Dünyanın bir ucunda,1Yeni Zelanda Üniversitesi üniversitenin doğasını en iyi şekilde ifade eden bir mottoyu kendine şiar edinmiş bir üniversite var: Sapere aude! Topluluğumuzun bu öğüdü yerine getirme vazifesi hakkında konuşmak istiyorum.
Maksadımız, din, felsefe ve sanat üzerine bir tartışmaya önayak olmak. Din ve felsefe tartışmasında “Bilmeye cesaret et!” buyruğunun özel bir önemi var. Her türden hakikat arayışı, gayret, sabır, tevazu, alicenaplık gibi birçok erdemi gerektirir. Üstelik bu arayış çoğunlukla cesarete de ihtiyaç duyar, zira doğa gözlemcisi çoğu zaman gözlemleri esnasında hayatını riske atsa da din ve felsefeye yaklaşırken de başka türden bir cesarete ihtiyaç duyulur.
Cesaretin gerekliliği, din ve felsefenin ilgilendiği gerçekliğin kendi esenliğimizle beraber hemcinslerimizin esenliği üzerindeki muazzam etkisinden kaynaklanır. Bu etki, ilk olarak, genellikle dinî olarak adlandırılan gerçekliğin niteliğidir. Ancak tüm felsefeye nüfuz etmiş bir etkidir bu, çünkü felsefede, mantığa veya bilime en yakın olanlar için dahi, herhangi bir soru yoktur ki çözümünün, dinin problemleri üzerine etkisi olmayacağından yekten emin olabilelim.
Bu sorular bağlamında hakikatin esenliğimiz açısından taşıdığı muazzam önem, bu hakikatlere ilişkin inançlarımızın da esenliğimiz bakımından aynı derecede önem taşımasını gerektirir. Bir öğretinin doğru olması halinde yaşamlarımız büyük oranda değer kazanacak, yanlış olması halinde aynı şekilde değer kaybedecekse, bu durumda bu öğretinin doğru olduğuna dair inanç bizi mutlu, yanlış olduğuna dair inançsa mutsuz edecektir. Özcesi, mutluluk ve bedbahtlık esenlikle yakından ilgilidir.
Bu meselelerin yaşamımızdaki pratik öneminin, son zamanlarda yeterince farkına varılmamıştır. Zannediyorum bu yanılgı, karşı taraftaki aşırı iki tepki dolayısıyladır.
Bu yanılgılardan ilki, dini meseleler üzerine belli görüşlerin doğru olması halinde tüm ahlakın geçerliliğini yitireceği savıdır. Hiç kuşkusuz bu savdan, bu görüşlere inanan ve ahlakı da kabul eden herkesin mantıksız ve aptalca davranacağı sonucu çıkacaktır. Bu görüşün epeyce hatalı olduğu bence ayan beyan ortada. Örnek vermek gerekirse sebt gününe riayet, şarap veya sığır etinin helal ya da haram olması gibi ahlaka dair kimi ögeler dini meselelere dair görüşümüz etkileyebilir. Fakat bunların ne doğru ile yanlış arasındaki farkı berhava etmek ne de ahlakın içeriğinin büyük kısmına ilişkin görüşlerimizi değiştirmek konusunda herhangi bir etkisi söz konusu olamaz. En azından ben herhangi bir dini meselede ileri sürülen herhangi bir görüş bilmiyorum ki, onu kabul etmekle, susamış köpeğe su vermenin doğru, korsanlık yapmanın veya iskambilde hile yapmanın yanlış olduğuna dair mevcut inancımı değiştirsin.
Aynı yanılgının başka bir çeşidi de dini meselelerdeki belli inançların, ahlakı saçma kılmasa da, bu inançları kabul edenlerin sebatla ve coşkuyla erdemi takip etmelerini pratikte engelleyeceği savıdır. Bu yaklaşım deneyimle çürütülmüş görünmektedir. Kanımca bu deneyimler bize, erdemlilik için gösterilen gayretin sebepleri farklılaşsa da dinî meselelerdeki görüşlere göre değişmediğini söylüyor. Örneğin Tanrıya, ölümsüzlüğe veya iyimserliğe inancı olanların, olmayanlardan ahlaken daha iyi veya daha kötü olduğu söylenemez.
İkinci yanılgı, dini meselelere dair belli inançların, onları kabul edenler için, deneyimlerin çoğunun değerini yok edeceği görüşüdür. Bu inançların olmadığı durumda bu deneyimlerin çok yüksek bir değere sahip olabileceği savı da bu görüşe eklenir. Örneğin, Tennyson, ölümsüzlüğe olan inançsızlığın daha yaşam sürerken aşkın kıymetini yok edeceğini savunur2Memoriam.:
Ve aşk bir iç çekişle cevap verirdi,
O unutkan sahilin sesi
Tatlılığımı daha da değiştirecek,
Öleceğimi bildiğimden yarı-ölüyüm.
Bana öyle geliyor ki burada yine bariz bir yanılgı var. Evrenin nihai doğası ve yazgısına dair görüşlerimiz, iyinin kimi biçimlerinin genelliğine, süresine veya ötedünyadaki yeğinliklerinin imkanına dair görüşlerimizi etkileyebilir. Ama anlamadığım şey, bunların şimdi ve burada bulduğumuz bu iyi şeylerin iyiliğine ilişkin yargılarımızı nasıl etkileyeceği. Esasında, yeryüzündeki bir saatlik sevginin kayıtsız şartsız iyi olduğu kesinliğinden yola çıkamayacaksak, bunun cennette sonsuza dek iyi olacağına inanmak için hangi gerekçeye sahip olmamız gerektiğini anlayamıyorum.
Dolayısıyla ben bu görüşleri birer yanılgı olarak kabul ediyorum ve bunları yanılgı olarak kabul etmeyenler de doğru yoldalar. Ancak dediğim gibi, bunlara verilen tepki kimi zaman çok ileri gidiyor ve dine dair problemlerin inkârına kadar varıyor. Ve bu da yine bana büyük bir hata gibi geliyor. Dine dair problemlere sunulacak yanıt ne olursa olsun; iyi kötüden, doğru yanlıştan her zaman farklı olacaktır ve bu hayatta yapıp ettiklerimizin ve hislerimizin bir kısmı iyi bir kısmı da kötü olacaktır. Evrendeki iyi ve kötü dengesi nedir; evren temelde doğru mu yanlış mı, yoksa ikisine de kayıtsız mı; evrenin veya insanlığın nihai yazgısı nedir, diye soracak olursak, bu soruların tümü dine dair problemlere ve dine dayanan felsefi sorunlara getirdiğimiz çözüme göre şu veya bu şekilde cevaplanmak durumundadır. Esenliğimizi bundan daha fazla etkileyen herhangi bir soru var mı? Esenliğimizi asli olarak etkileyen şey, bu meselelerdeki hakikattir; hakikat hakkındaki bilgimiz değil. Dünyada şeylerin iyi olduğuna dair inanç mutluluk, kötü gittiğine dair inanç bedbahtlık getirir. Ve bu kavrayış, dine dair problemler hakkındaki inançlarımızın keskin pratik önemini içerisinde barındırır.
Dinî dediğimiz problemlerin bazılarının neler olduğunu ele alalım. İlk olarak, genel bir iyimserlik veya kötümserlik sorunu vardır. Bir bütün olarak alındığında evren kötüden ziyade iyi midir? Elbette, bu soruyu cevaplamamızın imkânsız olduğunu ileri sürmek mümkün. Ancak bazı felsefe sistemleri bu sorunun cevaplanabileceğini, bazıları iyinin kötüye üstün geldiğini, bazıları ise kötülük tarafından alt edildiğini savunur. Bu soruya dair hakikatin pratik önemini vurgulamaya gerek yok. Çünkü evrenin iyiliği veya kötülüğü bir bütündür ve pratik öneme sahip diğer tüm meseleler bu bütünün bir parçasıdır.
Dolayısıyla bu konuya dair inancımızın [hangi yönde olduğunun] mutluluğumuz üzerinde büyük bir etkisi olur. Nitekim bu hayattaki esenliğim veya dostlarımın esenliğiyle ilgilendiğim sürece, daha genel nitelikteki sorunun çok az bir etkisi söz konusu olacaktır; çünkü bu sınırlı alanda evrenin genel doğasına dair çıkarımlardan daha kesin mahiyette olacak, şimdi ve yakın gelecek için varsayımlarda bulunacak deneysel araçlara sahibiz. Fakat çok az insan ilgilerini tamamen kişisel olarak bildikleri ile sınırlar. Belki de halihazırda gözlem yoluyla bilebileceğimiz tek şey olan, mevcut bedensel yaşamımızın kısa vadeden sonsuza dek uzanıp uzanmayacağı sorusu ortada durmaktadır.
Aynı derecede önemli başka bir soru daha var. Zaman geçtikçe evren daha iyi mi yoksa daha kötü mü hale geliyor? Bu da eşit derecede önemli, çünkü gelecekteki iyi ve kötüye, geçmişteki iyi ve kötüye baktığımızdan çok farklı hislerle bakmak açıkça doğamızın –asli ve kaçınılmaz– bir eğilimidir. Kötülüğün geçmişte kaldığına ve geleceğin ekseriyetle iyi olacağına inansaydık, dünyanın genel itibarıyla iyiden ziyade kötü olduğu bilinse dahi, dünyaya yine de neşeyle bakardık. Ve bir bütün olarak dünyanın kötü olmaktan ziyade iyi olduğu bilinse bile, gelecekteki seyri iyilikten çok kötülük içeriyorsa, bu bizi çok az teselli edecektir.
Daha istisnai sorulara gelecek olursak, ölümsüzlük meselesini buluruz. Ölümsüzlük konusundaki inançlarımız da mutluluğumuzu derinden etkileyecektir. Kimileri yok olup gitmeyi arzular, kimileri bundan ürker, fakat çok azımız bu konuya kayıtsız kalırız. Sanırım kayıtsız olanlar bile, şayet bir gelecek yaşam varsa, bu gelecek yaşamın ne tür bir yaşam olacağı sorusuna kayıtsız kalmayacaktır.
Bir de Tanrı’nın varlığı konusu var. Hiç şüphesiz, bu sorunun esenliğimiz açısından taşıdığı önem, alternatiflerinin anlaşılamaması nedeniyle abartılmıştır. Tanrı’ya inanmanın tek alternatifinin, evrenin bir bütün olarak tutarlı, düzenli ve iyi olduğuna dair herhangi bir umutla bağdaşmayacak bir kuşkuculuk ve materyalizm inancı olduğu varsayılmıştır. Ancak bu bir yanılgı. Tanrının varlığını inkâr etmelerine rağmen, evreni tüm bunlardan ibaret sayan sistemler vardır. Öte yandan, Tanrının varlığı, kesinlikle kendi başına evrenin iyi olduğunun teminatı değildir. Evrende bir miktar kötülük olduğu şüphe götürmez. Eğer bu kötülük Tanrı buna karşı çıkmadığı için varsa, Tanrı’nın ne kadar kötülüğe müsamaha edileceğini, hatta hoş karşılanacağını nereden bilebiliriz? Çoğu makul teistin söyleyeceği gibi, eğer Tanrı’nın elinde olmadığı için kötülük varsa, ne kadar kötülüğün onun mani olma kudretinin ötesinde olabileceğini nasıl bilebiliriz? Teizm muhtemelen iyimserliğe varan düşünce zincirinde bir halka teşkil edebilir, ancak iyimserliğin tam anlamıyla kanıtı olmaktan epey uzaktır.
Fakat tüm bunlara rağmen, pek çok insan için Tanrının varlığına veya yokluğuna dair inancın mutlulukla yakından ilgisi olduğu inkâr edilemez. Bu hususa kayıtsız kalanlar bile, bir tanrı varsa şayet, bu tanrının 16. yüzyıl Cizvitleri veya Kalvinistlerinin Tanrısı olup olmadığına kayıtsız olmayacaklardır.
Öyleyse dinî sorulara ilişkin inançlarımız mutluluğumuzu derinden etkiler. Kabulü, ilgisi mevcut anın ve yakın çevresinin ötesine uzanan biri için hayatı neredeyse tahammül edilemez derecede sefil hale getireceği inançlar düşünebiliriz; nitekim geçmişten ve günümüz düşüncesinden biliyoruz da. İşte tam da burada cesarete ihtiyacımız var. Çünkü bu konular üzerine düşüneceksek, ne kadar itici gelirse gelsin kanıtımız olan inancı kabul etmeli; kanıtı olmayan inancı ise ne kadar çekici gelirse gelsin reddetmeliyiz. Ve bu, kimi zaman hiç de kolay değildir.
Bilim veya gündelik yaşama dair bilgiyle uğraşırken, benzer bir mücadeleye girmeyiz. Öncelikle, bir sorunun gerçek çözümünün neliği burada çoğu zaman önemsizdir, yeter ki çözümün ne olduğunu bilelim. Ne tür bir yapının bir deprem sarsıntısına dayanacağını bilmek bizler için büyük önem taşıyabilir; ancak ne türden bir bina olduğu nispeten önemsizdir, çünkü ne türden olursa olsun deprem bölgelerinde dayanıklı bir yapı inşa edebiliriz. İki ilaçtan hangisinin bir hastalığı iyileştireceğini bilmek oldukça önemlidir, ancak bildiğimiz ve kullandığımız sürece hangisinin olduğu önemsizdir.
“Bu hastalığı tedavi edecek herhangi bir ilaç var mı?” sorusunu gerçekten de sormak zorunda kalırsak, aslında cevabın ne olduğu bizim için çok önemli bir hal alabilir. Böyle bir durumda, kısa bir süreliğine, gerçekte bulunmadığı halde bir tedavi bulunduğuna inanmaya meyledebiliriz. Ama bu cezbedici istek çok uzun sürmez. İlaç denediğinde ve tedavide başarısız kaldığında, en biçare haldekiler hariç herkes bir kanıya sahip olur. Ama dinde ve felsefede buna karşılık gelecek bir yardım bulunmaz. Çünkü bu gibi konulara dair inançlarımızın deneysel olarak doğrulanması söz konusu olacaksa bile, bu en azından ölümün bu tarafında olmayacak. Şayet korkaklık yüzünden doğru yoldan ayrılacaksak, deneyimin bizi geri getirmesini ummamalıyız.
Bu öyle sıkıntılı bir durum ki, düşünce tarihinde sık sık doğruluğunun çok iyi veya yanlışlığının çok kötü olacağı bir önermeye inanma salahiyetimiz olduğunu iddia ederek zayıflıklarını gerekçelendirmeye çalışmışılmıştır. Defaatle ve farklı biçimlerde, karşılaşmayı en az umacağımız kişilerin eserlerinde karşımıza çıkar bu talep. Fakat nerede karşılaşırsak karşılaşalım bunu reddetmemiz gerektiğini ileri sürüyorum. Şu veya bu inanç yanlış olsaydı evren berbat bir yer olurdu; peki evrenin berbat bir yer olmadığını nereden biliyoruz? Varlık ve iyilik arasında içsel apriori bir bağlantı yok. Varlığın doğasının iyi olduğunu gösterebiliyorsak ne ala. Ama varlığın doğası sorusu zaten cevaplamak için yola koyulduğumuz bir soruyken, doğanın iyi olduğunu ileri sürerek işe başlama hakkımız yok.
“Ket vurulması halinde kaçındığımız sefalete yol açacak olan iyiye yönelik arzularımız, evrendeki herhangi bir şey kadar gerçektir ve herhangi bir argüman kadar sağlam bir dayanağa sahiptir” savına –sıklıkla başvuruluyor olsa da– geri dönemeyiz. Kuşkusuz bu arzular gerçektir ve bir argüman için temel oluştururlar; ama “Bu arzular üzerine hangi argüman temellendirilebilir?” sorusu baki kalır. Eğer bir faydaları olacak olsaydı, ancak argümanın şu haliyle olurdu: Bu arzular bizde gerçekten de mevcut olduklarına göre, evren de bu arzuları tatmin edecek bir yapıda olmak zorundadır. Ve bu geçersiz bir muhakeme şeklidir. Bir arzunun varlığı onun doyumunu gerektirmez. Her birimizin tatmin edilmemiş ve hiçbir zaman tatmin edilmeyecek pek çok arzuya sahip olmuşuzdur.
Öyleyse bir inancın bize verdiği elemden yola çıkarak bu inancın yanlışlığını tartışamayız. Mademki özgürce düşünmeye kararlıyız, bizden evvel başkalarının vardığı gibi, belki de bize çok büyük acı verebilecek sonuçlara varma riskini de göze almalıyız. Üstelik bildiğim kadarıyla bu konular üzerine özgürce düşünen hiç kimse, artık tarihin bir parçası olmuş olan kimi geleneksel teologların ulaştığı kadar can sıkıcı sonuçlara ulaşmamıştır. Sonsuz bir cehennem, hakkaniyetsiz bir Tanrı fikri, asla bağımsız bir muhakemenin ürünleri değil, antik geleneğin veya sözde vahiylerin tefsirinin meyveleridir. Ama evrende Hobbes’un, Hume’un, Schopenhauer’ın bulduğundan daha fazla umut, daha fazla amaç, daha fazla değer bulamamanın acısı –hele ki daha iyi sonuçlar ummuş veya belki de bunları elde etmiş biri için– hiç de küçümsenmeyecek bir şeydir.
“Neden bundan kaçınmaya çalışmayalım? Neden bazı geleneksel inançları sorgulamadan kabul etmeyelim? Bunun lehinde de aleyhinde de argümanlar olabilir. Ancak birileri bu argümanları sorgulamadan kabul etmiştir. Biz neden kabul etmeyelim?”
Böyle bir öneri iki nesil öncesine nazaran çok daha caziptir. Yaşadığımız çağda, Avrupa’da bir insanın Hristiyanlığın belli yorumları dışında herhangi bir dini bu şekilde kabul etmesi olası değil. Ve –hiç kuşkusuz çoğu insanın samimiyetle doğruluğuna inandığı– altmış yıl öncesinin Hristiyanlığı hiçbir insanın –hayalgücü veya insanlıktan yoksun olmadıkça– doğruluğunu arzulamayacağı türdendi. Günümüz Hristiyanlığı büyük oranda hala bu türdendir. Ama her yıl nispeten daha da güçlü hale gelen Hristiyanlık anlayışının çok farklı olduğunu inkâr etmek tuhaf ve haksız olacaktır. Onun evrene bakışı, bize evreni iyi olarak adlandırma salahiyetini veren bir bakıştır. Sorgulama riskine girmeden bunu neden alıp kabul etmeyelim?
Şayet bunu yapamıyorsak, bu problemlerle neden kendimizi sıkıntıya sokuyoruz? Gördüğümüz şu dünya, bizimki gibi kısa yaşamları işgal etmeye yetecek kadar büyük değil mi? İyinin tadının çıkarmayacak mıyız, onu çoğaltmaya ve paylaşmaya çabalamayacak mıyız ve ardında, ötesinde ve belki de üzerinde ne olduğuna dair hiçbir soru sormayacak mıyız?
Bazıları yine de hakikatin peşinden gider. Peki bu kimselerin ödülü ne mi olacak? Bu soruya Spinoza hakkında layıkıyla yazılmış olan satırlarla cevap verebiliriz: “Doğru ve korkusuz insanların işitmeyen kulaklara vaaz ettiği şey bile budur. Hakikati ara ve korkma: önce kendisi için ve sadece bunun için; hakikatin kendisi ödülündür; ne günlerin uzunluğu ne de insanların vadesiyle ölçülemez bir ödül.”3Frederick Pollock, Spinoza: His Life and Philosophy, Böl. ix.
Çok güzel ve doğru olsa da hakikatin tamamı değil. Hakikat bilgisinin kendisi büyük bir ödül olsa da yegâne veya en yüce iyi değildir. Dostum acı çekiyorsa veya ayrı düşmüşsek, evren değersiz veya değersizden de beterse; hiç olmazsa kötülüğü açıkça gördüğümü bilmek yeterli bir teselli değildir.
Peki öyleyse hakikat arayışının ödülü daima hakikat midir? Daima değil, çünkü hakikate varan birileri varsa ötekiler varamamış demektir. Arayışın ödülünün, arayıştan başka bir şey olabileceğinden emin miyiz?
Bir zamanlar daha kutsal bir arayış için verilmiş olandan başka bir şey sunabilir miyiz?
Gel – acı çekeceksin ve sonunu göremeyeceksin!
Gel – korkacaksın, gökyüzünün bulutlanmasının ortasında!
Gel – değişeceksin, çünkü uzağa gidiyorsun!
Gel – açlığın ve susuzluğun ortasında tacın olmayacak,
Ama…
Şiirin4William Morris, Love is Enough. bu kısmında durmalıyız, ardından sıralanan vaatten önce. Açlığımızın ve susuzluğumuzun tacı, açılan gökler ve Tanrının Cemali olabilir. Belki de açlık ve susuzluğun kendisinden başka bir şey olmayabilir.
Belki de tüm bunlar büyük bir teşvik değil ve belki teşvike de hacet yok. Eyyamcının şaraba, aşığın maşuka duyduğu özlem kadar basit, mutlak ve kudretli bir özlemle hakikati arzulayanlar var. Arayacaklar, çünkü aramak zorundalar. Bizim arayışımız başladı.
Notlar
(1) Yeni Zelanda Üniversitesi
(2) Memoriam.
(3) Frederick Pollock, Spinoza: His Life and Philosophy, Böl. ix.
(4) William Morris, Love is Enough.
Orijinal Başlık: Dare to Be Wise
Yazar: John Ellis McTaggart
Türkçeye Çeviren: Bekir Demir
Editör: Merve Turgan
* “Dare to be wise”, London 1910; 8 Aralık 1909’da Cambridge “Heretics” Society’ye sunulmuştur. Türkçe başlık düzenlenmiştir. (Çev.)