralar ve sonu gelmez yalanlarla iktidarını sürdürmeyi başarabiliyorsa bunda yalanın değil de hakikatin peşinde olanların da sorumluluğu yok mudur? Türkiye’de ve dünyada muhafazakâr popülist liderleri iktidarda tutan kitlelerin cehaleti ve ahlaksızlığını gerekçe göstererek gidilecek bir yol olmadığı ortada. Bu kitlelerin neden bu yalanlara inandığı, tutarlılıktan yoksun salt pragmatik yalanlara ya da “sahte hakikatlere” neden tevessül ettiği üzerinde içtenlikle durmak gerekiyor. Bu sorulara verilecek sahici yanıtlar, belki de bir miktar yolumuzu aydınlatabilir.
Türkiye’deki mevcut iktidar 2016 yılındaki başarısız darbe girişiminden bu yana, halkı gerçeklerden uzak tutabilmek için ana akım medyayı radikal biçimde dönüştürdü. Bu dönüşümün elbette evveliyatı 1980’lere kadar gider.5Bu uzun dönüşümün izlerini süren iki rapora sırasıyla şu linklerden ulaşılabilir: https://medyaport.net/2018/04/05/47/ https://medyaport.net/2018/05/10/akp-doneminde-turkiyede-degisen-medya-sermayesi/ Ancak AKP iktidarı dönemindeki dönüşümün en belirgin özelliği, medyanın tamamen taşeronlaştırılması olmuştur. Önceki iktidarları nispeten özerkmiş gibi davranan medya ile müzakere içinde tutan yapı, AKP iktidarı döneminde neoliberalizmin en vahşi uygulamaları sonucu dağılmıştır. AKP iktidarı medyanın sadece sermaye yapısıyla oynamamış, aynı zamanda medyada söz söyleyen, anlam üreten, iktidara kısmen eleştiri getiren aktörlerin itibarını altüst ederek, medyanın kurumsal anlamdaki çöküşünü de hızlandırmıştır.6Kıvanç, Ümit (2017). O Meslek Bunalımda: Gazeteciliğin Kendine, Neoliberalizm ve Sanal Âlemin Basına Ettikleri, İstanbul: P24 Medya Kitaplığı. Bu kurumsal çöküş, siyasi liderlerin söylemlerini dolayımlayan medyanın işlevini ters yüz etmiştir. İtibarı zedelenmiş, söz söyleme ehliyeti büyük ölçüde elinden alınmış, olaylara kısmen de olsa nesnel yaklaşarak haber üretme yeterliliği ortadan kalkmış geleneksel ana akım medya, artık iktidar liderinin sözlerini dolayımlamak yerine tam anlamıyla onun sözcüsü haline gelmiştir.
Bu medyanın itibarsızlaşma sürecini bir yandan iktidarın baskıları tetiklerken, diğer yandan neoliberal işgüvencesiz çalışma ortamı şekillendirmiştir. Son yıllarda, dijital haberciliğin yaygınlaşması, dijital reklamcılığın ana akım medyanın reklam gelirlerinde azalmaya yol açması gibi faktörlerin de etkisiyle ana akım medyadaki nitelikli işgücü büyük ölçüde tasfiye edilmiştir.7Çevikel, Tolga (2020). Dijital Çağda Gazeteciliğin Krizi ve Finansmanı, Ankara: um:ag. Bu tasfiyede sadece ekonomik gerekçeler rol oynamamıştır elbette. Bu hâlihazırda alternatif mecralara saçılmış olan nitelikli işgücünün tasfiyesinde iktidarın baskıları da önemli rol oynamıştır. Kuşkusuz bu baskılara dair pek çok örnek vardır. Ancak bu örneklerin arasında birisi hatırlanmaya değerdir. Burada haber kanalına ve yöneticisine yapılan siyasi baskıdan ziyade bu siyasi baskı karşısında kanalın yöneticisinin sergilediği tavır daha dikkat çekicidir. Zira bu tavır neoliberal özne ve yönetici profilinin billurlaştığı çarpıcı bir örnektir. Habertürk Televizyon Kanalı’nda 10 Şubat 2014 tarihinde yapılan program sırasında Türkiye tarihine “Alo Fatih Vakası” olarak geçen bir uyarı telefonu gelir. Daha sonra Fethullah Gülen destekçisi istihbaratçılar tarafından kamuoyuna el altından ses kayıtlarının duyurulmasıyla haberdar olduğumuz olayda dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, kanal yöneticisi Mehmet Fatih Saraç’ı telefonla arayarak açıkça tehdit eder. Bu olay üzerine kanaldaki yönetici ve programcılar kendilerine bir anlamda “çekidüzen” vermek zorunda kalırlar. Bu “çekidüzeni” aslında oto sansürün iyiden iyiye içselleştirilmesi olarak anlamak gerekir. Bu olayın da kendisine sorulduğu bir saha çalışmasında Habertürk Kanalı’nın Haber Müdürü ve Teke Tek Programı’nın sunucusu Fatih Altaylı, “savunma stratejisi olarak, teslim olmaktan başka seçeneği olmadığını, çünkü haber departmanının yöneticisi olduğunu ve bu nedenle ‘haber odası ailesinin’ iyiliğinden sorumlu olduğunu söylüyor”du.8Aşık, Ozan (2017). “The Fall of the Public and the Moral Contestation in the Journalistic Culture of Turkey”, Middle East Journal of Culture and Communication, S. 10, ss. 69-85, doi: 10.1163/18739865-01001005. Altaylı’nın bu savunma stratejisi, aslında neoliberal kuralsızlaştırma sonucunda ortaya çıkan kurumsal çürümenin ve bu çürümenin yol açtığı ahlaki ve ilkesel yozlaşmanın en net göstergelerinden birisi olarak karşımıza çıkıyor. Burada Altaylı, aslında kamu adına sorumluluk üstlendiği, kamuyu bilgilendirmek misyonuyla hareket ettiği bir görevi, patrimonyal bir kategoriye tevil ederek bir yandan yaptığı işin ciddiyetini hatırlatırken diğer yandan da bu işin gereği olan ilkelerden, sorumlu olduğu kişiler adına vazgeçilebileceğine vurgu yapıyor. Bu vurgu, aslında iyice güçsüzleşmiş ve sınırsız sorumlu ama sınırlı bir yetkiye sahip taşeronlaştırılmış bir yönetici profilinin en net göstergesidir. Fatih Altaylı’nın şimdilerde kendi Youtube kanalını kurarak burada programlarını sürdürdüğünü hatırlatarak geçelim.
Burada Altaylı’da billurlaşan bu tavrın hem neoliberal ideolojinin ürettiği normlarla hem de AKP iktidarının iktidar olma yol ve yordamları yoluyla bütün stratejik kurum, kuruluş ve mesleklere sirayet ettiğini görüyoruz. Hâkim ve savcılığın itibarını yok ederek hukukun bağımsızlığı, avukatlık mesleğinin itibarını yok ederek savunma hakkının kutsallığı, bilim ve bilimsel bilgiye olan sadakati zedeleyerek uzman, bilim insanı ve entelektüel figüre olan güveni, gazetecilik mesleğine olan güvenin geri dönülmez bir biçimde sarsılmasına yol açarak medyanın işlevini ortadan kaldırmak mümkün olmuştur. Alexandra Koyre, insanın daima kendine ve başkalarına yalan söylemesinin su götürmez bir gerçek olduğunu hatırlatarak, yalanın bir anlamda “güçsüz ve karakteri zayıf olanın tercih ettiği” bir silah olduğuna9Koyre, Alexandra (2018). “Modern Yalanın Siyasal İşlevi”, içinde Yeni Türkiye Hakikatsiz Siyaset Soylu Yalan, (ed. Betül Yarar, çev. Tuncay Şur), Ankara: Dipnot, ss. 43-57. dikkat çekiyor. Günümüz neoliberal toplumunda, haklarından soyulmuş, toplumsal eşitlik ilkesine olan inancı sarsılmış ve örgütsüzlüğü neredeyse bir norm haline getirilmiş öznelere hem kendisine yalan söylemekten hem de kendisine yalan söyleyenlere inanmaktan başka çıkar yol kalmamıştır. Bu nedenle neoliberal küresel hegemonya ile yalandan başka söyleyecek sözleri olmayan muhafazakâr popülistlerin aynı tarihsel momentte yükselişte olmasına şaşırmamak gerekir.
Bu çerçeveden hareketle 31 Mart 2024’te yapılacak yerel seçimlere gidilirken karşımıza çıkan iktidarından muhalefetine siyasi figürlerden gelen birkaç gaf ya da hadsizlik örneğiyle popülizmden faşizme geçişin toplumsal zeminine dair işaretleri okumaya çalışmak mümkün olabilir. Partili Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Kütahya’daki mitinginde konuşurken kendisine soru soran seçmenine “delikanlı önce dinlemesini öğren” diyerek had bildirmesi.10https://www.egeninsesi.com/haber/398567-erdogan-mitingde-yurttasi-azarladi-delikanli-once-dinlemeyi-ogren (Erişim tarihi: 08/03/2024) Sanki yediden yetmişe ülkenin tümü çeyrek asırdır sadece onu dinlemiyormuş gibi, hala dinleme talep etmesi, artık karizma ya da retorik yoluyla rıza üretmenin imkansız hale geldiğini, insanlara kendini zorla dinletme aşamasına çoktan geçildiğini çok iyi gösteriyor. Çünkü söylenecek söz, anlatılacak hikâye kalmamış, uydurulacak yalanlarınsa sınırlarına ulaşılmıştır. Halkın popüler taleplerini en iyi “ben dile getirebilirim” diyebilme becerisi yok olunca, nihayet “bizatihi halkın kendisi benim” deme aşamasına geçilmiştir. Bu, popülizmin içkin aklının yitirildiği, bu aklın yarattığı gerçeklikten kopulduğu aşamadır. Popülist lider gerçeklikten ne kadar koparsa, o kadar despotlaşır, despotlaştıkça üzerinde yükseldiği zemin kayar, bu zemin kaydıkça despotluğu artar. Günümüzün despot popülistlerinin en büyük şansı küresel konjonktürün, daha doğrusu küresel kapitalizmin yarattığı demokratik krizin, onları aynı tarihsel dönem içine hapsetmiş olmasıdır. Ne var ki onların hapisliği aynı zamanda toplumun tüm unsurlarının da siyasetsiz bir siyaset içine hapsolmasına yol açmıştır. Bu hapishane metaforu gerçekten de içinde yaşadığımız güvencesiz topluma çok uygun bir metafordur. Zira tıpkı hapishanede olduğu gibi bu toplumsal yapının içinde de haklının değil güçlünün, mahkûmun değil, gücünü itaatten ve sadakatten alan gardiyanın borusu öter. Haklı ne kadar hak talep ederse etsin, son kertede gardiyanın riyakâr söz ve davranışlarına kerhen de olsa uymak zorunda kalır. Ne var ki bu hapislik hali nihai sürdürülemez, elbet bir sonu vardır, olmalıdır.
Diğer örnekler muhalefet cephesinden. Bu örnekler, aslında sadece popülizmden faşizme doğru adım atıldığını değil, faşizmin şahikasına ulaşıldığını ve buradan büyük bir hızla inişe geçilmekte olduğunu göstermektedir. Zira faşizm, toplumun tümüne ne kadar sirayet ederse, paradoksal olarak toplum aynı zamanda o faşizmin yarattığı karanlık iklimden çıkış yolu aramaya başlar. Faşizmin şahikasında siyaset oyununun içindeki mevcut muhalif cephenin müesses nizamının darmadağın olmakta olduğunu gösteren en iyi örnek, toplumun belki de tümünü büyük hayal kırıklığına uğratarak lime lime dağılan muhalefet ittifakının temel bileşenlerinden olan İYİ Parti’nin liderinin tahammülsüzlüğüdür. İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’e yönelik neden ittifakı dağıttığına dair CHP’li bir seçmenden gelen eleştiri, bu dağılmanın psikodinamiklerine dair de pek çok ipucu veriyor. Ama konumuz psikoloji değil şu noktada. Akşener’in seçmenin “neden ayrıldınız, neden ittifakı bozdunuz?” diyerek eleştirmesinin ardından tartışmaya girerek “hadi ordan” demesi faşizmin mevcut siyasi iklime ne kadar derinden sirayet ettiğinin de göstergesidir.11https://www.youtube.com/watch?v=gAm3g-PhC4Y (Erişim tarihi: (08/03/2024) Ne var ki bu derinlik aynı zamanda kırılganlığı da beraberinde getirir. Seçmenin cesaretli sorusu, bu kırılganlığı ve faşizmden çıkış ihtimalini güçlendiriyor. En karanlık an aydınlığa en yakın olunduğu andır; bir rejimin en güçlü olduğuna inandığı zaman, yıkılmaya en yakın olduğu zamandır.
Diğer örnekler Ana Muhalefet Partisi cenahından. CHP’nin Ankara Mamak İlçesi Belediye Başkan adayı seçim çalışmaları yaparken karşılaştığı Iraklı Türkmen çocuklara yönelik nefret dolu sözleri bu örneklerden en vicdandan ari olanı. Söz konusu zat, karşısındakilerin henüz hayatı tamamen oyundan ibaret sanan masum çocuklar olduğunu unutarak, küçücük çocukları Türkiye’de zaten yükselişte olan yabancı ve mülteci düşmanlığının açık hedefi haline getiriyordu. Mevcut iktidarın mülteci politikalarına muhalefet ederek, buradan bir destek devşirme kaygısı faşizm iklimi içinde aklın, vicdanın ve ahlakın gerektiğinde politik görüş fark etmeksizin herkes tarafından nasıl askıya alınabileceğini çok iyi gösteriyor. Faşizm her şeyden önce var olan sorunlara akılcı, adil, kalıcı ve hakkaniyetli çözüm üretme yeteneğini yok eder.12https://www.youtube.com/watch?v=v0rZt-r8LNA (Erişim tarihi: 08/03/2024) Bundan sadece iktidar değil, tüm politik hareketler fırsatçı bir şekilde yararlanır. Ancak bazı muhalif cenahlar, ilkelerden ve akıldan yoksun bir kör nefretin sadece otoriter güç sahiplerinin işine yaradığının, kendilerini de böylesi bir rejimin basit bir piyonu haline getirdiğinin asla farkına varmazlar. Zira otoriter güç sahipleri, kendi söylemlerini içselleştiren muhalifleri de bir gün mutlaka hedef haline getirebilirler. Çünkü her türlü muhalif hareket otoriter güç makinesinin gözünde sadece gücün daha da temerküz etmesini sağlayan sıradan birer yakıttır. O yakıt vakti gelince harcanır ve atık olarak ortama bırakılır. AKP’nin 20 yılı aşkın iktidar dönemi bu tür harcanıp ortama bırakılan atıkların tarihidir aynı zamanda. Böylesi bir duruma düşmemek için, otoriter gücün söylemine eklemlenip onun argümanlarıyla siyaset yapmak yerine toplumun taleplerine sahici şekilde kulak verip alternatif söylemler üretmek gerekir.
Ana Muhalefet Partisi’nden vereceğimiz son örnek içinde debelendiğimiz faşizm ikliminin muhalefet cephesinde nasıl billurlaştığını da çok iyi gösteriyor. CHP’nin Afyonkarahisar Belediye Başkan Adayı Burcu Köksal’ın “başkan seçilmem halinde DEM Partililer hariç herkes belediye binasına girebilecek” cümleleri, CHP içindeki otorite boşluğundan, liderlik krizine kadar pek çok tartışmayı ve çelişkiyi açığa çıkarmasının yanı sıra, aslında yıkılmaya yüz tutmuş, ancak yoğun baskı ve güçle varlığını sürdürmeye çalışan bir rejimin aynadaki aksidir aynı zamanda.13https://www.bbc.com/turkce/articles/cpv0zvvxyz4o#:~:text=Bug%C3%BCn%20Bak%C4%B1rk%C3%B6y%20Cumhuriyet%20Meydan%C4%B1’ndaki,her%20siyasi%20g%C3%B6r%C3%BC%C5%9Ften%20olan%20insan%C4%B1na. (Erişim tarihi: 08/03/2024) Pek çok insan uzun zamandır ülkenin asıl sorununun iktidar değil muhalefet olduğunu dile getiriyor. CHP yönetimi bu tespiti doğrulayacak çok hatalar yaptı. Bu hataların bedelini tek başına bir parti değil toplum ağır bir şekilde ödedi ve ödemeye devam ediyor. Son Cumhurbaşkanlığı ve milletvekilliği seçimleri bu bedele yoğun bir hayal kırıklığını da ekledi. Bu örnekler de gösteriyor ki, faşizmin panzehri, faşizme onun argümanlarıyla kapılanmak, faşizme yaranmaya çalışmak için güçsüz ve yoksul masum insanları mevcut zehirli faşizm ve nefret ikliminin hedefi haline getirmek değil, toplumun bütününün sorunlarına aklıselim, eşitlikçi, anayasal eşit yurttaşlık temelinde ilkelere dayalı çözüm önerileri sunmaktır. Mevcut iktidarın faşist zihniyetini besleyen ve onu kollayan bir faşist yardımcı zaten mevcut ittifak içinde var. Siz ne kadar çabalarsanız çabalayın aslı varken, benzeri olmaya çalışarak otoriter iktidara yaranamazsınız. Çünkü faşizm, sürekli bir zamanlar kendisini destekleyenler de dâhil, herkesten tavizler kopararak ilerler. Faşizme haklarınızdan ve varlığınızdan verdiğiniz her taviz, bir sonraki tavizin avansıdır sadece. Faşizmle faşistle yarışarak mücadele edemezsiniz, ancak onunla ilkeler çerçevesinde göğüs göğüse çatışarak mücadele edebilirsiniz. Tarih başka türlüsünün imkânsız olduğuna dair çokça örnekle doludur.
Notlar
(1) Kaya, Ayhan (2017) “Avrupa’da Popülist Sağın Yükselişi: Çeşitlilik ve Birlik İçerisinde Kaybolmak”, Eleştirel Miras: Avrupa’da kimliklerin gerçekleştirilmesi ve temsil edilmesi (CoHERE). Çalışma Paketi 2. Kritik Analiz Aracı (Critical Analysis Tool, CAT) 2, Orijinal metin: http://cohere-ca.ncl.ac.uk/#/grid/141.
(2) Moffitt, Benjamin (2020) Popülizmin Küresel Yükselişi: Performans, Siyasal Üslup ve Temsil, Onur Özgür (Çev.), İletişim Yayınları, İstanbul.
(3) Laclau, Ernesto (2007) Popülist Akıl Üzerine, Nur Betül Çelik (Çev.), Epos Yayınları, Ankara.
(4) Arendt, Hannah (2017). Geçmişle Gelecek Arasında: Siyasi Düşünce Konulu Sekiz Deneme, 6. Baskı, (çev. Bahadır Sina Şener ve Onur Eylül Kara), İstanbul: İletişim, s. 308.
(5) Bu uzun dönüşümün izlerini süren iki rapora sırasıyla şu linklerden ulaşılabilir:
https://medyaport.net/2018/04/05/47/
https://medyaport.net/2018/05/10/akp-doneminde-turkiyede-degisen-medya-sermayesi/
(6) Kıvanç, Ümit (2017). O Meslek Bunalımda: Gazeteciliğin Kendine, Neoliberalizm ve Sanal Âlemin Basına Ettikleri, İstanbul: P24 Medya Kitaplığı.
(7) Çevikel, Tolga (2020). Dijital Çağda Gazeteciliğin Krizi ve Finansmanı, Ankara: um:ag.
(8) Aşık, Ozan (2017). “The Fall of the Public and the Moral Contestation in the Journalistic Culture of Turkey”, Middle East Journal of Culture and Communication, S. 10, ss. 69-85, doi: 10.1163/18739865-01001005.
(9) Koyre, Alexandra (2018). “Modern Yalanın Siyasal İşlevi”, içinde Yeni Türkiye Hakikatsiz Siyaset Soylu Yalan, (ed. Betül Yarar, çev. Tuncay Şur), Ankara: Dipnot, ss. 43-57.
(10) https://www.egeninsesi.com/haber/398567-erdogan-mitingde-yurttasi-azarladi-delikanli-once-dinlemeyi-ogren (Erişim tarihi: 08/03/2024)
(11) https://www.youtube.com/watch?v=gAm3g-PhC4Y (Erişim tarihi: (08/03/2024)
(12) https://www.youtube.com/watch?v=v0rZt-r8LNA (Erişim tarihi: 08/03/2024)
(13) https://www.bbc.com/turkce/articles/cpv0zvvxyz4o#:~:text=Bug%C3%BCn%20Bak%C4%B1rk%C3%B6y%20Cumhuriyet%20Meydan%C4%B1’ndaki,her%20siyasi%20g%C3%B6r%C3%BC%C5%9Ften%20olan%20insan%C4%B1na. (Erişim tarihi: 08/03/2024)