Demo v1.0

20 Ocak 2025, Pazartesi

Beta v1.0

Kölelik Her Zaman mı Yanlıştı?

Çoğu diğer uygulama gibi kölelik hem metafiziksel hem de pratik gerekçelere sahipti. Aristoteles’e göre bu doğal bir şeydi, çünkü evrenin kendisi hiyerarşik olarak düzenlenmişti.
Çeviren:
Münevver Köseoğlu, Eren Yılmaz
Kaynak:
The Philosopher

Başlıklar

I

Antikitenin hatta yakın geçmişin alışılagelmiş pek çok uygulaması, tıpkı uzak kültürlerin uygulamaları gibi, bizim için felsefi bir sorun teşkil ediyor.

“Biz” derken, mevcut bağlamda bu derginin felsefeye ilgi duyan okurlarını kastediyorum. Bir yandan çoğumuz; bebek öldürmenin, işkencenin ve gladyatör dövüşleriyle birlikte köleliğin çabucak, sezgisel ve kendiliğinden “yanlış” olduğuna karar veriyoruz ve bunun antik dönemlerde de böyle olduğunu düşünüyoruz. Öte yandan, bu eski uygulamaları okurken veya öğrenirken, yalnızca üzüntü ve ahlaki suçluluk hissetmekle kalmayıp, aynı zamanda yanlışlık yargılarımızın da doğru olduğunu düşünmek için güçlü bir gerekçeden yoksun görünüyoruz. Nihayetinde bazı insanlar baştan bu tür duygulara sahip değiller. Hatta “Onlar için bu mantıklıydı ve biz kimiz ki onları yargılıyoruz?” gibi şeyler bile düşünebilirler.

Tartışılan kurumla ilgili daha açık olmak adına, antik kölelik hakkında bazı detaylardan bahsedelim. Antik dünyadaki köleler; tarım, madencilik, inşaat ve atölye işlerindeki (çömlekçilik, tekstil) iş gücünün büyük bir kısmını üstlenmişlerdi. Köleler çeşitli yollarla elde edilirdi: köle avı baskınlarıyla, savaş esiri olarak, yoksullar tarafından yapılan anlaşmalarla, aileleri tarafından terk edilen çocukların toplanmasıyla ya da bir mülkün parçası olarak satış veya miras yoluyla. Yunan ve Roma hukuku, köleleri alınıp satılmalarının yanında, sahipleri tarafından istediği gibi dövebileceği, öldürebileceği, ölesiye çalıştırabileceği ya da cinsel amaçlarla kullanabileceği birer mal olarak görüyordu.

Çoğu diğer uygulama gibi kölelik hem metafiziksel hem de pratik gerekçelere sahipti. Aristoteles’e göre bu doğal bir şeydi, çünkü evrenin kendisi hiyerarşik olarak düzenlenmişti (Aristoteles’in kölelik savunusu Politika’nın I. Kitap’ında yer almaktadır). Platon da dahil olmak üzere antik filozoflar işlev ve sınıflandırmaları (kategorileştirmelerle) epey severdi. Tıpkı bazı dişlerin öğütmeye, bazılarının ise parçalamaya uygun olması gibi; bazı köpekler koruma, bazıları avcılık için; bazı atlar yarış, diğerleri saban çekmeye uygundu; aynı şekilde bazı insanların boş zaman ve entelektüel uğraşlar, diğerlerinin ise el işleri/ağır işler için daha uygun olduğu açıktı. Kölelik kaçınılmazdı çünkü işler başka türlü nasıl yapılabilirdi ki? Aristoteles’in şaka yollu söylediği gibi, tarlalar kendiliğinden ekilmez ve tabii kırbaç olmadan kim madenlere inmeye razı olurdu.

Muhtemelen antik dönemin tüm köleleri korkunç hayatlar yaşamadılar: müzisyenler, özel öğretmenler ve yazıcılar genellikle köleydi ve haklar bakımından yasal farklılıklara rağmen, bazı kölelerin gerçek yaşamları büyük ihtimalle bugünün tarım ve tekstil işçilerinin yaşamlarından farksızdı. Fakat bizim bakış açımızdan bu uygulamalar, imtiyazlı sınıfın konumunu koruyan ideolojik yanılsamalara (doğal hiyerarşiler), kınanacak eğilimlere (sadizm, tahakküm arzusu, başkalarının tercihlerine ve duygularına karşı kayıtsızlık) ve yersiz korkulara (köle emeği ile desteklenen bir aylak sınıf olmazsa sanat, bilim ve kültürün sona ereceği korkusu) dayanıyordu.

Ancak “bizim” bireysel ve tipik grup davranışlarımızın bazılarının diğer kültür ve alt kültürlerdeki insanlar tarafından güçlü bir şekilde onaylanmadığını biliyoruz. Üstelik, gelecekte “bizim” grubun üyeleri, eğer hâlâ var olurlarsa, büyük olasılıkla hapishane sistemlerimize ve çağrı merkezlerimize, silah ticaretimize ve nükleer silahlarımıza bakıp dehşete düşecekler; bunları destekleyen aynı ideolojik unsurları, kayıtsızlıkları ve yersiz korkuları tespit edecekler. O dönemde yaşayan insanlar, “bizim” bu kurumlara bu kadar uzun süre nasıl tahammül ettiğimizi merak edecekler.

II

Görünüşe göre ahlaki yargıya ilişkin alınacak en basit epistemik duruş “Dogmatik Gerçekçilik”dir (Russ Shafer-Landau’nun Moral Realism kitabında savunduğu görüş). Dogmatik Gerçekçiye göre bazı uygulamalar ve kurumlar nesnel olarak kabul edilebilir, bazıları ise nesnel olarak yasaklanmış ya da zorunlu kılınmıştır ve biz bazılarının ahlaki statüsü konusunu net olarak biliriz ama ötekiler hakkında yanlış bir şekilde düşünürüz. Antik dönem düşünürleri, kölelik karşıtlarının o dönemde bildiği gibi –ve “bizim” de bildiğimiz üzere– ahlaki kuralları ihlal ediyorlardı. Dolayısıyla kölelik her zaman yanlıştı, her ne kadar o dönemde birçok insan bunun farkına varmakta başarısız olsa da. “Kölelik yanlıştır” cümlesi her zaman doğruydu ve bugün de doğru olduğu biliniyor.

Dogmatik Gerçekçilik bir dizi itirazla karşı karşıyadır. İşte bunlardan sadece beşi:

  1. Felsefi açıdan düşünen ve bizimle aynı temel duygusal eğilimlere sahip olan atalarımız köleliğin kabul edilebilir olduğuna inanırken, “biz” nasıl köleliğin yanlış olduğundan emin olabiliriz? Kendilerinin bir dizi gerekçeleri vardı, bizimkiler ise daha farklıdır.
  2. Ahlaki görüşlerin öngörülemeyen biçimlerde değiştiğini tümevarım yoluyla biliyorken, köleliğin yanlış olduğunu nasıl kesin olarak söyleyebiliriz?
  3. “Ebedi hakikat” fikri kafa karıştırıcıdır. Köleliğin her zaman yanlış olduğu Büyük Patlama zamanında doğru muydu? Yoksa ilk insan bir köle olduğunda mı doğru oldu? Ya da “kölelik” olarak çevrilebilecek bir kelime kullanılmaya başlandığında mı? Veya kölelik yasal olarak tanımlandığında mı? Tümceler –bir kâğıt üzerinde ya da başka bir yüzeyde yer alan ve bir dilin kullanıcıları tarafından yorumlanıp anlaşılan işaretler– ne doğru ne de yanlıştır, yalnızca belirli durumlarda bir cümlenin aracılığıyla kullanılan ve bir kişinin inancını ifade eden açıklamalardır.
  4. Bazı filozoflara göre bilgi kavramı hakikat kavramından önce gelir. Şayet haklılarsa, birinin P’yi bilmediği bir durumda, P’nin doğru olması da mümkün değildir. Öte yandan, eğer bilgi gerekçelendirilmiş doğru inanç ise, antik dünyada köleliğe karşı çıkan az sayıdaki kişi, köleliğin yanlış olduğuna dair inançlarını, kölelik karşıtı argümanlar kölelik yanlısı argümanlara karşı galip gelmeden nasıl haklı gösterebilirdi?
  5. Bir inancı ifade eden “Kölelik her zaman yanlıştı” ifadesinin olası kullanımının olmadığı gibi herhangi bir anlamı ve doğruluk değeri de yoktur. Buna karşılık, “Bugün elmas madenleri/, tişört fabrikaları gibi yerlerde meydana gelen köle emeği yanlıştır” gibi bir ifade olası bir kullanıma sahiptir, bu yüzden bir anlama ve doğruluk değerine sahiptir. Böyle bir ifade, mevcut uygulamalara karşı bir muhalefeti harekete geçirmek için kullanılabilir.

Bir pozisyona karşı beş tartışmalı argümandan ziyade, çürütülemez bir itirazın olması daha iyi olsa da, felsefe böyle çalışmaz.  Dogmatik Realizme karşı bu beş argüman –tek tek tartışmaya açık olsa da– geçmiş uygulamaların ahlaki değerini daha iyi çerçevelemeye çalışırken hangi tuzaklardan kaçınılması gerektiğini gösterebilir.

Dogmatik Realizmin zayıf noktalarıyla karşı karşıya kalındığında, “Antropolojik Antirealizm” (Jesse Prinz’in The Emotional Construction of Morals eserinde savunduğu bir pozisyon) olarak adlandıracağım bir yaklaşıma yönelmek cazip gelebilir. Bu görüşe göre, ahlaki inançlar ve yargılar, bir kabileye –“biz” de bu kabilenin üyeleriyiz– ait mitolojinin antropolojik veri noktalarından başka bir şey değildir. Hiçbir uygulama ve kurum nesnel olarak izin verilebilir, zorunlu ya da yasak değildir. “Kategorik zorunluluklar” diye bir şey yoktur. Tüm ahlaki kurallar “varsayımsal zorunluluklar”dır, yani bir toplumda işlerin sorunsuz bir şekilde yürümesini umuyorsanız ve başkalarını kızdırmaktan, misillemeden, dışlamadan, dedikodudan ya da cezalandırılmaktan kaçınmak istiyorsanız uyulması gereken kurallardır. Bununla birlikte, insanlar psikolojik olarak yargıda bulunmaya, suçluluk ve kendini üstün görme gibi güçlü duygular yaşamaya yatkın olduklarından, ahlaki kuralların kategorik olduğu yanılgısından kurtulmaları çoğu insan için oldukça zordur.

Antropolojik Antirealist için tüm ahlaki yargılar bir tercihin, beğenmenin ya da beğenmemenin, onaylamanın ya da onaylamamanın bir ifadesidir. “Kölelik her zaman yanlıştı” ve “Bugün elde edilen köle emeği koşulları ahlaken kabul edilemez” gibi iddiaların hiçbir doğruluk değeri yoktur. Kabilemiz köle olmamasını tercih eder, bu yüzden geçmişin bir noktasında yasalarla serbest bırakılmaları iyi bir şanstı. Belki antikite döneminde yaşayan insanların da aynı tercihlere sahip olmasını ve kölelerini serbest bırakmalarını “dileriz”, tıpkı bugün fabrika çiftçiliğinin son bulmasını “dilediğimiz” gibi. Ancak bu, oldukça zayıf ve tamamen etkisiz bir dilektir. İlk dileğin, ikinci dileğin aksine, hiçbir şekilde gerçekleşme imkânı yok.

Antropolojik Antirealist eğer bir anlamı varsa geçmiş uygulamalar hakkında onaylamadığım yargılarda bulunabileceğimi kabul edebilir. “Kölelik her zaman yanlıştı”, hatta “Köleliğin her zaman yanlış olduğu doğruydu” ifadelerini ileri sürerken kabilemin anti-kölelik duruşuna bağlılığımı ve kabilemin “Asla köle sahibi olma!” ya da “Bu kabilede asla köle sahibi olmaya izin verme!” gibi kategorik zorunlulukların mitolojisine bağlılıklarını vurguluyor olabilirim.

Antropolojik Antirealist, eğer ben bu onaylamayan düşünceleri düşünürsem, benim duruşumun, köleliğin adil olduğunu düşünen geçmişteki insanların –o kabilenin– duruşundan farklı olduğunu söyler; tıpkı kıyafetlerimin, kendi büyük büyük büyükannemin neslinden, yani 19. yüzyılın sonlarındaki kadınlar kabilesindeki kıyafetlerin benim kıyafetlerimden farklı olduğu gibi. Antik dönem insanının kabilesinin benim gibi düşünmüş olmasının daha iyi olacağını ya da 19. yüzyıl sonlarındaki hanımefendilerin benim gibi giyinmiş olmasını “düşünsem” bile, hâlâ kültürel olarak konumlanmış bir tercihi ifade ediyorum; bu tercih, insanların ne düşünmesi veya ne yapması gerektiğiyle ya da her ikisiyle birden ilgili olabilir. Ancak çoğu durumda, bu tercih anlamsızdır: Geçmişte balina kemiği korseler giymek zorunda kalmalarının utanç olduğunu düşünmenin bir anlamı var mı?

Antropolojik Antirealiste göre öğrenme sadece bir kabile içinde gerçekleşir. Burada “Kabile” derken, doğrudan iletişim yoluyla bilgi edinen ve paylaşan bir insan grubunu kasteder. Ancak alternatif olarak, herhangi bir kabileyi, tüm parçaları doğrudan iletişim halinde olmasa da kolektif olarak bilgi edinen ya da bir şey başaran daha geniş bir insan biriminin parçası olarak görebiliriz. “Biz”in kapsamı metafiziksel olmaktan ziyade pragmatik olarak çizilir.

Örneğin, “biz” Ay’a bir insan gönderdik; ancak bu Redbridge ilçesinin sakinlerinin de Ay’a bir insan gönderdiği anlamına gelmez, her ne kadar Redbridge sakinleri, antropologlar için özel ilgi konusu olan çeşitli kabile halkları gibi, insanlığın bir alt kümesi olsa da. Aynı şekilde, suyun H2O “olduğu bilinir”, fakat bunu her insan bilmez, çünkü herkes bunu öğrenmemiştir. Eğer ahlaki öğrenme –yalnızca ahlaki olmayan gerçeklerin ve pratik tekniklerin öğrenilmesi değil– bir birey için mümkünse, bu öğrenme herhangi bir antropolojik kabile için de mümkün olmalıdır ve daha geniş bir kolektif için de geçerli olmalıdır. Günümüzde “biz” köleliğin yanlış olduğunu biliyoruz (her ne kadar dünya üzerindeki birçok kişi buna inanmasa da); diğer bir ifadeyle, köleliğin yanlış olduğu artık biliniyor. Biz bir tür olarak bunu yüzyıllar boyunca tartışmalar, gözlemler, protestolara verilen tepkiler ve deneyimler yoluyla öğrendik.

III

Antropolojik Antirealist zorluğu göze alarak; farklı inanç ve uygulama durumlarının art arda gelmesinden öte, ahlaki öğrenmenin gerçekten gerçekleştiği fikrini reddetmeyi tercih edebilir. Bu görüşün en radikal biçimi, Galen Strawson’ın 2004’te yazdığı “Anlatısallığa Karşı” (Against Narrativity) makalesinde yeniden gündeme getirdiği Humecu pozisyondur; bu görüşe göre, “Ben” basitçe birbiriyle bağlantısı olmayan, niteliksel olarak farklı psikolojik durumlardan ibaretim. Şu anki inançlarımın ve uygulamalarımın geçmişte olduğundan daha iyi olduğunu düşünebilirim; ama bu yalnızca ismimle ilişkilendirilen bazı dışsal özelliklere sahip bir başkasının geçmişte yaptığı şeylere, şimdiki hâlimle devam etmeyi tercih etmek anlamına gelir.

Hume-Strawson’ın pozisyonunda önemli bir içgörü vardır: Geçmiş benlikle sürekliliği kabul etmek ya da reddetmek, metafiziksel değil, pragmatik bir meseledir. Örneğin, bir kişi, talihsiz bir olayda görünürdeki rolü için tam sorumluluğu üstlenmekten kaçınabilir; bunu, olay sırasında olağanüstü baskılar altında ve sınırlı bir bakış açısıyla hareket ettiği gerekçesiyle açıklayabilir ya da hatta Locke’un İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme eserinde kişisel özdeşlik tartışmasında bahsettiği sarhoş örneğinde olduğu gibi, olayın tamamını unutmuş olduğu gerekçesiyle kabul etmeyi reddedebilir. Bu tür bir red, biz modern insanların atalarımızın uygulamalarının “bizimle” hiçbir ilgisi olmadığını ya da o insanların olağanüstü baskılar altında ve sınırlı bakış açısıyla hareket ettiklerini savunabileceğimiz bir muhakemeye benzer.

Diğer taraftan, bir kişi, bir şeyler öğrenmiş bir insanın tövbekâr bakış açısını benimseyebilir ve geçmiş inançlarının yanlış, eylemlerinin ise hatalı olduğunu kabul edebilir. Ya da yalnızca, kötü bir başlangıçtan iyiye doğru bir gelişimi fark eden bir anlayışı benimseyebilir; tıpkı piyano çalmayı zamanla öğrenen bir acemi gibi. Eğer bilgi, teknoloji ya da ahlak alanında bir öğrenme ve ilerleme olacaksa, bu ilerlemeyi kaydeden birimin bir tarihe sahip olduğu görülmelidir. Bu nedenle, antikite dönemindeki köle sahiplerini biz modern insanlarla birlikte bir kolektifin üyeleri olarak kabul edebilir ve haklı olarak aradan geçen yüzyıllarda “bizim” bir şeyler öğrendiğimizi iddia edebilirim. Antropolojik Antirealist onları daha geniş bir kolektife dahil etmenin bir tercih olduğunu işaret etmekte haklıdır: Tıpkı Redbridge bölgesi sakinlerini bir insanı Ay’a göndermedikleri için küçümsememem ya da suyun H2O olduğunu bilmeyen Amazon kabile üyelerini cahil görmemem gibi, antik çağ insanlarını köle uygulamalarında suçsuz görmeyi tercih edebilirim. Fakat, onları, köleliğin yanlış olduğunu öğrenen “biz” kategorisine dahil etmenin epistemik faydası bizi şunları sormaya davet etmektir: Bunu tam olarak nasıl öğrendik? Felsefi argümanların, dinin, protestonun, roman ve otobiyografilerin buna katkısı ne? Ayrıca, antikite dönemi insanlarını, “bizim” bir parçamız olarak kabul etmenin ahlaki bir faydası da olabilir; bu, ilerleme kaydetmediğimiz ya da çok az ilerlediğimiz mevcut durumlara karşı daha fazla duyarlılık geliştirmemizi sağlar.

İnanç ve uygulama kümesi B’nin inanç ve uygulama kümesi A’dan “daha iyi” olduğunu söylemek, bir bireyin ya da bir grubun A’dan B’ye geçişinin bir öğrenme ve ilerleme teşkil edeceği, B’den A’ya geçişin bir geri adım ya da bilgi kaybı teşkil etmesini söylemektir. Bununla birlikte, “biz” kavramının kapsamı metafiziksel değil, pragmatik olarak belirlenen tercihlere dayandığı için, bazen kapsamı dar tutmanın ve böylece “daha iyi olanın karşılaştırmalarını önlemenin iyi nedenleri olabilir. Bu bağlamda Antropolojik Antirealizm kısmen haklı çıkar.

IV

Örneğin, geleneksel bir Asya toplumunda yaşlıların bakımı her zaman ailenin sorumluluğundayken, geleneksel bir İngiliz toplumunda, birçok yaşlının aile dışındaki “yaşlı toplulukları” ve “yaşlı bakımevleri”nde yaşamaları üzerine düşünelim. Her iki sistemin de avantajları ve dezavantajları vardır ve her ikisi de bağlamlarının farklı özellikleriyle desteklenmektedir. “Bizim”, yani tüm insanlığın, bir sistemin diğerinden daha iyi olduğunu ve buna eşlik eden tüm uygulamaların daha iyi seçeneğe geçişi mümkün kılacak şekilde gözden geçirilmesi gerektiğini öğrenebileceğimiz açık değildir. Kölelik durumu ise farklıdır: burada, geniş kapsamlı yasal değişikliklerin ve emek pratiklerinin yeniden düzenlenmesinin, bazılarına hoş gelmese hatta onları yoksullaştırsa bile, gerçekleşmesi gerektiğini düşünüyoruz.

Aynı şey evlenene kadar hem erkek hem de kadına cinsel ilişkiyi yasaklayan “püriten” bir toplum ile belli bir yaştan sonra içsel veya dışsal herhangi bir denetim uygulamayan “liberal” toplum arasındaki farklılık için de söylenebilir. Her iki sistemin de avantajları ve dezavantajları vardır ve birinden diğerine geçişin nasıl öğrenmeye dayalı olarak gerçekleştirilebileceği ya da birinin diğerine göre nesnel olarak daha iyi kabul edilebileceğini anlamak zordur. Gruplar –ve bireyler– bir şeyler yapmanın bir yolunu diğerine tercih edecekler. Buna karşılık, “MeToo Hareketi” evrensel olmasa da geniş kapsamlı bir “biz” tarafından gerçekleştirilen gerçek öğrenmeyi yansıtmaktadır. Eğer her şeyin önceden olduğu gibi olmasını istiyor ve hâlâ o eski, MeToo öncesi standartlarla hareket ediyorsanız, tarihin yanlış tarafında yer alacak ve kınama ile karşılaşacaksınız; tıpkı “biz” arasında köleliği savunan ya da köleliğe devam etmeye çalışan birinin karşılaştığı durum gibi.

“Biz” kavramının kapsamındaki esneklik, görecelilik lehine sunulan çarpıcı düşünce deneylerinin ve bunlara yapılan yorumların sonuçlarını açıklamaya ve aydınlatmaya yardımcı olabilir. Öne çıkan iki örneği ele alalım:

  1. Bernard Williams Ethics and the Limits of Philosophy kitabında, “Azteklerin esirlerini öldürüp onların kalplerini yemeleri yanlıştı” ifadesinin yanlış olmadığını fakat anlamsız olduğunu ileri sürdü.
  2. Gilbert Harman ise The Nature of Morality kitabında, “Hitler’in Yahudilerin yok edilmesini emretmesi yanlıştı” iddiasının yanlış olduğunu, çünkü bizimle Hitler arasında ortak bir ahlaki çerçeve bulunmadığını öne sürmüştür. Harman, Hitler’i “bizim ahlakımızın dışında” biri olarak görmüştür. Harman, Hitler’in kendi çerçevesinde bu eylemin ahlaki olarak doğru olduğunu ima etmiştir.

Williams’ın bu değerlendirmesi şu şekilde anlaşılabilir: “Biz” –bu derginin okuyucuları– ile geç Ortaçağ Aztekleri arasında herhangi bir tarihsel bağ bulunmamaktadır. Burada, birlikte bir şeyler öğrenebilecek, yani esirlerin kalplerini yememeyi öğrenebilecek bir grup adayı yok. Aztek uygulamalarını kınamanın, ahlaki normlar üzerine devam eden bir tartışmaya katkı sağlayabileceği bir bağlam düşünmek güçtür. Harman’ın, “Hitler’in Yahudi soykırımını emretmesi yanlıştı” iddiasının yanlış olduğu argümanı sürdürülebilir değildir. “Biz” ile Yahudilere zulmeden ve onları baskı altına alan geçmiş nesiller arasında bir tarihsel bağlantı olduğunu kabul edebiliriz. Eğer yeterince geniş bir şekilde düşünürsek, Hitler ve destekçileri de “biz” dediğimiz şeyin bir parçamızdı ve “bizim” asla yapılmaması gerektiğini öğrendiğimiz ve bu nedenle yapılmamış olması gereken şeyleri yaptılar. Hitler’in yanlış olduğunu beyan ederek bu uygulamayı lanetliyor ve Avrupa toplumunda öğrenme ve ilerlemenin gerçekleştiğini işaret ediyoruz.

Bu sorumluluğu kabullenmekte zorlanıyorsanız, Hitler’in yaptıklarının yanlış olduğunu söylemenin başka bir yolu da var. Bireysel olarak olarak eğer Hitler ve destekçileri, soykırım yapmama konusunda öğrenerek fikirlerini değiştirmiş olsaydı, bu onların ahlaki olarak gelişim gösterdiği anlamına gelirdi. Önceki düşünceleri, daha iyi ve gelişmiş düşüncelerle yer değiştirmiş olurdu.

V

O halde, kölelik “her zaman” yanlış mıydı? Köleliğin yanlış olduğu her zaman doğru muydu? Bu cümleleri nasıl yorumlayacağımı bilemiyorum. Su daha ortaya çıkmadan önce bile su “her zaman” H2O muydu? “Her zaman” ifadesini bir kenara bırakalım. Antik dünyada kölelik yanlış olmalıydı. Çünkü alternatif yargılar –köleliğin yanlış olmadığı ya da ne yanlış ne de doğru olduğu– antik çağlardan bu yana köleliğin ahlaki kabul edilebilirliği hakkında hiçbir şey öğrenmediğimizi ima eder. Ve bu da bariz bir şekilde yanlış görünüyor.

 

Orijinal Başlık: Was it Always True that Slavery was Wrong?
Yazar:
Catherine Wilson
Türkçeye Çeviren: Münevver Köseoğlu, Eren Yılmaz
Editör: Bekir Demir