Didier Eribon’un sosyolojik bir metin olarak kaleme aldığı Reims’e Dönüş ile Edouard Louis’nin otobiyografik romanı Babamı Kim Öldürdü? kitapları benzer yaşam öykülerinin benzer sıkışmışlıklarını, karşıtlıklarını ve izleklerini barındırıyor. Louis, hocası olan Eribon’un hayatından hayli etkilenmiş. Şüphesiz benzer yaşam çizgilerine sahip olmalarının bunda payı büyük. Bunu destekleyecek şekilde Reims’e Dönüş kitabının Şule Çiltaş çevirisiyle Tellekt yayınlarından çıkan arka kapağında da Edouard Louis’nin şu sözlerine yer verilmiş:
Bu kitap beni çok etkiledi. Hayatımın hikayesini okuduğumu hissettim.
Neredeyse bu iki yazar aynı babaya sahip kardeşler gibi. Çözümleri, yorumları, tutumları ve öfkelerine kadar aynı ruh hali içindeler. Sadece nüans düzeyinde farklılıklarla geçirdikleri süreçler var. İki kitapta da “yoksul babalarımızın” homofobiyi bir fobi değil hayatın olağan hali gibi gördüğüne şahitlik ediyoruz. Edouard Louis, son kitabı Değişmek’te “Didier” bölümünde ona olan hayranlığını ve yer yer kendi içinde oluşturduğu kıskançlığın sebebini de birtakım benzerliklerde buluyor. Aynı hayat, aynı kimlik arayışı, aynı ailevi süreçler… Ve bunların sonucunda aynı içtenlikle yazılmış öz yaşam öyküleri. Edouard Louis’in bugüne dek yazdığı “otobiyografik” kitapların minik bir özeti gibi Reims’e Dönüş.
İki yazar da işçi sınıfına mensup yoksul ailelerden geliyor. İki kitap da “sola” oy vermesi gerekenlerin solla aralarında nasıl bağ kurulamadığını anlatıyor bize. Erkeklik olarak karşımıza çıkan ve homofobi ile cisimleşen o iktidarı iki yazar da görünür kılıyor.
Yazarlarımız doğdukları yerlerden, evlerinden uzaklaştıkça hem babalarından hem de onların hayatlarına çökmüş bir cellat gibi varlığını hissettiren homofobiden kurtuluyorlar. O yüzden de “Reims’e dönmek” onlar için büyük bir hesaplaşma oluyor. İki yazar da işçi sınıfına mensup yoksul ailelerden geliyor. İki kitap da “sola” oy vermesi gerekenlerin solla aralarında nasıl bağ kurulamadığını anlatıyor bize. Erkeklik olarak karşımıza çıkan ve homofobi ile cisimleşen o iktidarı iki yazar da görünür kılıyor. Peki kitaplar bize istemeden de olsa yoksul erkeklerin homofobisini anlatıp bundan mı dert yanıyor? Çünkü özellikle Edouard Louis çocukluk anılarında sınıfından mahallesine kadar her yerde bu belayla karşı karşıya geliyor. Kendi sınıfından yoksul çocuklar, kimlik mücadelesi veren bir çocuğa yapılabilecek en ağır eziyetleri ediyor. Yoksullukla geçen bir çocuklukla gelişen bu hikâye “ait olunan yerden” uzaklaştıkça daha makul anılara bırakıyor kendini.
Yoksulluk ve Homofobi: Ancak Bir Benzerim Öldürebilir Beni
Pierre Bourdieu, habitus kavramıyla bireylerin içinde büyüdükleri toplumsal koşullar tarafından şekillenen ve davranışlarını, düşüncelerini, algılarını yapılandıran bir yatkınlık sisteminden bahseder. Eribon ve Louis’nin babalarının mensubu oldukları işçi sınıfının sosyoekonomik koşulları ve kültürel sermayesi tam da bu konuda bize ipuçları veriyor. İşçi sınıfını anlatmaya gerek yok; kıt imkanlar, güvencesiz bir yaşam, toplumsal tabakada en alta itilmiş olmanın güçsüzlüğü, sınıfsal aşağılanma… İşçi sınıfının habitusu bu “yoksunlukla” iç içe ilerliyor. Bu habitus, istemeden dışarıya karşı bizi daha sert bir kabuk geliştirmeye zorluyor. Belli kurallara, normlara daha sıkı sıkıya bağlı kalıp, “biz” dışındaki “öteki” kampa şüpheci olmayı gerektiriyor. Şüphecilik ise bir adım sonra nefreti. İki babaya da sorsak kendilerini homofobik olarak tanımlamazlardı muhakkak. Takındıkları tutuma nefret demelerine imkân yok, habituslarında böyle bir gündem yok. Didier Eribon, babasının homofobisini “sınıfsal ve ideolojik” olarak adlandırıyor:
İlk cinsel deneyimlerimi de önce kürek kulübünden iki çocukla, sonra sınıfımdaki bir çocukla yaşadım. Ama bahsettiğim Troçkist örgüttekilerle değil. Komünist Parti’ye ya da Maocu hareketlere egemen olan homofobiye kapılmamış olsa da Troçkist militanlık temelde heteroseksistti ve her hâlükârda eşcinselliği pek hoş karşılamıyordu.
Bu muhafazakarlık, işçi sınıfının, kendi toplumsal konumunu ve erkeklik imgesini güvence altına alma çabasıyla doğrudan ilişkilidir. Heteronormativite, işçi sınıfı erkekleri için bir tür sosyal sermaye işlevi görür; cinsiyetçi ve homofobik söylemlerle, kendi erkekliklerini ve toplumsal hiyerarşideki yerlerini sağlamlaştırdıklarına inanırlar. Eribon’un babası için eşcinsellik, sadece kişisel bir “sapma” değil, aynı zamanda “normal” ve “saygın” addedilen işçi sınıfı kimliğine bir tehdittir. Homofobi toplum içinde “düzenin” sürmesi anlamına geliyordu. Bunun aksi hareket “düzen” dışıydı.
Édouard Louis ise, babasının homofobisini daha keskin bir şekilde kapitalist sistemin ve onun yarattığı sistematik aşağılanmanın bir sonucu olarak konumlandırır. Louis’nin babasının şiddeti ve homofobisi, onun “kırılganlaşmış erkekliği”nin bir dışavurumudur. İşçi sınıfı erkeklerinin, fabrikalarda bedenlerini tüketerek, güvencesiz işlerde sömürülerek yaşadıkları travmalar, kendilerine dayatılan “erkeklik” mitini sürdürme baskısıyla birleşince, bu travma çoğu zaman en zayıf halka olarak gördüklerine, yani kadınlara, eşcinsellere ve kuirlere yönelen şiddete dönüşür. Kısa zaman önce sosyal medyada Edouard Louis’nin “Erkeklik fakirlerin zenginliğidir” başlıklı videosu yayıldı. Edouard Louis orada meselenin bu konudaki özünü anlatıyor:
Erkeklik fakirlerin zenginliğidir. Dünya her şeyinizi elinizden aldığında size kalan tek şeydir. Dolayısıyla şiddete dayalı erkek kültürünün kenar mahallelerde neden daha yaygın olduğunu anlayabiliyoruz. Örneğin Latin Amerika’nın kenar mahallerinde… Bu insanların sahip oldukları tek şey şiddet. Benim ağabeyimin de sahip olduğu tek şey şiddete dayalı erkeklikti. Hayatta mağduru olmadığı tek şeydi. Burada bir sorun var. Çünkü dünyanın ona verdiği tek güç, erkekliğini kullanarak ötekileri yok etme gücü. Ötekilere zarar vermek. Bu da demek oluyor ki erkeklik dünyayla ilişkili bir şey. Erkeklik kendi başına var olabilecek bir alan değil.
Belki de sosyal yardımları artırsak, maaşları artırsak, hastaneleri iyileştirsek, okulu daha iyi bir hale getirirsek insanların elinde belki erkeklikten başka bir şey olurdu. Ona böyle sıkı sıkıya tutunmazlardı. Şunu söylemek için ellerindeki en son araç erkeklikleri olmazdı: Ben bir hiç değilim. Yalnızca bir mağdur değilim. Ben de güçlüyüm.
Bu sebeple Louis, babasının homofobisini, “kapitalist düzene karşı duyduğu öfkenin yanlış bir yöne kanalize edilmesi” olarak okur. Ayrıca bunda tek suçlunun babası olmadığını ima eder. Burada yoksulluğun doğrudan homofobiye değil aslında “kırılgan” bir erkekliğe yol açtığını görürüz. O erkeklik de heteronormatif bir dünya kavrayışıyla “erkek” harici her şeye mesafeli ya da saldırgandır. Babalarının kendileriyle ilgili “Bir sorun mu var? O neden böyle oldu?” diye annelerine fısıldayışlarını yakaladıkları gün ve gecelerde babalar daha çok “neden eşcinsel olduklarıyla” değil, neden “normal” bir erkek olmadıklarıyla ilgilidir.
Babalık Figürü: Toplumsal Yeniden İnşa
Didier Eribon’un ve Édouard Louis’nin kitaplarında baba figürü, sadece bir aile büyüğü değil; çocuğun dünyayı anlamasında, kimliğini kurmasında önemli bir yer tutan bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Ama her iki yazarın babası da çocukları için güçlü, yön gösteren, güven veren bir baba olamamış. Bunun en büyük nedeni ise yaşadıkları yoksulluk, toplum tarafından hor görülmeleri ve bunun getirdiği kırılganlık. Bu durum, onların çocukları üzerindeki etkilerini de zayıflatmış.
Eribon, babasını içe kapanık ve inatçı tavırlarıyla duygusal açıdan uzak biri olarak hatırlıyor. Anlaşılacağı üzere, bu yokluk fiziksel değil, duygusal bir yokluk. Eribon’un eşcinselliği babası tarafından hiç var olmamış gibi yok sayılıyor. Bu da Eribon’un kimliğini oluştururken bir boşluk hissetmesine neden oluyor. Yine de zamanla babasının da aslında toplumun baskısıyla ezildiğini ve bu yüzden bu kadar sert biri olduğunu fark ediyor. Bu fark ediş, ona hem bir anlayış hem de bir empati kazandırıyor. Babasını sadece katı ve sevgisiz biri olarak değil, yaşamın zorlukları karşısında çaresiz kalmış biri olarak da görmeye başlıyor. Babasının onun eşcinselliğini görmemesi gibi o da zamanla babasının imgesini yitiriyor. Hem fiziksel hem de duygusal olarak. Annesi ile arasında geçen, babasını tanıyamadığı diyaloğu şöyle anlatıyor:
“Kim bu?” diye sordum anneme. “Fakat … o senin baban, onu tanımadın mı? Uzun zamandır onu görmediğindendir” diye cevap verdi. Aslında ölümünden bir süre önce çekilen bu fotoğrafta babamın farkına varmamıştım. Zayıflamış, kuruyup kalmış, bakışları yitmiş, müthiş yaşlanmıştı ve bu çökmüş bedenin görüntüsünü, daha önce tanıdığım, her lafa bağırıp çağıran, aptal ve öfkeli, bende daha çok nefret uyandıran adamla birleştirmem birkaç dakikamı aldı.
Louis’nin anlattığı baba ise, şiddet uygulayan ve eşcinselliği aşağılayan biri. Ancak Louis bu durumu sadece kötü bir karaktere bağlamıyor. Babasının yıllar boyunca fiziksel olarak yorulmuş, ruhen tükenmiş bir işçi olduğunu gösteriyor. Onun bedeni, fakirliğin ve sömürünün izlerini taşıyor. Bu yüzden baba artık güçlü ya da koruyucu biri olmaktan çıkmış, çökmüş bir figüre dönüşmüş. Louis, babasına duyduğu öfkeye rağmen, onun yaşadıklarına karşı bir tür acıma ve şefkat de hissediyor. “Babamı kim öldürdü?” sorusu bedensel bir yok oluştan ziyade, sistemin onu nasıl yıprattığını sorguluyor. Babasını ölüme götürenin neler olduğunu anlatıyor. Çünkü babasını öldüren şeyin Fransa’da her geçen gün yoksullar, işçiler, ezilenler aleyhine genişleyen kapitalist devlet anlayışı olduğunu fark etmişti.
Her iki kitapta da babalar, yazarların kimlik arayışları sırasında karşılaştıkları büyük bir engel olarak karşımıza çıkıyor. Babalar, hem erkekliğin toplumda dayattığı katı kuralları temsil ediyor hem de bu kuralların onları nasıl ezdiğini gözler önüne seriyor. Bu yönüyle babalık, sadece aile içinde değil, toplumda da erkekliğin ve otoritenin nasıl şekillendiğini ve değiştiğini gösteriyor. Babalar, çocuklarına sadece davranış değil, aynı zamanda yaşadıkları travmaları ve direnme biçimlerini de aktarabiliyor. Fakat bu aktarım her zaman kolay ya da olumlu olmuyor; bazen büyük kırılmalara, çatışmalara neden oluyor. Zamanla değişen koşullar ve bireylerin kimliğini bulma çabası, babalık anlayışını da sürekli sorgulamaya ve dönüştürmeye zorluyor.
Bu iki kitap, homofobinin kökenlerini sadece bireysel önyargılarda değil, aynı zamanda toplumsal sınıfın, kültürel sermayenin ve kapitalist sistemin yarattığı kırılganlıkların karmaşık yapısında arıyor.
Sonuç: Sınıf, Cinsiyet ve Kimlik Arasındaki Bunalım
Didier Eribon’un Reims’e Dönüş ve Édouard Louis’nin Babamı Kim Öldürdü? kitapları, “Yoksullar homofobik midir?” gibi bir soruya sorulduğu biçimde genellemeci bir yanıt vermiyor. Bunun ötesinde, iki kitap da derinlemesine sosyolojik bir bakış açısı sunuyor. Bu iki kitap, homofobinin kökenlerini sadece bireysel önyargılarda değil, aynı zamanda toplumsal sınıfın, kültürel sermayenin ve kapitalist sistemin yarattığı kırılganlıkların karmaşık yapısında arıyor. Babalık figürü, bu karmaşık ilişkinin merkezî bir noktasını oluşturuyor: Hem toplumsal normların taşıyıcısı hem de bu normların kendi üzerindeki yıkıcı etkilerinin bir göstergesi olarak beliriyor. Biz iki kitapta da sadece bireysel travmaların hikayelerini okumakla kalmaz, aynı zamanda toplumsal yapılarla bireysel deneyimler arasındaki ilişkinin diyalektiğine de şahit oluruz. Homofobiyi ve diğer ayrımcılık biçimlerini anlamak için yalnızca bireysel davranışlara değil, bu davranışları şekillendiren yapısal eşitsizliklere, kültürel kodlara ve psikanalitik dinamiklere de bakmamız gerektiğine dair göndermelere rastlarız. Baba ile barışılan ya da uzlaşılan anlarda da bu iki eser de sınıf mücadelesinin aynı zamanda bir var olma mücadelesi olduğunu ve babalık kavramının hem homofobiyi yıkabilecek bir kurtuluşun hem de baskının potansiyel bir alanı olabileceğini güçlü bir şekilde ifade eder. İki yazar, babalarının “oğullarıyla” gurur duydukları küçük anlarda özgüvenlerini anlatırken; aynı babaların eşlerine yönelttikleri “O niye böyle?” sorularıyla yaşadıkları sarsıntıları aktararak hem kurtuluş ihtimalini hem de bu yıkıcı baskıyı açığa çıkarıyor.
Ancak homofobiyi yalnızca işçi sınıfına veya yoksullara ait bir mesele olarak görmek yanıltıcı olur. İşçi sınıfının homofobisinin kaynağı, kapitalist sistemin yarattığı üretim ilişkilerinin sonucuydu. Bu nedenle bu durum işçi sınıfına özgü bir konu değil. Aynı üretim ilişkileri burjuvazinin de heteronormatif bir yapıya bürünmesine neden olmuştur. Bu bağlamda, homofobi yalnızca belirli bir sınıfın değil, kapitalist sistemin kendisinin ürettiği bir olgu olarak karşımıza çıkıyor.
Bu yüzden homofobiye karşı mücadeleyi yalnızca bir sınıfa özgü bir mesele olarak ele almak, mücadelenin geniş alanını ve çok katmanlı doğasını gözden kaçırmak olur.
Dolayısıyla Eribon’un ve Louis’nin anlattığı hikâyeler sınıfsal bir arka plan sunsa da homofobiyi anlamak için sınıflı toplumun içindeki toplumsal cinsiyet rollerini, iktidar biçimlerini ve kültürel kodları çok daha geniş bir çerçevede ele almak gerekir.