Hayaletlerden söz edilir. Bazıları aynı kabusların ertesi sabahı kapıların ardında, bu saatte nereden ve niçin geldiği belli olmayan otobüs duraklarında, sabah daha gözünü açamamış, uyandığında bir canavar sesi çıkartacak paslı kepenklerin önünde, hafta içi her gün tufan kopsa bile sözleşirmiş gibi buluşulacak servis sıralarında, annelerin çocuklarından daha kaygılı sabah kahvaltılarındaki patlak yumurtaların dağılan sarılarında… Evet, hepsinde hayaletleri gördüm, görmekteyim.
Bazılarının adını, doğum gününü, tuttuğu takımı, tuttuğu takımın kaç sene üst üste şampiyon olduğunu, ayıp olmasın diye semtin takımını da destekleyenleri, şehir takımını da unutmayalım diyenleri, sevdiğinin adını, sevdiğinin doğum gününü telefonuna not alanları, vardiyadan çıktığı zaman ilk o’na mesaj atanların adını…
Her ne kadar belli saatler onlardan ayrılıp arkama bakmadan uzaklaşsam da paydos sesiyle, beni o güzel köyümde o güzel barbarlardan biri yapan, masalsı yere giderim. O masalsı yer ki, sadece beyaz akademik adamın bir safariye çıkmış gibi etrafına hayretler içerisinde baktığı üstü açık bir savandır, mahallemdir, yurdumdur. Bazıları için şehrin bağırsaklarıdır. Belki de sondan birkaç parmak öncesidir.
Seni, bize anlatan, anlattığını düşünen insanlar var. Çıkıyorlar bir bir. Sana, sizlere, o beyaz adamın tarih öncesi kibriyle yaklaşıyorlar. Flanör diyorlar kendilerine. Siz sayın halkın, siz belli saatlerde kendini dört duvara hapsetmek zorunda bırakan, ayın sonunda bir şeyler alabilmek için her sabah belli yerlere akşam olana kadar rehin bırakılan o güzelim, isimleri kadar hikayeleri de güzel insanların emanet ettiği duyarlılıkları,1Orhan Koçak’tan el alarak. onları teslim alıp siz bugün de bitti diyene kadar, gözlerinizden kaçan o pek güzel şehir nimetlerini sıralıyorlar size.
Yollarını merak ediyorsunuz tabii, nerede gezerler? Onların yolları daha önce romanlarda, öykülerde, şarkılarda adresi belli olan yerlerdir. O yollar pek çok defa geçilmiştir ve geçilmektedir. Hepsi o yolda anksiyeteler edinmiştir. Hepsi o yolda hayatı sorgulamış hatta bazıları hükümeti devirmeye kadar ileri gidecek planlar yapmıştır. Bu abartma meselesi kendi duyguları gibi olduğundan, suyu biraz berraklaştırmak gerek. O yollardaki gözler onlara ait değildir. O gözler emanettir ve emanet vakti geldiğinde sahibinin bedenine dönecektir. Arada gördüğü yeni şeyleri hayretle karşılayacak, anlam veremeyecektir.
Sonra bir gün, şehrin öteki tepesinde, o tepelerden birinin pek güzel, pek beyaz insanlarının doluştuğu bir galeride –şöyle yukarılara doğru çıkın, gölge bitmeyen yerlere gidin göreceksiniz onları– emanet hissiyatların sarsılmaz taşıyıcılıklarını sizlere yeni bir bulgu peşindelermiş gibi anlatacaklardır. Etraflarında onları hayretle dinleyen pek çok insan olacaktır. O insanlar ki yetişkin olmaktan korkan –yetişkin olmaktan ölesiye korkan, günübirlik insanlardır.
Bir söz alacaksınız belki de o an, beyefendi diyeceksiniz, ben bu şehri enlemesine, boylamasına katettim. Şehrin ne kadar dik yokuşu varsa, tepesi, tepecikleri varsa her yerine adımımı attım. Sabahları tek yoldaşım, kırmızı gözlü köpekler uyanırken, barbarlar için doğan güneşi arkama alıp, o yüce tepelerde bir tarihin sonuna vakıf oldum. Ama sizin anlattığınız türden şeyleri hiç göremedim. O güzel tepelerden birinde uykusunu almış beyaz adamın evinin önünden şöyle bir geçip giden karaltıdan başka bir şey olmayacaksınız. O beyaz adam zaten yağmalanmış imgelerin, imajların üzerinden bir kez daha geçecek. O ve beraberindekiler kendilerince “bir miras” olarak gördükleri şeyin üstünde tepinmeye devam ededursun, siz benim sevgili hayalet dostum, güneşin doğuşunu gören bir tepede peşinize takılan köpeklerden birinin başını okşayıp yolunuza devam edeceksiniz. Sizin biyolojik saatiniz bir müezzinle, bir fırın ustasıyla, bir belediye otobüsü şoförüyle yarışacak. Her seferinde galip geleceksiniz.
Yoksa adına flanörlük dediğiniz şey o Ankara Romantiklerinin hepsinin okuduğu romanda adı geçen yerlerden ibaret bir şey mi? Yoksa Baudelaire’den beri bildiğimiz şey yanlış mı? Mevsimi geldiğinde Ankara Romantiklerinin mevsimlik hac görevlerini yerine getirmek için yürüdükleri yollar üzerinde bekleyip sorularımızı onlara sormamız gerek: Siz hiç Altındağ ve yukarısına gittiniz mi? Baudelaire’in Paris’in tüm girilemeyecek, kötü, çirkin sokaklarında dolaştığını, Parislilerin beğenmediği mahallelerdeki insanlara baktığını, o çirkin ve berbat insanları anlatmadaki ısrarını düşündüğümüzde, o güzel ve beyaz insanların peşine düşme telaşınız neden? Şehrin tekrar yüzüne bakmaya tenezzül etmediği yerler flanörlüğe dahil değil mi?
Beyaz adam sana tek steril hat sunacak. Buranın ötesine geçme diyecek. Oysa sen bir melek gibi yirmi dört saat içerisinde şehrin farklı yerlerinde belireceksin. Kanatların kopuk ve tabanların şişik. Karşı tepedeki insanlar seni bir mucize gibi inceleyecek. Ya da gerçekten inceleyecekler mi? Tanrıları ya da doktrinleri, seni bulutların arasından koca bir işaret parmağıyla imleyecek mi? Günübirlik mucizelerin bir anlık anımsanıp, parlatılıp daha sonrasında çöpü boyladığı bir kahveci çöpünü mü boylayacaksın? Belki bir sabah güneş alan, parlak bir stüdyo dairede esneyen, gerinen insanların arasında “Kendi kişisel İsa’ları” olacaksın.
Seni biliyorum, seni tanıyorum. Sen bu karşı tepedeki insanların çocuklarının adlarının evcil hayvan adıyla karıştığı yerleri sevmezsin. Senin aklın sabah durağa doğru giderken müzik dinleyen tezgâhtar kızda. Sinirli sinirli sigara içen bir gözü açık garson çocukta. Sabahın hayrına inanan fırın çırağında. Mesela o tezgâhtar kız, yarım söylediği kaç şarkı vardır? O garson çocuk niçin eski sevgilisine benzeyen kadınlara servis yaparken eli ayağı titrer? Sabahleyin tüm ev ahalisinden önce uyanan fırın çırağı, bir gün usta olup geç gelme hayali kurar mı?
Sınıf kendi anlatısının peşinden gitmek istiyor. Kendi anlatısını veya kendi anlatıcılarını arıyor. Birileri o pek muteber semtlerinde, kişisel aydınlanma ya da imtiyazlarının farkında olmadan kurduğu hikayeleri satmaya çalışırken, bir iş çıkışı balık istifi bir otobüste, terleye terleye 263’le evine gitmeye çalışan bir tezgahtar genç sadece kendisine benzeyen birinin hikayesini öğrenmek istiyor. Temsil önemsenmez, hiç büyümemiş bir halkın ergenlik hezeyanları gibi yaklaşılır kendisine. Ama hedefine vardığındaki çoğaltıcı hisleri aniden kıvılcımlanır. Zaten kolektif olmak bu değil midir? Koskoca bir tarih anlatısında, şöyle birkaç saniye de olsa kendine yer bulabilmek. Senden önce var olmuş tüm insan hikayelerini görmek, onların arasında kaybolmak ama atomize olmamak, dağılmamak, bozulmamak. Edebiyat ortamında yıllar geçse de sıkça dile getirilen bir soru: Orhan Kemal’in öykülerinde karşılaştığımız işçilere niçin çağdaş öykücülerin öykülerinde karşılaşamıyoruz? Bu soruyu belki de şöyle sormak gerekir yazımız için: Niçin Ankara Romantiklerinin flanörlük hikayelerinde bir mendil satıcısıyla, bir kağıt işçisiyle, bir tezgahtarla, seyyar satıcıyla karşılaşmıyoruz?
Şehrin bağırsaklarından gelenlerin türküsü bir başka olur, biliyorsun. Seni herkes tanır, üstünden, başından. Bayramların uzadığı günlerde, tek sorumlusu sen olursun kötü, ters giden her şeyin. Ellerinde fenerle, medeniyet dediği o parlak kelebeği arayan karşı tepedekiler, senin bir barbar olduğunu hemen anlar. Bayramlar, özel günler adına kısacası toplu halk -yağma- günleri diyelim, onların dışında hayaletsindir. Ama o özel günlerde artık biri’sindir. Düşmansındır. O günler dışında zararsızca dolaşıp, sıradan mucizelerin bile karın doyurmadığı o güzelim semtine rahatça dönersin.
Bir son niyetine belki de şunu düşünmek gerek, Ece Ayhan resmi tarih yazımını anlatmak için “sarışınların yazdığı bir tarih”ten bahseder. Bu niyetle eğer yeni bir anlatı kurmak istiyorsak ya da yeni bir flanörlük hikayesine adım atacaksak içimizdeki sarışınların yaptıkları yürüyüşleri bir kenara bırakalım. Şehrin diğer tepesinde pek çok karaşın var.
Notlar
(1) Orhan Koçak’tan el alarak.
Editör: Bekir Demir