Her yıl altı ay boyunca, güney kutup buzulunun sürekli karanlık ve rüzgârlı ovalarının ortalama sıcaklığı sıfırın altında yaklaşık 58 Fahrenheit derecedir. Yaz geldiğinde, güneş altı ay sürecek bir gün için geri döndüğünde ve sıcaklıklar eksi 20 dereceye kadar çıktığında da buzul bölgesi daha da çekici hale gelmez. Çoğumuzun ziyaret etmeyi tercih edeceği türden bir yer değil.
Öte yandan Büyük Patlama’nın hemen sonrasından beri bize doğru ilerleyen fotonlar yığınını arayan bir gökbilimciyseniz, opera için Met neyse, beyzbol için Yankee Stadyumu neyse, Güney Kutbu’ndaki Karanlık Bölge Laboratuvarı da odur. Mesleğinizi geliştirmek için en iyi yerdir. Dünya üzerindeki en soğuk ve en kuru havaya sahip olan atmosfer, fotonların neredeyse hiç engellenmeden hareket etmesini sağlayarak şimdiye kadar çekilmiş en keskin karasal tabanlı uzay görüntülerini sağlar.
Harvard-Smithsonian araştırmacısı John Kovac liderliğindeki bir gökbilimci ekibi, üç yıl boyunca Bicep2 (Kozmik Ekstragalaktik Kutuplaşmanın Arkaplan Görüntülemesinin kısaltması) olarak bilinen güçlü bir teleskobu güneşin güneyindeki bir gökyüzü parçasına doğrultmak için zorlu koşullara meydan okudu. Mart ayında ekip sonuçlarını açıkladı. Sonuçlar geçerliliğini korursa, evrenin en erken dönemlerine dair muhteşem bir pencere açacak ve geçtiğimiz yüzyılın en önemli kozmolojik bulguları arasında hak ettiği yeri alacaktır.
Kökleri, kökenlerimizi kavramaya yönelik ilk dürtüyü tatmin etmeyi amaçlayan yaratılış hikayelerine dek uzanan bir hikâye bu. Hikâyeye Albert Einstein’ın uzay, zaman ve tüm modern kozmolojik düşüncenin matematiksel temeli olan genel görelilik teorisini keşfetmesiyle devam edeceğim.
Bükülmüş Uzaydan Büyük Patlamaya
20. yüzyılın ilk yıllarında Einstein, özel görelilik kuramıyla uzay ve zamanın kurallarını yeniden yazdı. O zamana kadar herkes Newton’ın bakış açısına -uzay ve zamanın olayların gerçekleştiği değişmez bir alan oluşturduğu sezgisel bakış açısına- bağlıydı. Ne var ki, Einstein’ın anlattığı şekliyle, 1905 baharında zihninde bir fırtına koptu ve Newton’ın evrensel anlayışını silip süpüren bir matematiksel kavrayış dalgası başladı. Einstein evrensel bir zaman olmadığını (hareket halindeki saatler daha yavaş ilerler) ve evrensel bir uzay olmadığını (hareket halindeki cetveller daha kısadır) kanıtladı. Bu sayede mutlak ve değişmez uzay, yerini şekillendirilebilir ve esnek bir uzay ve zamana bıraktı.
Bu başarının verdiği heyecanla Einstein daha da zorlu bir işe girişti. İki yüzyılı aşkın bir süredir Newton’ın evrensel kütleçekimi yasası, gezegenlerden kuyruklu yıldızlara kadar her şeyin hareketini tahmin etmede etkileyici bir iş çıkarmıştı. Yine de Newton’ın kendisinin de ifade ettiği bir bilmece vardı: Kütleçekimi etkisini nasıl gösterir? Güneş, 93 milyon millik boş uzayda nasıl oluyor da Dünyayı etkileyebiliyor? Newton, matematiksel olarak uzman olanların kütleçekiminin etkisini hesaplamasına izin veren bir kullanım kılavuzu sağlamıştı, yine de kütleçekiminin yaptığı şeyi nasıl yaptığını ortaya çıkarmak için gerekli olan sistemi ortaya koyamamıştı.
Einstein bu sorunun cevabını bulmak için, karanlık matematik ve fizik hayallerinin yaratıcılığıyla on yıl süren saplantılı ve yorucu bir yolculuğa çıktı. 1915’e gelindiğinde, dehası genel görelilik kuramının son denklemlerinde kendini gösterdi ve sonunda kütleçekimi kuvvetinin altında yatan sistemi ortaya çıkardı.
Peki ya cevap neydi? Uzay ve zaman! Özel görelilikle zaten Newtoncı temellerinden koparılmış olan uzay ve zaman, genel görelilikle tam anlamıyla hayat bulmuş oldu. Einstein, eğrilmiş bir ahşap zeminin yuvarlanan bir bilyeyi itebildiği gibi, uzay ve zamanın da eğrilebileceğini ve yeryüzü ve gökyüzü cisimlerini uzun süredir kütleçekiminin etkisine dayandırılan yörüngeleri takip etmeleri için itebileceğini gösterdi.
Formülasyonu ne kadar soyut kalırsa kalsın, genel görelilik kesin tahminlerde bulunmuş ve bunlardan bazıları astronomik gözlemlerle kısa sürede doğrulanmıştır. Bu durum, teorinin ayrıntılı sonuçlarını keşfetmek için dünya çapında matematik odaklı düşünürlere ilham verdi. Bunlardan biri, izlediğimiz hikayeyi ilerleten, fizik doktorasına sahip Belçikalı rahip Georges Lemaître’nin çalışmasıydı. Lemaître 1927’de Einstein’ın genel görelilik denklemlerini evrendeki yıldızlar ve kara delikler gibi nesnelere değil, tüm evrenin kendisine uyguladı. Sonuç Lemaître’yi şaşkına çevirdi. Matematik, evrenin durağan olamayacağını gösteriyordu: Uzayın dokusu ya geriliyor ya da küçülüyordu, bu da evrenin ya büyüdüğü ya da küçüldüğü anlamına geliyordu.
Lemaître Einstein’ı bulduğu şey konusunda uyardığında, Einstein onunla dalga geçti. Lemaître’in matematiği çok zorladığını düşünüyordu. Einstein evrenin bir bütün olarak sonsuz ve değişmez olduğundan o kadar emindi ki aksini kanıtlayan matematiksel analizleri reddetmekle kalmadı, matematiğin önyargısını karşılamasını sağlamak için denklemlerine küçük bir değişiklik ekledi.
Gerçekten de önyargılıydı. 1929 yılında Edwin Hubble’ın Mount Wilson Gözlemevi’ndeki güçlü teleskobu kullanarak yaptığı astronomik gözlemler, uzak galaksilerin hızla uzaklaştığını ortaya koydu. Evren genişliyordu. Einstein kendi denklemlerinden çıkan sonuçlara güvenemediği için kendini üstü kapalı bir şekilde kendini kınadı ve düşüncelerini ve denklemlerini verilerle uyumlu hale getirdi.
Elbette büyük bir adımdı ancak yeni kavrayışlar yeni bulmacalar doğurur.
Lemaître’nin işaret ettiği gibi, eğer uzay şu anda genişliyorsa, o zaman kozmik hikayeyi tersine sararak, gözlemlenebilir evrenin zamanda daha da geriye giderek daha küçük, daha yoğun ve daha sıcak olduğu sonucuna varırız. Görünüşte kaçınılmaz olan sonuç, gördüğümüz evrenin, patlayarak uzayın dışa doğru şişmesine neden olan olağanüstü küçük bir zerreden ortaya çıktığıdır, ki biz buna Büyük Patlama diyoruz.
Ama eğer doğruysa, uzayı büyüten neydi? Ve böylesine tuhaf bir fikir nasıl sınanabilirdi?
Genişleme Teorisi
Eğer evren Lemaître’in dediği gibi bunaltıcı derecede sıcak ve yoğun bir ilkel atomdan ortaya çıktıysa, o zaman uzay genişledikçe evrenin soğuması gerekirdi. 1940’larda George Washington Üniversitesi’nde ve daha sonra 1960’larda Princeton’da yapılan hesaplamalar, Büyük Patlama’dan arta kalan ısının uzayı düzgün bir şekilde dolduran bir foton (ışık parçacıkları) banyosu olarak ortaya çıkacağını göstermiştir. Fotonların sıcaklığı artık mutlak sıfırın sadece 2,7 derece üzerine düşmüş olacak ve dalga boyları spektrumun mikrodalga kısmına yerleşecekti ki bu da Büyük Patlama’nın bu olası kalıntısının neden kozmik mikrodalga arkaplan radyasyonu olarak adlandırıldığını açıklamaktadır.
1964 yılında, Bell Labs’de çalışan iki bilim insanı, Arno Penzias ve Robert Wilson, uydu iletişimi için tasarladıkları büyük bir yer anteni yüzünden hayal kırıklığına uğramışlardı. Anteni nereye doğrulturlarsa doğrultsunlar, ses kabusuyla karşılaşıyorlardı: arkaplanda sürekli bir cızırtı vardı. Aylarca aradılar ama sesin kaynağını bulamadılar. Sonra Penzias ve Wilson, Princeton’da yapılan kozmolojik hesaplamaların rüzgarına kapıldılar ve uzayı dolduran düşük seviyeli bir radyasyon olması gerektiğini öne sürdüler. Araştırmacılar, aralıksız devam eden tiz sesin, Büyük Patlama’nın antenin alıcısını gıdıklayan fotonlarından kaynaklandığını fark ettiler. Bu keşif Penzias ve Wilson’a 1978 Nobel Ödülü’nü kazandırdı.
Bilim insanlarını beklenmedik çıkarımlar ve olası zayıflıklar arayarak teoriyi parçalara ayrıştırmaya yönelten Büyük Patlama teorisinin önemi hızla arttı. Bir dizi önemli konu gün ışığına çıkarıldı, ancak en önemli olanı aynı zamanda en temel olanıydı.
Büyük Patlama sıklıkla modern bilimsel yaratılış teorisi, Yaratılışın matematiksel cevabı olarak tanımlanır. Ne var ki bu kavram temel bir yanılgıyı gizlemektedir: Büyük Patlama teorisi bize evrenin nasıl başladığını söylemez. Her şey başladıktan saniyenin küçük bir kesrinden başlayarak evrenin nasıl evrimleştiğini anlatır. Geri sarılan kozmik film ilk kareye yaklaşırken matematik bozulur ve tam yaratılış olayı ekranı doldurmak üzereyken mercek kapanır. Ve böylece, iş patlamanın kendisini açıklamaya geldiğinde (evreni genişleme rotasına sokmuş olması gereken ilksel itiş) Büyük Patlama teorisi sessiz kalır.
Bu boşluğu doldurmak için önemli bir adım atmak Stanford Üniversitesi fizik bölümündeki genç bir doktora sonrası araştırmacı olan Alan Guth’a düşecekti. Guth ve Cornell Üniversitesi’nden çalışma arkadaşı Henry Tye, monopol adı verilen bazı varsayımsal parçacıkların evrenin ilk anlarında nasıl üretilebileceğini anlamaya çalışıyorlardı. Ancak 6 Aralık 1979 gecesinin derinliklerinde hesap yapan Guth, çalışmayı farklı bir yöne taşıdı. Denklemlerin sadece genel göreliliğin Newton kütleçekimindeki önemli bir boşluğu doldurduğunu göstermekle kalmadığını (kütleçekim mekanizmasını sağladığını), aynı zamanda kütleçekimin beklenmedik şekillerde davranabileceğini de ortaya koyduğunu fark etti. Newton’a (ve günlük deneyime) göre kütleçekimi bir nesneyi diğerine doğru çeken çekici bir kuvvettir. Denklemler, Einstein’ın formülasyonunda kütleçekiminin itici de olabileceğini gösteriyordu.
Güneş, Dünya ve Ay gibi bilinen nesnelerin kütleçekimi kesinlikle iticidir. Ancak matematik, farklı bir kaynağın, bir madde yığınının değil, bir bölgeyi eşit şekilde dolduran bir alanda somutlaşan enerjinin, dışa doğru iten bir kütleçekimi kuvveti oluşturacağını gösterdi. Hem de acımasızca. Bir santimetrenin milyarda birinin milyarda birinin milyarda biri genişliğinde, inflaton alanı olarak adlandırılan uygun enerji alanıyla dolu bir bölge, güçlü itici kütleçekimi tarafından parçalanacak ve potansiyel olarak saniyenin bir kesri içinde gözlemlenebilir evren kadar genişleyecektir.
İşte buna haklı olarak patlama denir. Büyük bir patlama.
Andrei Linde, Paul Steinhardt ve Andreas Albrecht gibi bilim insanlarının Guth’un ilk itici kütleçekimi uygulamasına daha sonra yaptıkları iyileştirmelerle, kozmolojinin genişleme teorisi doğdu. Uzayın dışa doğru büyümesini ateşleyen şeyin ne olduğuna dair inandırıcı bir öneri sonunda bilim insanlarının masasındaydı. Peki ama bu doğru muydu?
Genişlemenin Test Edilmesi
İlk bakışta, yaklaşık 14 milyar yıl önce saniyenin çok küçük bir bölümünde işlediği düşünülen bir teorinin doğrulanmasını istemek biraz aptalca görünebilir. Elbette, evren şu anda genişliyor, yani bir şey onu ilk etapta harekete geçirdi. Ancak bunun güçlü ama kısa süreli bir itici kütleçekimi parıltısı tarafından tetiklendiğini doğrulamak düşünülebilir mi?
Evet! Bu yaklaşım bir kez daha mikrodalga arkaplan radyasyonunu kullanıyor.
Nasıl olduğunu anlamak için, sönmüş bir balonun yüzeyine kimsenin okuyamayacağı kadar küçük bir mesaj yazdığınızı hayal edin. Sonra balonu şişirin. Balon esnedikçe mesajınız da esneyecek ve görünür hale gelecektir. Benzer şekilde, eğer uzay şişerek gerilme yaşadıysa, o zaman evrenin ilk anlarında bırakılan küçük fiziksel izler gökyüzünde gerilerek muhtemelen onları da görünür hale getirecektir.
Evrenin ilk zamanlarına küçük bir mesaj bırakmış olabilecek bir süreç var mıdır? Kuantum fiziği bu soruya yankılanan bir evet yanıtını veriyor. Her şey 1927 yılında Werner Heisenberg tarafından ortaya atılan belirsizlik ilkesine dayanıyor. Heisenberg, mikro dünyanın, bir parçacığın hem konumu hem de hızı gibi belirli özellikleri aynı anda belirlemeyi imkânsız kılan kaçınılmaz “kuantum titreşimlerine” maruz kaldığını gösterdi. Uzayı kaplayan alanlar için belirsizlik ilkesi, bir alanın gücünün de kuantum titreşimlerine tabi olduğunu ve her konumdaki değerinin aşağı yukarı oynamasına neden olduğunu gösterir.
Mikro evrende onlarca yıldır yapılan deneyler kuantum titreşimlerinin gerçek ve her yerde olduğunu doğrulamıştır; bu titreşimlerin bilinmemesinin tek nedeni dalgalanmaların günlük yaşamda doğrudan gözlemlenemeyecek kadar küçük olmasıdır. İşte bu noktada uzayın genişletilmesi devreye giriyor.
Genişleyen balonla ilgili mesajınızda olduğu gibi, eğer evren şişme teorisinin önerdiği muazzam genişlemeyi yaşarsa, o zaman inflaton alanındaki küçük kuantum titremeleri (hatırlayın, bu itici kütleçekiminden sorumlu alandır) makro dünyaya doğru gerilecektir. Bu da alanın enerjisinin bazı yerlerde biraz daha büyük, bazı yerlerde ise biraz daha küçük olmasına yol açacaktır.
Buna karşılık, enerjideki bu değişimler kozmik mikrodalga arkaplan radyasyonu üzerinde bir etkiye sahip olacak ve sıcaklığı bazı yerlerde biraz daha yüksek ve diğerlerinde biraz daha düşük olacaktır. Matematiksel hesaplamalar sıcaklık değişimlerinin 100.000’de 1 gibi küçük bir oranda olacağını ortaya koymaktadır. Ancak -ki bu çok önemli- sıcaklık değişimleri gökyüzünde belirli bir istatistik modeli oluşturacaktır.
1990’lardan itibaren, yer, balon ve uzay tabanlı teleskoplar gibi bir dizi daha rafine gözlemsel girişim bu sıcaklık değişimlerini aradı. Ve bulundu. Gerçekten de teorik tahminler ile gözlemsel veriler arasında nefes kesici bir uyum vardır.
Ve bununla birlikte, genişleme yaklaşımının doğrulandığını düşünebilirsiniz. Ancak fizikçiler, karşılaşabileceğiniz en şüpheci gruptur. Yıllar geçtikçe, bazıları veriler için alternatif açıklamalar önerirken, diğerleri genişleme yaklaşımının kendisine yönelik çeşitli teknik zorlukları gündeme getirdi. Genişleme açık ara önde gelen kozmolojik teori olarak kalmaya devam etti, ancak pek çok kişi henüz kesin kanıtın bulunmadığını düşünüyordu.
Şimdiye dek.
Uzayın Dokusundaki Dalgalanmalar
Uzaydaki alanların kuantum titreşimlerine maruz kalması durumunda, kuantum belirsizliği uzayın kendisinin de kuantum titreşimlerine maruz kalmasını sağlar. Bu da uzayın kaynayan bir tenceredeki suyun yüzeyi gibi dalgalanması gerektiği anlamına gelir. Bu durum, yüzeyi mikroskobik kusurlarla dolu olmasına rağmen granit bir masanın pürüzsüz görünmesiyle aynı nedenden dolayı alışılmadık bir durumdur çünkü dalgalanmalar olağanüstü küçük ölçeklerde gerçekleşir. Ancak, bir kez daha, genişletici şişme kuantum özelliklerini makro aleme doğru genişlettiği için, teori küçük dalgalanmaların uzaysal dokuda çok daha uzun dalgalanmalara dönüşeceğini öngörmektedir. Bu dalgalanmaları ya da daha doğru bir deyişle ilksel kütleçekim dalgalarını nasıl tespit edebiliriz? Üçüncü kez, Büyük Patlama’nın her yerde bulunan kalıntısı, kozmik mikrodalga arkaplan radyasyonu, bu işin biletidir.
Hesaplamalar, kütleçekim dalgalarının arkaplan radyasyonuna, genişlemenin ikonik bir parmak izi olan bir bükülme deseni bırakacağını göstermektedir. (Daha açık bir ifadeyle, arkaplan radyasyonu elektromanyetik alandaki salınımlardan kaynaklanır; polarizasyon olarak bilinen bu salınımların yönü, kütleçekim dalgalarının ardından bükülür). Arkaplan radyasyonundaki bu tür girdapların tespiti uzun zamandır genişleme teorisini kanıtlamak için altın standart, uzun zamandır aranan kesin kanıt olarak kabul edilmektedir.
12 Mart’ta, Bicep2 misyonunun Kuzey Amerika yer kontrolü olan Harvard-Smithsonian Astrofizik Merkezi tarafından yayınlanan ve “büyük bir keşif” anlamına gelen bir basın açıklaması, dünya çapındaki fizik camiasında nefes kesen söylentilere yol açtı. Belki de girdaplar bulunmuştu? Söylentiler 17 Mart’taki basın toplantısında doğrulandı. Verilerin bir yıldan fazla süren dikkatli analizinin ardından Bicep2 ekibi, tahmin edilen kütleçekimsel dalga modelinin ilk tespitini gerçekleştirdiğini duyurdu
Güney Kutbu’nda toplanan verilerdeki ince girdaplar, evrenin erken dönemlerinde yaşanan genişlemeden dolayı gerilen uzayın kuantum sarsıntılarını kanıtlıyordu.
Tüm Bunlar Ne Anlama Geliyor?
Kozmolojide bir asırdır devam eden çalkantıları sona erdiren genişleme teorisi artık daha da güçlendi. Artık sadece evrenin genişlediğini bilmekle, genişlemeyi neyin tetiklediğine ilişkin ikna edici bir öneriye sahip olmakla kalmıyor, saniyenin o ateşli ilk kesri sırasında uzayı harekete geçiren kuantum süreçlerinin izlerini de tespit ediyoruz.
Her ne kadar heyecanlı da olsa, şüpheci fizikçilerden biri olarak, bu gelişmeler hakkında düşünmek için bazı bağlamları belirtmeme izin verin.
Bicep2 ekibi harika bir iş çıkardı, ancak sonuçlarına tam güven duymak için bağımsız araştırmacı ekiplerinin onayına ihtiyaç var. Uzun süre beklemek zorunda kalmayacağız. Bicep2’nin rakipleri de mikrodalga girdaplarının peşine düşmüş durumda. Bir yıl içinde, belki de daha kısa bir süre içinde, bu gruplardan bazıları bulgularını rapor edebilir.
Şurası kesin ki mevcut ve gelecekteki görevler daha gelişmiş veriler sağlayacak ve bu da genişleme yaklaşımını keskinleştirecektir. Unutulmamalıdır ki genişleme bir paradigmadır, tek bir teori değildir. Teorisyenler şu anda patlama-itici-kütleçekimi temel fikrini yüzlerce şekilde (farklı sayıda inflaton alanı, bu alanlar arasında farklı etkileşimler vb.) uygulamış ve her biri genellikle biraz farklı tahminler vermiştir. Bicep2 verileri şimdiden uygulanabilir modelleri önemli ölçüde azaltmıştır ve gelecek veriler bu süreci devam ettirecektir.
Tüm bunlar ışığında bakıldığında ortaya genişleme teorisi için olağanüstü bir zaman çıkıyor. Ancak buradan çıkarılacak daha büyük bir ders var. Ölçümlerin iyileştirilmesiyle girdapların ortadan kalkması gibi düşük bir ihtimal dışında, artık evrenin erken dönemlerindeki kuantum süreçlerine dair yeni bir gözlemsel pencereye sahibiz. Bicep2 verileri, bu süreçlerin en güçlü parçacık hızlandırıcımız olan Büyük Hadron Çarpıştırıcısı tarafından araştırılanlardan bir trilyon kat daha küçük mesafe ölçeklerinde gerçekleştiğini göstermektedir. Birkaç yıl önce, bir grup araştırmacıyla birlikte, sicim teorisi gibi ultra küçük teorilerimizin mikrodalga arkaplan radyasyonu gözlemleriyle nasıl test edilebileceğini hesaplamak için ilk adımlardan birini attım. Şimdi, mikro aleme yapılan bu eşi benzeri görülmemiş sıçramayla, bu türden daha rafine çalışmaların yerçekimi, kuantum mekaniği ve kozmik kökenlerimizi anlamamızda bir sonraki aşamanın habercisi olabileceğini hayal edebiliyorum.
Genişleme ve Çoklu Evren
Son olarak, şu ana kadar dikkatle kaçındığım, ilginç olduğu kadar aynı zamanda spekülatif olan bir konuya değinmeme izin verin. Genişleme teorisinin olası bir yan ürünü, evrenimizin tek evren olmayabileceğidir.
Birçok genişleme modelinde, inflaton alanı o kadar etkilidir ki, Büyük Patlamamızın itici itişini besledikten sonra bile, alan başka bir büyük patlamayı ve bir diğerini daha beslemeye hazır beklemektedir. Her patlama kendi genişleyen alanını yaratır ve evrenimiz birçokları arasında bir yere indirgenir. Aslında, bu modellerde, genişleme süreci tipik olarak hiç bitmez, ebedidir ve böylece büyük bir kozmik çoklu evreni dolduran sınırsız sayıda evren ortaya çıkar.
Genişlemeci paradigmaya ilişkin kanıtlar biriktikçe, çoklu evrene duyulan güvenin de artması gerektiği sonucuna varmak son derece cezbedicidir. Bu bakış açısına sempati duymakla birlikte, durum net olmaktan uzaktır. Kuantum dalgalanmaları sadece belirli bir evren içinde varyasyonlar yaratmakla kalmaz (tartıştığımız mikrodalga arkaplan varyasyonları bunun başlıca örneğidir), aynı zamanda evrenlerin kendi aralarında da varyasyonlar yaratır. Ve bu değişimler önemli olabilir. Teorinin bazı uygulamalarında, diğer evrenler içerdikleri parçacık türleri ve iş başında olan kuvvetler açısından bile farklılık gösterebilir.
Gerçekliğe dair bu muazzam genişlikteki perspektifte, asıl zorluk ortaya çıkan teorinin gerçekte neyi öngördüğünü ifade etmektir. Burada, bu evrende gördüklerimizi nasıl açıklayacağız? Yaşam biçimimizin diğer evrenlerin çoğunun farklı ortamlarında var olamayacağını ve bu yüzden kendimizi burada bulduğumuzu mu düşünmeliyiz, ki bu bazı bilim insanlarına kaçış gibi gelen tartışmalı bir yaklaşımdır? O halde endişe, her biri farklı özelliklere sahip çok sayıda evren ortaya çıkaran evrimleşmenin ebedi versiyonuyla, teorinin evrimleşmenin kendisine güvenme nedenimizi ortadan kaldırma kapasitesine sahip olmasıdır.
Fizikçiler bu boşluklarla mücadele etmeye devam etmektedir. Birçoğu bunların enflasyona karşı sadece teknik zorluklar olduğuna ve zamanla çözüleceğine inanıyor. Ben de aynı fikirdeyim. Sonuçta genişlemenin açıklayıcı bütünü o kadar dikkat çekici ve en doğal öngörüleri gözlemlerle o kadar uyumlu ki bunların hepsi yanlış olamayacak kadar güzel görünüyor. Ancak çoklu evren tarafından ortaya atılan incelikler çözülene kadar, son kararı saklı tutmak akıllıca olacaktır.
Eğer gerçekleşen şişme doğruysa, teoriyi geliştiren öngörülü kişiler ve öngörülerini doğrulayan öncüler Nobel Ödülü’nü hak etmişlerdir. Yine de hikâye daha da büyük olacaktır. Bu büyüklükteki başarılar bireyleri aşar. Hepimizin gurur duyacağı ve kolektif yaratıcılığımızın ve içgörümüzün evrenin en derin sırlarından bazılarını ortaya çıkarmış olmasına hayret edeceği bir an olacaktır.
Orijinal Başlık: Listening to the Big Bang
Yazar: Brian Greene
Türkçeye Çeviren: Özlem Kırtay
Editör: Bekir Demir