Demo v1.0

6 Ekim 2024, Pazar

Beta v1.0

Politik Dayanışma ya da Paylaşılan Farklılıkların Politikası

Dayanışma dediğimiz şey, dünyayı daha iyi bir yer haline getirmek için onu başkalarıyla paylaşmaya hazır olmak ve bunun gerektirdiği sorumluluğu yerine getirmektir. Tıpkı Hrant Dink’in yapmış olduğu gibi…

Editörün Notu

Aramızdan alınmasaydı Hrant Dink bugün 70 yaşında olacaktı. Fatmagül Berktay’ın Hrant anısına kaleme aldığı bu değerli yazıyı1Bu makale daha önce şurada yayımlanmıştır: F. G. Berktay, “Politik Dayanışma ya da Paylaşılan Farklılıkların Politikası,” İşbirliği, İstanbul: Optimist İdea, 2013, pp.37-56. Giriş kısmı dışında yalnızca imla düzenlenmiştir. (Ed.) politik dayanışma ağlarını birlikte örmek umuduyla okurlarımızla paylaşıyoruz. İyi ki doğdun Hrant Ahparig…

[…] 2001’de gerçekleşen kültürel haklara dair bir atölyede Hrant Dink’le birlikteydik. Dink: “Var olan yapı bir teklik dayatıyor ama böylelikle bana her an farklılığımı hatırlatıyor” diyordu. Ancak hemen ardından kimlik/farklılık vurgusunun bir “moda uyanış” olması konusunda uyarıyor ve “öteki”nin başkalarını ötekileştirme tehlikesine işaret ediyordu.2F. Berktay, Kültürel Haklar Atölyesi’nde tutulan notlar, 12 Mayıs 2001, özel arşiv. Atölyede “tebliğ eden devlet” ile “dilekçe veren yurttaş” arasındaki asimetrik ilişkinin yerini iki “ergin ve eşit” taraf arasındaki karşılıklılık ilişkisinin alması gereği tartışılırken de yine Dink, “bizim tavrımızın” da eleştiriye tabi tutulması ve “biz”deki mutlakçılık eğilimiyle de hesaplaşılması gerektiğini vurgulamıştı. Çünkü mesele salt “haklı olmak” değil, bu haklılık konusunda karşıdakini “ikna” edebilmek ve böylelikle bir şeyleri “hasıl edebilmekti”. Karşıda “her dokunduğunu sorun haline getiren bir devlet”in bulunduğu doğruydu ama “kimlik politikası”nın da sorunları vardı.3Aynı yerde. […] Gerek Dink’ in, gerekse Karakaşlı’nın 12 yıl önce savundukları görüşler, “politik işbirliği ve dayanışma” konusu açısından can alıcı bir önem taşıdığı gibi, bu yazıya da iyi bir giriş oluşturuyor. 

Kimlik, politiktir

Saldırı altında olan, ikincilleştirilen ya da aşağılanan kimliği elbette savunmak gerekir. Yoksa, Arendt’in saldırı altında “Yahudi olmak” savunulmadığı ve egemen topluma asimilasyon reddedilmediği zaman düşüleceğini söylediği durumla yüz yüze kalınır:4Hannah Arendt, Rahel Varnhagen: The Life of a Jewess, Johns Hopkins University Press, 2000, s. 256.

Yahudilere düşman olan bir toplumda… ancak aynı zamanda anti-semitizme asimile olarak asimile olabilirsiniz…Ve kişi, kendi kökenini inkâr etmenin bütün sonuçlarını göze alarak ve kendisini, bunu yapmamış ya da henüz yapmamış olanlardan kopararak gerçekten asimile olursa, o zaman bir alçak haline gelmiş demektir.

Ancak verili kimlik, adı üstünde zaten verilmiş olduğu için, kendiliğinden herhangi bir eylemin, yeni bir şey başlatmanın konusu olamaz. Politik dayanışma ve işbirliğinin gerçekleşebilmesi için saldırıya maruz kalmış verili kimliğin “doğallığı”nın ötesine geçilip politikleştirilmesi, yani politik direnişe konu edilmesi gerekir; bu durumda verili kimlik kişisel bir özellik olmaktan çıkarak kamusal alanda tanımı değiştirilebilir hale gelir ve böylelikle yeninin doğuşuna hizmet edebilir.

Saldırıya uğrayan bir kimlik grubuna ait olmasanız bile bu kimlik adına mücadele etmeniz mümkündür. Tıpkı Yahudilere yapılan zulme karşı çıkmak için Yahudi olmanız gerekmediği gibi Ermeni, Kürt, kadın, eşcinsel vb. kimliklere uygulanan baskılara karşı çıkmanız için de Ermeni, Kürt, kadın, eşcinsel vb. olmanız gerekmez. Öte yandan Hannah Arendt, verili kimliğin politikleştirilmesinin, saldırıya maruz kalma durumu değişirse, söz konusu ezilen kimliğin yol açtığı sorunların yerine başka kimlik sorunlarının ağır basmasını ya da isimsizliğin (herhangi bir kimliğin vurgulanmaması) tercih edilebilmesini mümkün kılacağına işaret eder.5Hannah Arendt akt. F. Berktay, Dünyayı Bugünde Sevmek, Hannah Arendt’in Politika Anlayışı, Metis, 2012.

Jacques Ranciére de, her politik özneleşmenin bir “kimliksizleşme”, “bir konumun doğallığından uzaklaşma” olduğunu ve verili kimlikten böylesi bir uzaklaşmanın “politik bir muhalefet alanı” imkânı yarattığını savunur.6J. Rancière, Uyuşmazlık: Politika ve Felsefe, Aralık, 2005, s. 60 vd.; akt. Özgür Soysal, “Rancière’de Politik Olanı Yeniden Düşünme Girişimi”. Örneğin 1968 Mayısı’nda dillerde dolaşan “Hepimiz Alman Yahudisiyiz” sloganı belirli bir grubu (Alman Yahudisi) adlandırmamış, topluluğu belirli “dâhil etme” ve “dışlama” ölçütleri açısından çerçeveleyen egemen adlandırma sistemini karışıklığa sevk ederek sarmış ve bir muhalefet alanı açmıştır. Damgalayıcı bir adlandırmayı tersine çevirmek suretiyle politik bir özneleşmenin ilkesi haline getirilmesine dikkat çeken Ranciére’in bu örneğini, Hrant Dink’in katlinin ardından gerçekleşen eylemlerde herkesin haykırdığı “Hepimiz Ermeniyiz, hepimiz Hrant’ız” sloganıyla karşılaştırabiliriz. Bu sloganı haykırmakla kim, hangi verili kimlikle (Türk, Kürt, Müslüman, vb.) özdeşleşmiş olursa olsun bu kimliği askıya aldığını beyan etmiş ve politik bir kimlik edinmiş oluyordu.

“Hepimiz Ermeniyiz” diyenler görünürde Ermeni olduklarını ilan ediyorlardı ama elbette özdeşleştikleri herhangi bir etnik grup değildi; bu elbette imkânsızdır. “Ermenilik” burada, gene Ranciére’in terimleriyle ifade edecek olursak, “verili kimlikleri paylaştıran” egemen düzenin haksızlığının bir parçası olmayı reddeden öznelerin, içinde kendilerini yeniden tanımlayabilecekleri ve eşitliği onaylayabilecekleri bir “boş” öznellik konumuydu. Başka bir deyişle, Dink’in katlini protesto etmenin yanı sıra “Ermeni” adlandırmasının Türkiye’de aşağılayıcı bir içerikle kullanılmasına karşı geliştirilmiş bir muhalefetti.

Gerçekten de, bir kimlik grubuna dâhil olduğunuzu belirtmek politik bir olgudur; inkâr edilmesi mümkün olmayan, inkâr edilmeye kalkışılması tehlikeli ve yanıltıcı bir olgu… Bu, günümüzde feministlerin savunduğu “farklılığımızı koruyarak eşitlik” talebinin de içeriğini oluşturur. Kastedilen, her bireyin “kendi benzersizliği içinde kim olduğunu” kabul edip bunu yaşayabilmesidir. Başka bir şey olmaya çalışmadan kendi benzersizliğimizin tadını çıkarmak, ama aynı zamanda kendimizi başkalarından ve kendi çoğul kimliklerimizden politik olarak koparmamak… Ermenilere yapılan haksızlığa karşı çıkmak için Ermeni olmak gerekmediği gibi, kadınların maruz kaldığı baskıya direnmek için de “kadın” olmak gerekmez. “Kadın olmak” da politik bir olgudur ve inkâr edilmesi politik gerçekliklere göz kapamak anlamına gelir, ama politik direnme ve cinsiyeti kadın olmayanları da kapsayabilen politik dayanışma yoluyla bu olgunun da anlamı ve tanımı değiştirilebilir. Bu yaklaşım, kültürel feministlerin savunduğu “doğa”ya, sempatiye ya da empatiye dayandırılan duygusal ve özcü, sonuç olarak da yanıltıcı kimlik tasavvurlarının yerine kadın kimliğinin politikleştirilip mücadele konusu haline getirilmesini ifade eder. Böylelikle, kadınlar arası dayanışmayı soyut bir “kız kardeşlik gücü” olarak değil, kadınların ezilmesine karşı ortak hareket etmekte kararlı olan (kadın ve erkek) feministler arasındaki bir dayanışma olarak düşünmeyi mümkün kılar.

Politik özneleşme, işlenmiş olan belirli bir haksızlık tarafından tanımlanmış bir topluluk yaratır. Dink suikastının yakıcı haksızlığı da aslında normal olarak sokağa çıkmayacak büyük bir kalabalığı bir araya getirmişti ve o topluluğun bir bölümü, “adalet talebi” hâlâ karşılanmadığı için toplanmaya devam ediyor. Bu eylemler Türkiye’de politik özneleşme tarihi açısından çok önemli bir âna denk geliyordu ve politik dayanışmanın da canlı bir örneğini oluşturuyordu.

Dışlayıcı olmayan dayanışma

Aynılığa (verili kimliğe) dayandırılan kimlik politikası ve buradan kaynaklanan dışlayıcı “dayanışma” anlayışı, kişilerin politik hedeflerden ziyade kendi kimlikleriyle ilgilendikleri ve sonuçta politikayı berhava edici bir nitelik taşır. Jana Sawicki’nin işaret ettiği gibi, “bu türden kimlik politikası, çoğu kez belirli bir kimliğe gerçekten kimin dâhil olduğu konusunda bitip tükenmez iç mücadelelere yol açarak kendi kendisini baltalar.”7Jana Sawicki, “Identity Politics and Sexual Freedom”, Feminism and Foucault, der. I.Diamond ve L. Quinby, Northeastern University Press, 1988 içinde. Jodi Dean, kimlik politikasının, asimilasyon karşısında bir ilerleme olsa da, bunun, “birey olarak farklılıklarımızın yok edilmesi pahasına” gerçekleştiğine dikkat çeker. Judith Butler da aynı nedenle, [grup içi] dayanışmanın “dışlayıcı bir norm” olduğunu savunur.8Jodi Dean, The Solidarity of Strangers: Feminism After Identity Politics, University of California Press, 1996, s.  48 ve Judith Butler, Cinsiyet Belası, Metis, 2008, s.  47-48. Buradan hareketle dışlayıcı ve baskıcı olmayan bir dayanışmanın imkânsız olduğu sonucuna kolaylıkla varılabilir ama bunun bedeli gerçekten çok ağırdır. İttifaklar olmadan politik mücadele nasıl yürütülüp kazanılabilir? Dolayısıyla sorun, önemli ölçüde, ortak politik hedeflerden yola çıkarak baskıcı olmayan grup kimliklerinin ve dışlayıcı olmayan bir dayanışmanın yaratılıp yaratılamayacağıyla ilgilidir.

Gerçekten de, dayanışma, önceden verilmiş bir şey, bir önkoşul mudur, yoksa paylaşılan hedefler etrafında girişilen ortak eylem sonucunda ulaşılan politik bir olgu mu? Arendtçi dayanışma kavramı tam da ikinci türden olduğu için, bize baskıcı ve dışlayıcı olmadan dayanışan kolektivite biçimlerini düşünme imkânı verir. Arendt, kolektif politik hareketlerin ortak bir kimlik etrafında değil, farklı bireylerin ortak bir hedef uğrunda birleşmeleriyle bir arada tutulabileceklerini düşünür. Dayanışma, kimliğin ve duyguların ortaklığını değil, eylemin ortaklığını temel alır.

Kişinin kendisini “Yahudi olarak”, “kadın olarak”, “siyah olarak”, “Ermeni olarak”, “Kürt olarak” vb. savunması, başka ezilen gruplarla dayanışmayı reddetmesi anlamına gelmez; tam tersine bu savunma, salt ait olunan grubun hakları ve çıkarları için değil, bütün ezilen grupların varlığını güvenceye alacak bir çoğulluk için mücadele etmeyi içermelidir. Özgürleşme hareketleri belirli baskı biçimlerinden yola çıkarlar; milliyetçi hareketler milli baskıdan, siyahlar ırkçı baskıdan, Yahudiler anti-semitizmden, kadınlar cinsiyetçi baskıdan vb. Burada gerçekten de ilk başta ortak bir ezilme konumundan (aynılık) hareket edilmesi söz konusudur. Ancak muhalif bir hareketin uzun soluklu olabilmesi için hem kendi içindeki farklılıkları kucaklayabilmesi, hem de daha geniş kesimleri kapsaması ve geniş bir ufka sahip olması gerekir.

Aynılığa dayanmayan bir eşitlik anlayışı, liberal teorinin özgüllükleri dikkate almayan, sınıfsal ve cinsel açıdan kör evrensellik iddiası üzerine kurulu genelleştirilmiş yurttaşlık kavramının aynılaştırıcılığının aksine, farklılığı lafta değil gerçekten kucaklama imkânı verir.9Bkz. Patricia Moynagh, “A Politics of Enlarged Mentality: Hannah Arendt, Citizenship, Responsibility, and Feminism”, Hypatia, cilt 12, no.4, Sonbahar, 1997. Politik eylem, bizi hem (bizimle insanlık açısından eşit/aynı olan) başkalarına bağlar, hem de benzersizliğimizi sergileyerek onlardan ayrışmamıza, farklılaşmamıza yol açar. Eylem, eşitlik ve farklılık arasındaki diyalektik ilişkiyi bağrında taşır. Daima akranlarımız karşısında görünmeyi ve benzersizliğimizi ortaya koymayı içeren eylem, bir yandan farklılığımızı tesis ederken aynı anda da bizi başkalarına bağlar ve böylece “eşitlik mi-farklılık mı” ikilemine düşmeksizin politik aktörler arasındaki ortaklığın altını çizmek mümkün olur. Böyle bir dayanışma tanımı, yeni bir kolektif eylem ve iktidar kavrayışı geliştirilmesini de mümkün kılar: Enerjisini aynılıktan değil, çoğulluktan alan ortak eylem ya da “birlikte hareket”!

Dışlayıcı olmayan dayanışma anlayışı, karşıt çıkar gruplarının rekabetine dayanan liberal çoğulcu anlayıştan da, kimlik politikasının temel aldığı bütünlük idealinden de farklıdır. Birlikte hareket potansiyeli, farklı insanlar ortak bir durumla karşılaştıklarında ve bu duruma ilişkin farklı görüş ve yorumlarını ortak eyleme esin verecek şekilde uzlaştırabildiklerinde somutlaşır. Bu aktörler, ortak bir sorunu dile getirdiklerinde “aralarında” bir alan açarak – Arendt’in deyişiyle bir “ortak dünya” yaratarak- kendilerini bir kamuya dönüştürürler. Kamusal alan içinde dile getirilen farklı görüş ve çıkarlar, anlaşmazlık ve çatışmanın varlığına işaret eder; ancak bunlar uzlaşmaz ve karşılaştırılmaz nitelikte olmadıkları için anlamlı bir diyaloga ve sonuçta zorunlu olmasa da muhtemel bir uzlaşmaya kapıyı açık tutmak mümkün olur. Üstelik bu, farklılıkların üzerini örtüp “sırt sıvazlama”ya dönüşmeyen, eşitler arasındaki karşılıklı eleştiriyi de içeren dürüst bir diyalog ve dayanışmadır.

Yeni bir iktidar kavramsallaştırması

Ortak hedefler etrafında eylem için bir araya gelme anlamında dayanışma, aynı zamanda iktidarın bir biçimi ya da ifadesidir; çünkü Arendt’e göre iktidar, ancak insanlar bir araya gelip ortak eylemde bulundukları zaman ortaya çıkar, dağıldıklarında ise yok olur:10H. Arendt, Şiddet Üzerine, İletişim Yayınları, 1997, s.  50. Arendt’in iktidar kavramının, onun sahte politikanın temel özelliklerinin bir özeti gibi gördüğü politik şiddetle karıştırılmaması gerekir. İktidar, çoğu kez ve çok yanlış biçimde var olan politik formların esas unsuruymuş ve sahip olunabilen, ölçülebilen bir metaymış gibi kabul edilir. Oysa iktidar “sahip olunan” bir şey değil, birlikte hareket eden bireylerin bir özelliğidir, yalnızca kolektif olarak ortaya çıkabilir ve dolayısıyla ancak gerçek bir kamusal alanda hayat bulabilir. “İktidar, yalnızca, söz ile eylemin birbirinden ayrılmadığı; sözlerin boş, eylemlerin vahşi (şiddet dolu) olmadığı; sözlerin niyetleri gizlemek için değil, gerçekleri açığa çıkarmak için kullanıldığı; eylemlerin de ilişkileri yok etmek ve ihlal etmek için değil, ilişkiler kurmak ve yeni gerçeklikler yaratmak için kullanıldığı zaman gerçekleşir.” (abç.) (abç.)

İktidar, insanın sadece eyleme kabiliyetine değil, uyum içinde eyleme kabiliyetine tekabül eder. İktidar asla tek bir bireyin mülkünde değildir; bir gruba aittir ve ancak grup bir arada bulunmaya devam ettiği sürece varolabilir.

Ortak eylem için bir araya gelenler dağıldığı zaman iktidar da uçup gider. İktidarın bu uçucu niteliği, insanları onun yerine ölçülebilir ve sahip olunabilir uygulamaları ve araçları olan güç veya şiddeti geçirmeye yöneltir. Oysa güç ve şiddet hiçbir zaman iktidarın yerine geçemez, sadece onu yok eder: “…tek kişinin şiddetinin, çokluğun iktidarını yok ettiği tiranlıklarda gerçekleşen budur.” 11Hannah Arendt, On Revolution, The Viking Press, 1963, s.  149. İnsanlık Durumu’nda tarihsel olarak şiddeti, insanları nesneleştirdiği ve karşılıklılık unsurunu içermediği için zorunluluğun hüküm sürdüğü özel alanın parçası olarak gören Arendt, özellikle 1960’lardaki başkaldırı eylemleri dolayısıyla şiddetin kamusal konulardaki işlevini de araştırmaya girişti. Özünde anti-politik olduğu kanaatini muhafaza etmekle birlikte, çağdaş kamusal alanda şiddetin patlak vermesinin beklenebileceğini ve her zaman ahlak dışı ya da savunulamaz olmadığını vurguladı. Argümanının temeli, iktidar ile şiddet arasında yaptığı ayrım ve gerçek iktidarın olmadığı yerde boşluğu şiddetin dolduracağı düşüncesidir.

Arendt için, insanların (çoğulluğun) kamusal bir dünya yaratmak amacıyla bir araya geldikleri yerde doğan iktidar, kişinin başkaları üzerinde zorla uygulayabileceği bir irade edimi değil, tam tersine bir tek kişinin denetiminde olmayan tümüyle öznellikler arası bir şeydir. Bu aynı zamanda mutlak ve tüm güçlü bir tahakküm rüyası gören tek’in –tiran’ın- şiddetine karşı biricik korunaktır. Arendt’in zor ile iktidarı birbirinden ayıran bu özgün anlayışı, tahakkümü ve insanları birbirlerinden soyutlamayı amaçlayan egemen iktidar yaklaşımına karşı eylemi ve yeniyi doğuran olumlu bir kavramsallaştırma olarak, var olan iktidarın dönüştürülmesine ve “birlikte güçlenme” ye yönelik bir iktidar teorisi inşa etmek isteyenler açısından sağlam bir başlangıç noktasıdır.

Nitekim, ortak hareketten (eylemden) doğan kolektif iktidar kavramı, feminist hareketi de bir arada tutabilir ve feministlerin başka muhalif toplumsal hareketlerle ittifaklar yapmasını mümkün kılar. Böyle bir anlayış, dayanışmanın “kız kardeşçi modeli”nin taşıdığı sorunları da ortadan kaldırabilir, çünkü kadınların ortak “öz”lerine ya da ortak deneyimlerine dayandırılan ve farklılıkları bastırarak dışlayan yaklaşımdan uzaktır. Totalitarizme, tiranlığa, şiddetin tahakkümüne karşı kadınların her zaman çok önem verdikleri ilişkisellik, kamusal alana taşındığında çoğulluğun somut biçimi haline gelir. Bu somut çoğulluk alanlarının yaratılmasına katkıda bulunmak, politiktir çünkü politika ancak benzersizliğin/farklılıkların ortaya çıkabildiği yerde gerçekleşir. Çoğul olanın tekte birleştirilmesi, politik topluluklarda var olan çoğulluğa dayalı birlikteliğin tam tersidir ve esas olarak anti-politiktir. Dolayısıyla aynılık, hiçbir politik eylemin temeli olamaz.

Karşılıklı verilen ve değiştirilmeye, düzeltilmeye açık sözlere dayanan ortak eylem içinde şekillenen dayanışma anlayışı, kendisini daha geniş politik kaygılardan soyutlayarak sadece kadınların kimlik sorunlarına odaklanan, başka toplumsal hareketlerle ittifaklar kurmaktan kaçınan bir feminist hareketi (ve aynı özellikleri taşıyan başka kimlik hareketlerini) uyarıcı niteliktedir.12Jana Sawicki’nin dikkat çektiği gibi, “kimlik politikası” atomize olmuş, soyutlanmış benlik problemiyle; bireylerin, politik hedefler yerine kendi kimlikleriyle meşgul olmalarıyla ilişkilidir. “Bu türden kimlik politikası, bir topluluğa kimin gerçekten dahil olduğu konusunda yapılan iç mücadelelerle uğraşıldığından çoğunlukla kendi kendisini sabote eden bir nitelik taşır.” (“Identity Politics and Sexual Freedom”, Feminism and Foucault, der. Irene Diamond ve Lee Quinby, Northeastren University Press, 1988, s. 187.) Yeni bir dünya yaratmak, salt var olanı eleştirmekle değil, onun yerine yenisini tasavvur edip bunu hayata geçirmekle mümkündür. Yalnızca kadınlar açısından değil tüm ezilenler açısından anlamlı olabilecek yeni bir iktidar teorisi, sırf ezilenlerin nasıl ezildiği -“kurban” konumu- üzerinde durmakla yetinmemek, aynı zamanda onların kapasitelerini, yeteneklerini ve güçlü yanlarını dikkate almak, geliştirmek ve bunları var olan iktidar ilişkilerinin değiştirilmesi için kullanmak zorundadır.

Politik dayanışmanın temeli duygular değil, ilkelerdir

Dayanışma/solidarity sözcüğü iki Latince kökene gönderme yapar: Salvus (güvende olmak) ve sollus (tümüyle). Antik Roma’da bu kavram, Roma genus’unda ortak mülkiyet ve kolektif mali sorumluluğu nitelemekteydi. Daha sonraki Fransızca kullanımında emeller, sempatiler ve çıkarlar arasında mükemmel bir örtüşmeyi ya da mükemmel bir birliği ifade etmeye başladı.13Akt. Ken Reshaur, age., s.  725, dn.4. Her iki kullanımda da Aristoteles’in gerçek yurttaşın özelliği olarak övdüğü ve tiranın kendi egemenliğini başarıyla sürdürebilmesi için yok etmesi gereken, insanlar arasındaki “karşılıklı güven” erdemini yakalamak mümkündür. Burada söz konusu olan empatiye dayanan ve yakın ilişkilerde deneyimlenen kişisel güven değil, belki birbirini tanımayan –hatta bazen birbirine hasım da olabilen- insanlar arasındaki, mevcut farklılıkları belirli biçimlerde dile getirip çözme konusunda bir anlayış birliğini ifade eden etik ve politik güvendir.

Bu, kendine değil de dünyaya duyulan güven, “iyi konusunda ortak bir anlayışa sahip olmak zorunda olmayan, hatta ortak bir ahlaki amaca bile sahip olmak zorunda olmayan ama gene de politik bir süreç içinde birbirlerine güvenmeye istekli olan” katılımcıların birbirlerine duydukları bir saygı biçimidir.14P. Hansen, “Hannah Arendt and Bearing with Strangers”, Contemporary Political Theory, 2004, 3, s. 20. Temelinde bu türden bir karşılıklı güven ve saygı bulunan dayanışmanın yitirilmesi ile kamusal alanın yitimi arasında yakın bir ilişki vardır. Nitekim totaliter yönetimlerin yapmaya çalıştığı şey, aslında tam da insanlar arasındaki karşılıklı güveni yok etmek ve herkesin birbirinden şüphe ettiği, korktuğu ve birbirini araçsallaştırmayı hak gördüğü bir toplum yaratmaktır.15B. Crick, In Defense of Politics, University of Chicago Press, 1992, s. 151.

Kendi özgül bireyselliğimizin ortaya çıkması (görünmesi) için başkalarının varlığına ve onların verdiği yanıtlara ihtiyacımız vardır. O yüzdendir ki, özsel olarak egemen varlıklar değilizdir, olamayız. Politikanın varlığını gerekli kılan da zaten, insanın bu çoğulluk ve başkasına ihtiyaç duyma durumudur. Dayanışmak, bir “biz” oluşturmak, başkalarının ne olduklarını, yani verili (doğuştan tanımlanmış) kimliklerini tanıyıp kabul etmeye değil, ancak kolektif eylem içinde meydana çıkabilecek olan ve benzersizliği sergileyen kim olduklarını tanımaya bağlıdır. Verili kimlikler (ve sosyal statüler, ünvanlar vb.) sadece bizim “ne” olduğumuzu anlatabilir; “kim” olduğumuzu ise oluşturulmasında hiç dâhlimiz olmamış verili kimlik tanımlarının kolaylığına sığınarak değil, bu dünyada özellikle görünür olduğumuz kamusal alandaki duruşumuzla, aldığımız tutumlarla, seçimlerimizle, kısacası eylemlerimizle ortaya koyarız. Eylem sadece onu gerçekleştiren kişinin çıkarlarını, amaçlarını ve ihtiyaçlarını ifade edip uygulamakla kalmaz, bizzat öznenin “kim” olduğunu gözler önüne serer. Kişilerin özgün nitelikleri, yani “ne oldukları” değil “kim oldukları”; kamusal alandaki özgür eylemleri, bağışlama kapasiteleri, söz verme ve verdikleri sözleri tutabilme yetileriyle ortaya çıkar. Ancak, kamusal alanda görünebilmeye uygun olmak için eylemlerin ve sözlerin “dönüştürülmesi, özellikten ve şahsilikten arındırılması gerekir.” Kamusal eylem ve dayanışma, kişinin kendi özgül çıkarlarına değil de, ortak dünyaya karşı duyduğu sorumluluğa, duygulardan ziyade politik dostluğa, ilkelere ve diyaloga dayanır.

Bu tutumun anlaşılabilmesi açısından, Arendt’in, (ilkeli) dayanışmayı, “kardeşlik” (fraternity) ile karşılaştırması açıklayıcı olabilir. “Kardeşlik”, Fransız Devrimi ile politik alana çıkmıştır ve paryalar arasındaki, “ezilenler ve eziyet görenler, sömürülenler ve aşağılananlar” arasındaki doğal ittifakı ifade eder, yurttaşlar arasındaki dayanışmayı değil.” (abç.)16Men in Dark Times, Harcourt Brace Jovanovich, 1968 s.  21. Dolayısıyla, politik bir ittifak değildir. Oysa dayanışma ya da dostluk, politik taleplerde bulunur ve böylelikle bu dünyaya ilişkin politik kanaat alışverişine ve ilkeler etrafında kurulan politik birlikteliklere imkân tanır. Arendt bir yandan ezilenler arasında var olan kardeşlik duygusunun önemini azımsamazken, diğer yandan politik eylemin paylaşılan acıya ve ıstıraba dayandırılamayacağını vurgular. Ne duygular, ne de duygusal bir hümanizma politik eylemin geçerli temeli olabilir: “İnsanlık sevgisi, kendisini, dünyayı başkalarıyla paylaşmaya ne kadar hazır olduğumuzda” gösterir.17Aynı yerde, s. 25. Dolayısıyla örneğin sıcak duygularla örülmüş bir “kız kardeşlik”; “iyilik”, “merhamet”, “paylaşılan sevinç” vb. duygulara kaynaklık edebilse bile, feminist bir politik topluluk ihtiyacına cevap veremez. (abç.)

Politik özgürlük, birlikte yaşamanın olanakları konusunda sürekli bir diyaloga ve eylemselliğe girişilerek kişisel öznelliğin aşılması anlamına gelir. Özel alana uygun olan koşullar, kamusal alana uygun olmamakla kalmaz, onu yıkıcı olabilir. Örneğin araçsal rasyonellik ve hedonist faydacılık gibi kişiye özel ölçütler, politik eylemin anlam yaratma niteliğini, yani kamusal eylem ve sözlerin paylaşılmasını dinamitler. Aynı şekilde duygular -örneğin suçluluk ya da mağduriyet duygusu- da kamusal alan dışında belirli kişiler arasındaki ilişkilerde işlevsel olsa bile, kamusallaştıkları zaman “sentimentalizm”e dönüşerek gerçek politik eylemi baltalar. Bu nedenle kamusal yaşama özgü olan koşullar (çoğulluk, görünümsellik, kırılganlık, olumsallık) ve politik eylem, kişiye özel ve kişisel kaygı içeren duygularla değil, kişinin dışındaki bir ilkeden esinlenmelidir. Bireysel ölçütlerin tersine, “bir ilkenin geçerliliği evrenseldir, herhangi bir kişiye ya da gruba bağlı değildir.”18Hannah Arendt, Between Past and Future, Meridian Books, 1963, s.  152 (Geçmişle Gelecek Arasında, İletişim, 1996). Duygu kolayca, ikna ve uzlaşma gibi dünyasal eylemlerden uzaklaşarak kendi ahlaki hakikatinin mutlak değer olarak kabul edilmesi talebine dönüşebilir ve böylece içkin olarak göreli olan politik alana mutlak ölçüt getirir.19On Revolution, s. 86-87. Duygulardan (suçluluk, merhamet, mağduriyet vb.) kaynaklanan politikanın otantik olmamasının nedeni, tam da budur. Çünkü bütün ahlaki “hakikatler” -öznel olarak ne denli güçlü ve samimi olurlarsa olsunlar- kamusal alana sokuldukları anda salt birer “kanaat” (doxa) haline gelirler ve bunları mutlaklaştırmak politikanın dibine kibrit suyu eker.

Arendt’in, “bütün gerçek sorunları karanlığa gömen [üstünü örten] sahte bir duygusallığa (sentimentalizm)” karşı uyarısı Richard Sennett’in “yakınlık kültürü”ne yönelttiği eleştiriyle örtüşür. Sennett, modern toplumda mahremiyetin ve yakınlığın ortaya dökülmesine, duyguların kamusal alanda da doğrudan ifade edilmesine büyük değer veren “yakınlık ideolojisi”nin kamusal alan ve kamusal insan için yıkıcı bir işlev gördüğüne işaret ederek bu durumun eylemin niteliğinden çok eyleyenin karakterine, samimiyetine vb. önem verilmesine yol açtığını söyler. Yakınlık kültürünün yükselişi, sistematik biçimde “politik kategorileri psikolojik kategorilere” dönüştürmekte, geriye sadece sahte politikanın göstergesi olan “şahsiyet politikası” (politics of personality) kalmaktadır.20R. Sennett, Kamusal İnsanın Çöküşü, Ayrıntı Yayınları, 2010 (3. Basım). Bu tür bir şahsileşmiş politika ve yakınlık kültüründe, tartışma ve polemik, sadece insanları ya birisine karşı ya da birisinden yana olmaya, birbirlerini ilkesizce desteklemeye ya da yerin dibine batırmaya sevk ederek bölmekten başka bir şeye yaramaz. Buysa birbirini dinlemenin, karşılıklı konuşmanın ve ortak eylemin uzamı olan kamusal alanın çöküşü demektir.21“Sözün ve eylemin bu açımlayıcı niteliği, insanlar başkalarıyla birlikteyken ve ne onlara karşı ne de onlardan yana oldukları zaman –yani salt insan birlikteliği içinde öne çıkar.” (The Human Condition –THC-, Doubleday Anchor Books, 1959, s. 180; abç. ) Sözlerin boş, edimlerin de gaddar olmaması, sözlerin niyetleri gizlemeye değil gerçekleri açığa çıkarmaya hizmet etmesi ve edimlerin ilişkileri yıkmak için değil, yeni ilişkiler ve yeni gerçeklikler yaratmak için kullanılması gerekir. Kamusal alanın sahte politik amaçlar için kullanılması onun yıkımına yol açar.

“Benliğe kaçış”ın sorunları

Kişisel olarak “içine kapanma” da bir tür “içsel göçe” yol açarak dayanışmayı baltalar. Bu, 20. yüzyıla özgü ve “modern bireyi ve onun bitmez tükenmez çatışkılarını, ne toplum içinde ne de dışında kendini evinde hissedişini, sürekli duygu durumu değişikliklerini ve duygusal yaşamının radikal sübjektivizmini” yaratan yaygın bir olgudur. Kişinin kendi “benliğine kaçışı” politikayı yok eder ve sonuçta kişi, artık dünyadaki bir politik düzenin yurttaşı değilmiş gibi hareket etmeye başlar. Eylem insanlar arasında cereyan ettiği için, gündelik ilişkilere anlam kazandıran edimler ve başarılar kalıcı bir kamusal alana ihtiyaç gösterir. Dolayısıyla eylem, kaynağını bireysel benlikten değil, birbirlerine bağımlı olan güçler ve ilişkiler ağından alır. Karşılıklı bağımlılık derken kastedilen; bütün aktörler arasında süre giden ve hareketin ilkeleriyle, yönüyle, koşullarıyla, hareket yöntemleriyle ilgili müzakere ve yeniden müzakere süreçlerine katılımdır. Bu süreçler sonucunda, birlikte hareket edebilmek ve ortak bir sonuç elde edebilmek için gerekli olan ortak bilinç ve buradan doğan iktidar yaratılmış olur.22Ken Reshaur, “Concepts of Solidarity in the Political Theory of Hannah Arendt”, Canadian Journal of Political Science, XXV:4 Aralık, 1992., s. 727. Buradaki kritik soru, “doğallaştırılmış” bir kimliğe sığınarak dünyadan soyutlanmış, kendi içine kapanmış bir özneye dayanarak muhalif politika yapmanın mümkün olup olmadığıdır.

Dünyadan vazgeçip kendi benlik kaygılarımızla uğraşmaya başlarsak, başkalarıyla dayanışma ve dünya için birlikte hareket etme olasılığını inkâr etmiş oluruz. Dayanışma eğer otantik olacaksa duygulara değil, olgulara ve ilkelere dayanmak ve onlar tarafından beslenmek zorundadır. Bu nedenle kamusal alanda sevgi değil, saygı geçerlidir:23THC, s. 218.

Saygı, Aristotelesçi philia politike’ye benzer biçimde, mahremiyet ve yakınlık içermeyen bir tür dostluktur; karşımızdakine, dünyanın aramıza koyduğu mesafeden yönelttiğimiz hürmettir, ve bu hürmet hayranlık duyabileceğimiz niteliklerden veya takdir edebileceğimiz başarılardan bağımsız olarak vardır.

Yakınlığın politik karşılığı olan kardeşlik (fraternity) politik olarak kuşkuludur, çünkü bazen yararlı olabilse de kamusal alanda gerekli olmadığı gibi, bizzat kamusal alan tarafından yaratılan mesafeyi yok edici bir özelliği vardır. Dostluk, varlıkları ne olduklarına değil, neyi paylaştıklarına bağlı olan insanlar arasındaki mesafeye ve ayrılığa saygı gösterdiği için dünyaya karşı sorumluluğu ifade eder. Nazım Hikmet’in dizlerinde yansıyan da budur:

Dostlar, ki bir kere bile selamlaşmadık,
Aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz.

Gerçekten de, önemli olan dostların birbirlerine ne kadar yakın oldukları, ne sıklıkta “selamlaştıkları” değil, ortak amaçlar için birlikte hareket edip etmedikleridir.

Buna karşılık bireysel benliğini ne pahasına olursa olsun korumak isteyen kişi, iktidarı tek kişinin malı olarak gördüğü ve tekin egemenliğini –bir tür totalitarizm- kurmaya çalıştığı için, başkalarıyla birlikte hareket içinde doğan gerçek politik iktidarı oluşturamaz. Bu tür özne, “öteki”ni daima bir tehdit, denetlenmesi ve bastırılması gereken bir düşman olarak görecek ve haliyle, böyle bir düşmanla dayanışmaya yanaşmayacaktır. Ursula Le Guin’in dikkat çektiği gibi totaliter, otoriter, liberal demokrat ya da anarşist olsun içinde yaşanılan sistemin sunduğu kalıplar gereği,24Ursula Le Guin, The Language of the Night, Essays on Fantasy and Science Fiction, der. Susan Wood, G.P. Putnam’s Sons, 1979, s. 97; akt., Metin Yeğenoğlu ve Simten Coşar, “Gerçek-Tahayyül, Siyaset-Edebiyat: Tuhaf Olmayan İkilinin Yazınsal Örnekleri”, Doğu-Batı, sayı 22, 2003, s. 234.

diğer bir insan tipine yakınlık duymayı reddederseniz, karşınızdakinin tümden farklı olduğunu söylerseniz – erkeklerin kadınlara, bir sınıfın diğer sınıfa, bir ulusun diğer ulusa yaptığı şekilde- ondan nefret edebilir ya da onu tanrılaştırabilirsiniz; fakat her iki halde de onun tinsel eşitliğini ve insansal gerçekliğini reddetmiş olursunuz. Onu, aranızdaki tek olası ilişkilenme biçiminin iktidar ilişkisi olduğu bir şeye dönüştürürsünüz. Ve böylelikle kendi gerçekliğinizi vahim bir şekilde güçsüzleştirmiş olursunuz. Aslında kendinizi yabancılaştırmış olursunuz.

İlkeli dayanışma kavrayışı, kapsayıcı bir ortak kimlik ve rasyonel öz-çıkarla tanımlanmaz, aksine ilkeli bir anlaşmazlığın varlığını kabul eder. Kamusal alanın gerçekliği, “ortak dünyada aynı anda serimlenen sayısız perspektife ve boyuta” bağlıdır. Kamusal alanda “görünme”nin ve “işitilme”nin anlamı, herkesin farklı bir noktadan görmesinden ve işitmesinden kaynaklanır.25THC, s. 52. Bu kamusallık, politik aktörlerin kendi içsel benliklerinin ve niyetlerinin dışına çıkarak dünyaya ilişkin “açıkça ifade edilmiş”, kolektif eyleme esin veren ilkelere dönüştürdükleri ortak çıkarlara dayanır. Ortak dünya, kamusal alanda “kendinde şey” olarak var olmaz, tersine belli bir olaya ışık tutan perspektifler ve yorumlar, yani tartışma aracılığıyla ortaya çıkar. 

Farklılığı yüceltmeden çoğaltabilmek

Demek ki, ortak çıkarlar ne “orada bir yerde” kendiliğinden vardır, ne de ortak bir kimlik ya da çıkar tarafından önceden verilmiştir. Dayanışmanın koşulları önceden verilmediği gibi üyeleri de önceden belirlenmemiştir. Tersine, belirli bir olgu ya da sorun karşısında anlaşmazlığa düşen insanların konuşarak, tartışarak ortak bir durum yaratmaları sonucunda ulaşılan bir şeydir. Ortak olan şey, onlara içkin, özlerinden getirdikleri bir şey değil, bir durumun “içinde” olan, o durumun nasıl tanımlandığına bağlı olan bir potansiyeldir. Zaten kendilik dediğimiz şey, sürekli farklılaşan, yapılıp bozulan, çoklu, sabit bir kimliğin donmuş sınırlarına sıkışmayan, sürekli değişen ve oluş halindeki bir olgudur. Dolayısıyla buna en uygun politika yapma biçimi de sürekli tartışmaya, değişmeye, yani insan eylemine açık ve herhangi bir kalıplaşmış kimlik çıkarına bağımlı olmayan, ama aynı zamanda kimliğin tanınmasına ve beklentilerine açık olan, sürekli yeni ilişkiler yaratan potansiyel olarak muhalif bir politika tarzıdır.

Bu nedenle “ortak” dünya duygusu, insanların “dünya”yı aynı şekilde gördüklerine işaret etmez; tersine algıların tek bir görüşte kaynaşması değil, farklılığı söz konusudur. Arendt’in dediği gibi, “tek bir yönüyle görüldüğü ve tek bir perspektiften görülmesine izin verildiği zaman, ortak dünyanın sonu gelmiş” demektir!26THC, s. 53.

Ortaklık potansiyeli, herkese farklı biçimde görünen belli bir duruma ilişkin olarak ortaya konan sayısız farklı görüşün tartışılması sonucunda, insanları kolektif eyleme yöneltebilecek bir yoruma ulaşıldığı zaman -ve eğer ulaşılırsa- gerçeğe dönüşebilir. Ortak bir amaca yönelik eyleme karar vermiş insanlar arasındaki ortaklık bile, hepimizin benzerliği üzerine değil, her birimizin görüşlerinin ne kadar farklı olduğunun kavranması üzerine inşa edilir. Kamusal alanın yaratılması; hem ortak eyleme kendini adamak, hem de eyleme katılanlar arasında süregiden farklılıkların olabileceğini, dolayısıyla kamusal eleştirinin devam edeceğini kabul etmek anlamına gelir. Çünkü kamusallık, tartışmanın süreceği alanı oluşturan çoğulluğa dayanır; kamusal alan da, farklı açılardan gören ve işiten insanların bir olayı ya da sorunu tartıştıkları yerde ortaya çıkar. Bu insanların farklı konumları, dünyayı farklı “sandalyeler”den seyretmeleri, totaliter rejimin kolektif iradesinde olduğu gibi tek bir kütleye dönüşmeyip farklılıklarını korumalarını güvenceye alır.

Burada muhalif toplumsal hareketler açısından sorun, ırksal, etnik, cinsel vb. kimlikleri ve farklılıkları eşitlik adına silmeye çalışmayan, homojenleştirici olmayan bir teori inşa etmeye çalışırken farklılığı yüceltmeden, mutlaklaştırmadan çoğaltabilmek. Var olan kimlik politikaları, farklılığın yüceltilerek taşlaşmasına ve sonuçta politik eylem yoluyla herhangi bir değişiklik yaratılamamasına yol açıyor. Bu, “aramızdaki dünya”yı yok etmektir çünkü artık karşılıklı konuşmanın, etkileşimin ve sonuçta ortak hareketin yerini, herkesin kendi sabit konumundan -kendi mevziinden- yaptığı “salvo atışları” almıştır. Oysa Yahudi, Kürt, Türk, kadın, erkek vb. olmanın birçok farklı yolu olabilir ve sorun bunların tümünü tanıyabilecek bir zihniyet genişliğine ulaşmaktır. Kimlikler kesin konturlu olmadığı gibi kendi içlerinde kırılmalar, boşluklar, eksikler barındırırlar ve mağdur kimliği de bunlardan masun değildir. Hiçbir zaman tümüyle “dışarıda” olmayan mağdur kimliğinin kendisi de istikrarsızdır ve içerdiği farklı katmanlar nedeniyle ezme-ezilme (iktidar) ilişkisine açıktır.

Dünyayı başkalarıyla paylaşmasını bilmek

Çoğulluğun ve farklılığın bastırılması, aslında kamusal alanın yok edilmesi ve bütün ötekilerin boyunduruk altına alınması sonucunu getirir. Ya da gerçek dünyanın yerine, ötekilerin var olmadığı muhayyel bir dünyanın geçirilmesine yol açar. Bu tehlikeye, politik alanın donmuş kimliklerden arındırılması, çeşitliliğin ve yenilenebilirliğin korunmasıyla ve kimlik dediğimiz şeyin kutuplaştırılmış, kalıplaştırılmış tanımlara hapsedilmesini reddederek karşı koyabiliriz. Bunu, şu anda varolan “çoğul kimliğimizi” oluşturan farklı kimlik boyutlarımızı bastırarak, inkâr ederek değil, tersine hem kendimiz onları tanıyarak hem de başkaları tarafından tanınmaları için politik alanda mücadele ederek yapabiliriz; yani, bir yandan kimliğimizin reddedilen, ezilen yönüne sahip çıkarken onun içine hapsolmayarak!

Kendilik dediğimiz şey aslında bir çoğulluktur, kimlik de yapıp ettiklerimizin, söz ve eylemlerimizin ürünü…  Politik arena, var olan kimliklerimiz arasında dolaşabildiğimiz, hatta daha iyisi sürekli yeni kimlik boyutları yaratabildiğimiz bir uzamdır. Bu yeni kimliklerin “yeniliği”, eyleyen kadın ve erkeklerin kendilerini ortaya koydukları ve geleceğe bıraktıkları yeni öykülerin başlamasını sağlar. Böylece var olduğumuz kamusal alanlarda sürekli yeni ilişki ağlarının içine girer ve yeni gerçeklikler yaratırız; dünyayı değiştirmek istiyorsak, başkalarıyla birlikte eylemekten başka çaremiz yoktur!

Bunun temel nedeni, her birimizin farklı oluşudur. Hepimiz aynı olsaydık iletişime de, eyleme de ihtiyaç olmazdı. Herkes başkalarının ihtiyaçlarını, isteklerini, umutlarını ve düşlerini sezgisel olarak bilirdi çünkü zaten bunların tümü kendisininkilerle aynı olurdu. Politik yaşamda iletişimin ve birlikte hareketin gerekli olması, aynılık iddiasının ve dolayısıyla da içkin bir aynılığa dayandırılan grup kimliğinin ya da dayanışmasının anti-politik olduğunu ortaya koyar. Ama tabii, hepimiz kökten farklı olsaydık da gene ne iletişim ne de ortak hareket olurdu. Bunlar, bireyler arasındaki belirli bir aynılığı öngörür, Arendt’in deyişiyle herkesin insan olmasını…27“Eylemin ve konuşmanın temel koşulu olan insan çoğulluğu, eşitlik ve ayrılık ikili niteliğine sahiptir. Eğer insanlar eşit olmasalardı, birbirlerini ve kendilerinden öncekileri ya da sonra gelecekleri anlayamazlardı ve geleceğe yönelik plan yapmaları, kendilerinden sonra geleceklerin ihtiyaçlarını öngörmeleri mümkün olmazdı. İnsanlar ayrı olmasalardı… anlaşılmak için ne konuşmaya ne de eyleme ihtiyaç duyarlardı. İşaretler ve sesler, özdeş ihtiyaçları ve istekleri iletmek için yeterli olurdu.” H. Arendt, THC, s. 156.

Aynılık ve farklılığımızın kabulü; hem verili kimliklerimiz ne olursa olsun tek tek bireyler olarak benzersizliğimizin ortaya konmasını hem de birbirimize ait olma, yaşamlarımıza ve ortak dünyamıza birlikte ihtimam gösterme ve nihayet bilinçli olarak birlikte eyleyerek dünyayı değiştirebilmeyi öngören dayanışmanın temelidir. Dayanışma dediğimiz şey, dünyayı daha iyi bir yer haline getirmek için onu başkalarıyla paylaşmaya hazır olmak ve bunun gerektirdiği sorumluluğu yerine getirmektir. Tıpkı Hrant Dink’in yapmış olduğu gibi…

 

Notlar

(1) Bu makale daha önce şurada yayımlanmıştır: F. G. Berktay, “Politik Dayanışma ya da Paylaşılan Farklılıkların Politikası,” İşbirliği , İstanbul: Optimist İdea, 2013, pp.37-56. Giriş kısmı dışında yalnızca imla düzenlenmiştir. (Ed.)

(2) F. Berktay, Kültürel Haklar Atölyesi’nde tutulan notlar, 12 Mayıs 2001, özel arşiv.

(3) Aynı yerde.

(4) Hannah Arendt, Rahel Varnhagen: The Life of a Jewess, Johns Hopkins University Press, 2000, s. 256.

(5) Hannah Arendt akt. F. Berktay, Dünyayı Bugünde Sevmek, Hannah Arendt’in Politika Anlayışı, Metis, 2012.

(6) J. Rancière, Uyuşmazlık: Politika ve Felsefe, Aralık, 2005, s. 60 vd.; akt. Özgür Soysal, “Rancière’de Politik Olanı Yeniden Düşünme Girişimi”.

(7) Jana Sawicki, “Identity Politics and Sexual Freedom”, Feminism and Foucault, der. I.Diamond ve L. Quinby, Northeastern University Press, 1988 içinde.

(8) Jodi Dean, The Solidarity of Strangers: Feminism After Identity Politics, University of California Press, 1996, s.  48 ve Judith Butler, Cinsiyet Belası, Metis, 2008, s.  47-48.

(9) Bkz. Patricia Moynagh, “A Politics of Enlarged Mentality: Hannah Arendt, Citizenship, Responsibility, and Feminism”, Hypatia, cilt 12, no.4, Sonbahar, 1997.

(10) H. Arendt, Şiddet Üzerine, İletişim Yayınları, 1997, s.  50. Arendt’in iktidar kavramının, onun sahte politikanın temel özelliklerinin bir özeti gibi gördüğü politik şiddetle karıştırılmaması gerekir. İktidar, çoğu kez ve çok yanlış biçimde var olan politik formların esas unsuruymuş ve sahip olunabilen, ölçülebilen bir metaymış gibi kabul edilir. Oysa iktidar “sahip olunan” bir şey değil, birlikte hareket eden bireylerin bir özelliğidir, yalnızca kolektif olarak ortaya çıkabilir ve dolayısıyla ancak gerçek bir kamusal alanda hayat bulabilir. “İktidar, yalnızca, söz ile eylemin birbirinden ayrılmadığı; sözlerin boş, eylemlerin vahşi (şiddet dolu) olmadığı; sözlerin niyetleri gizlemek için değil, gerçekleri açığa çıkarmak için kullanıldığı; eylemlerin de ilişkileri yok etmek ve ihlal etmek için değil, ilişkiler kurmak ve yeni gerçeklikler yaratmak için kullanıldığı zaman gerçekleşir.” (abç.)

(11) Hannah Arendt, On Revolution,The Viking Press, 1963, s.  149. İnsanlık Durumu’nda tarihsel olarak şiddeti, insanları nesneleştirdiği ve karşılıklılık unsurunu içermediği için zorunluluğun hüküm sürdüğü özel alanın parçası olarak gören Arendt, özellikle 1960’lardaki başkaldırı eylemleri dolayısıyla şiddetin kamusal konulardaki işlevini de araştırmaya girişti. Özünde anti-politik olduğu kanaatini muhafaza etmekle birlikte, çağdaş kamusal alanda şiddetin patlak vermesinin beklenebileceğini ve her zaman ahlak dışı ya da savunulamaz olmadığını vurguladı. Argümanının temeli, iktidar ile şiddet arasında yaptığı ayrım ve gerçek iktidarın olmadığı yerde boşluğu şiddetin dolduracağı düşüncesidir.

(12) Jana Sawicki’nin dikkat çektiği gibi, “kimlik politikası” atomize olmuş, soyutlanmış benlik problemiyle; bireylerin, politik hedefler yerine kendi kimlikleriyle meşgul olmalarıyla ilişkilidir. “Bu türden kimlik politikası, bir topluluğa kimin gerçekten dahil olduğu konusunda yapılan iç mücadelelerle uğraşıldığından çoğunlukla kendi kendisini sabote eden bir nitelik taşır.” (“Identity Politics and Sexual Freedom”, Feminism and Foucault, der. Irene Diamond ve Lee Quinby, Northeastren University Press, 1988, s. 187.)

(13) Akt. Ken Reshaur, age., s.  725, dn.4.

(14) P. Hansen, “Hannah Arendt and Bearing with Strangers”, Contemporary Political Theory, 2004, 3, s. 20.

(15) B. Crick, In Defense of Politics, University of Chicago Press, 1992, s. 151.

(16) Men in Dark Times, Harcourt Brace Jovanovich, 1968 s.  21.

(17) Aynı yerde, s. 25. Dolayısıyla örneğin sıcak duygularla örülmüş bir “kız kardeşlik”; “iyilik”, “merhamet”, “paylaşılan sevinç” vb. duygulara kaynaklık edebilse bile, feminist bir politik topluluk ihtiyacına cevap veremez.

(18) Hannah Arendt, Between Past and Future, Meridian Books, 1963, s.  152 (Geçmişle Gelecek Arasında, İletişim, 1996).

(19) On Revolution, s. 86-87.

(20) R. Sennett, Kamusal İnsanın Çöküşü, Ayrıntı Yayınları, 2010 (3. Basım).

(21) “Sözün ve eylemin bu açımlayıcı niteliği, insanlar başkalarıyla birlikteyken ve ne onlara karşı ne de onlardan yana oldukları zaman –yani salt insan birlikteliği içinde öne çıkar.” (The Human Condition –THC-, Doubleday Anchor Books, 1959, s. 180; abç. )

(22) Ken Reshaur, “Concepts of Solidarity in the Political Theory of Hannah Arendt”, Canadian Journal of Political Science, XXV:4 Aralık, 1992., s. 727.

(23) THC, s. 218.

(24) Ursula Le Guin, The Language of the Night, Essays on Fantasy and Science Fiction, der. Susan Wood, G.P. Putnam’s Sons, 1979, s. 97; akt., Metin Yeğenoğlu ve Simten Coşar, “Gerçek-Tahayyül, Siyaset-Edebiyat: Tuhaf Olmayan İkilinin Yazınsal Örnekleri”, Doğu-Batı, sayı 22, 2003, s. 234.

(25) THC, s. 52.

(26) THC, s. 53.

(27) “Eylemin ve konuşmanın temel koşulu olan insan çoğulluğu, eşitlik ve ayrılık ikili niteliğine sahiptir. Eğer insanlar eşit olmasalardı, birbirlerini ve kendilerinden öncekileri ya da sonra gelecekleri anlayamazlardı ve geleceğe yönelik plan yapmaları, kendilerinden sonra geleceklerin ihtiyaçlarını öngörmeleri mümkün olmazdı. İnsanlar ayrı olmasalardı… anlaşılmak için ne konuşmaya ne de eyleme ihtiyaç duyarlardı. İşaretler ve sesler, özdeş ihtiyaçları ve istekleri iletmek için yeterli olurdu.” H. Arendt, THC, s. 156.

 

Editör: Bekir Demir