Yanıp kül olan bir dünyada doğa politikaları nelerdir? Doğa, kendi hakları verilerek daha güçlü bir şekilde mi korunmalı yoksa yeni değerler yaratarak farklı bir şekilde mi tepki verilmeli? Ya da sahipleriyle doğrudan yüzleşerek etkin bir şekilde toplumsallaştırılmalı mı? İlerleyen sayfalarda dönüşümün klasik sosyalist görüşünü savunmakla birlikte onu tamamen yeni, ekolojik bir bağlamda kullanarak bu üçüncü seçeneği savunuyor ve gerekçelendiriyorum. Bir iş yerinden farklı olarak doğa, basit bir şekilde çalışanlarıyla ele alınamaz ve demokratik öz-yönetim altında yürütülemez. Doğa sadece üretimin bir diğer unsuru, uyarlanacak bir girdi ve belirlenecek bir değer değildir; var oluşumuzun koşulu ve sınırıdır, Marx’ın tanımladığı üzere “inorganik bedenimiz” ve kendimizin dışındaki kendimizdir.1Marx-Engels Collected Works (MECW) Volume 3, p. 276. Doğa kavrayışları üzerine bkz. Lorraine Dalston, Against Nature (MIT Press, 2019). Bu nedenle doğayı toplumsallaştırmak kendimizi de dönüştürecektir.
Bu iddiayı açmak için, ekolojik kriz bağlamında doğayla ilişkimizi olumlu bir şekilde dönüştüren üç stratejiyi ortaya koyacacağım. Doğanın yasalaştırılması diye adlandırdığım birinci strateji, ekosistemleri kurtarmak için özel yasaların gücünü ileri sürmeye çalışan popüler birçok girişimi tanımlar. İkinci strateji doğayla, tabiatla ve genel olarak biyosferle ilişkili yeni ahlaki kavramlar, çerçeveler ve değerler yaratma çalışmalarını kapsar. Buna, doğanın ahlakileştirilmesi diyorum. Üçüncüsü, doğal dünya ile ilişkimizi yöneten temel mülkiyet ilişkileri ve ekonomik yapıları sorgulayan kolektif işleri içerir. Bu strateji, doğanın toplumsallaştırılması olacak. İlk iki strateji belirli ekosistemleri korumak ve onlara karşı davranışlarımıza daha iyi yön vermek için güçlü araçlar sunsa da, uygulamada sınırlı kalır ve nihayetinde doğanın yağmalanmasına ve tahrip edilmesine neden olan ekonomik zorunluluklara karşı koyamaz.
Bu ilk iki stratejinin başarılı olması için, kendi şartlarıyla bile, kendilerini aktif bir toplumsallaştırma projesinin ötesine doğru çekmek zorunda olacaklardır. Bir başka ifadeyle, sadece doğanın toplumsallaştırılması bu gezegende birlikte daha az “yanlış bir şekilde”2Bkz. Adorno, Minima Moralia. “Yanlış yaşam doğru bir şekilde yaşanmaz” (“Es gibt kein richtiges Leben im falschen,” §18, (Verso: 2005); daha az yanlış yaşam konusunda bkz. Fabian Freyenhagen, Adorno’s Practical Philosophy: Living Less Wrongly (Cambridge University Press, 2013). yaşamanın asgari vaatlerini yerine getirebilir.
Doğayı Yasalaştırmak
Doğanın yasalaştırılması modern toplumların yasal mimari ile doğayı entegre ederek karmaşık ekosistemleri, nesli tükenmekte olan türleri, yaban hayatını, su kaynaklarını, flora ve faunayı koruma yöntemlerini yaratmak için süregiden girişimlerin adıdır. Bunları yapmanın başlıca yolları arasında doğaya yasal bir kişilik statüsü tahsis etmek bulunur ve böylelikle özel hukuk kurumları ekosistemleri sürdürülemez uygulamalardan korumak için tüm güçleri sonuna kadar kullanılabilir. Önemli bir şekilde yasanın bu durumlarda kullanımı, ormanları köylüler için korumak için veya toksik atık, kirlilik ve bunun gibi hususlara karşı çıkan hukuki davalar, çevre davaları değildir; bunlar özünde doğaya zarar verme kurbanlarının, onu kullanan insanlar olduğunu varsayan insan merkezli stratejilerdir. Ekosistemlerinin dengesinin bozulduğu tehlikeli iklim değişikliği çağında, ahlakileştirme iddiasının öne sürdüğü gibi, sadece insanların çıkarları noktasından değil, doğanın kendi bakış açısından da anlam içeren yeni bir yasal stratejiye ihtiyaç vardır.
Bu stratejinin amacı, yöneticiler, danışmanlar veya mahkemelerdeki mütevelliler tarafından savunulabilecek, uygulanabilir yasal haklar tanımaktır. “Dünya Hukuku” Yeni Zelanda, Şili, Ekvador ve Bolivya’daki yerli topluluklar genelinde ve bunların yanında Amerika, İsveç, Avustralya, Kolimbiya, Kanada ve daha birçok farklı ülkedeki3Doğa hakları hareketinin anlaşılır ve eleştirel bir genel değerlendirmesi için bkz. David Boyd, The Rights of Nature: A Legal Revolution That Could Save the World, Toronto 2017; Craig M. Kauffman, Pamela L. Martin, The Politics of Rights of Nature. Strategies for Building a More Sustainable Future, Cambridge, MA 2021; Mihnea Tănăsescu, Understanding the Rights of Nature. A Critical Introduction, Bielefeld 2022. yerel kurallar çapında farklı şekillerde yer alıyor. Düşünce basit: Eğer bir şirket gibi yapay bir varlığa yasal bir kişilik ve böylelikle en iyi çıkarları doğrultusunda böyle davranma zorunluluğu olan insan tarafından temsil edilebilen yasal bir konum atfediliyorsa, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, o halde aynı statü bir ağaca, bir nehre veya bütün bir ormana neden verilemiyor? Kulağa tuhaf gelmesine rağmen, doğaya haklar tahsis etme (insan dışındaki öznelere haklar bağışlama) stratejisinde ahlaki veya yasal olarak çelişkili bir şey yoktur, çünkü bu bizim çeşitli ekonomik nedenlerle insan olmayan diğer öznelere sürekli yaptığımız şeydir.
Hangi haklar özellikle bağışlanır? Bu özel durumlara bağlıdır ama genel olarak var olma, yayılma, iyileşme ve gelişme haklarını içerir. Daha da önemlisi bazıları için hepsinden daha güçlü hakkı da ayrıca içine alır: mülkiyet hakları. Doğa durumunda bu, mesela bir derenin, bir sıradağın veya bir yaban domuzu türünün veya bir bataklığın kendi kendisinin sahibi olma hakkını ima eder. Tüm bu doğal varlıklar özel hukukun standart öznel hakları kullanarak bile kendilerinin “sahipleri” olarak kolay bir şekilde kavramsallaştırılabilir. Avukatlar en az 50 yıldır, Christopher Stone’un 172 yılında yayımladığı ağaçların statüye sahip olmadığı konusundaki klasik makalesinden4Christopher D. Stone “Should Trees Have Standing? – Towards Legal Rights for Natural Objects.” Southern California Law Review 45 (1972): pp. 450-501. beri bu kavram üzerinde çalışıyorlar. Önemli olan şu ki, bu stratejiyi takip etmiş olan sadece Batı mahkemelerindeki çevre avukatları değildir. “Doğa hakları” veya “doğanın kendi kendisinin sahibi olması” düşüncesinin dünya çapındaki yerel topluluklar ve kozmolojiler içerisinde daha derin kökleri vardır, örneğin Pachamama, buen vivir ve Te Awa Tupua ‘nın ekolojik-dini kavramlarında.5Doğa haklarını temellendirmek için farklı değer sistemleri konusunda bkz. Stefan Knauß, “Conceptualising Human Stewardship in the Anthropocene: The Rights of Nature in Ecuador, New Zealand and India”. J Agric Environ Ethics 31, pp. 703-722 (2018). Rhomir S. Yanquiling, Gabriela Cuadrado-Quesada, Susanne Schmeier, “Exploring the rights of nature in freshwater and marine ecosystems”, Earth System Governance Volume 22, December 2024. Ayrıca bkz. Boyd 2017; Tănăsescu 2022.
Bu fikirler genellikle evrenin doğasına, varlığın ve yaşamın nihai kaynaklarına ve insanların bakıcı olarak rollerine ilişkin belirli dini, metafizik ve epistemolojik bakış açılarıyla beraber örneğin Quechua, Aymara veya Maori halkları arasındaki belirli zaman, mevsimsellik ve döngüsellik anlayışlarıyla bağlantılıdır. Bu kavramlar nehirler ve ormanlar gibi doğal nesnelere yasal haklar tahsis etmek için çeşitli şekillerde kullanılmaktadır, örneğin 2008 Ekvador anayasasında, 2017 yılında Yeni Zelanda parlamentosunda ve diğer başka yerlerdeki birçok durumda. Ancak bu iddianın “Batılı” çerçevelere tahakküm eden liberal versiyonu, alternatif yerli kozmolojilere değil, kurulu modern hukukun kendisinin –yayın bir şekilde özel hakların– epistemolojik çerçevesine dayanır. Bunun nedeni, özel mülkiyet haklarına esas olarak liberal kapitalist toplumlarda değer verilmesi ve sadece bu haklarının diğerlerini hak iddialarını savunabilmesidir.
Özel hukuku doğa adına güçlendirmek mülkiyet hukuku, sözleşme hukuku ve haksız fiil hukukunun bütün savunma kaynaklarını canlı doğayı yok etmek yerine savunmak için kullanmak, kısaca ateşe ateşle karşılık vermek anlamına gelir. Bir maden şirketinin yatırımcıları için büyük bir ekonomik değer taşıyan ancak kendisi için güçlü mülkiyet haklarına sahip olan bir orman ekosisteminin bir maden şirketi tarafından yok edilmesini başka ne durdurabilir? Yani, belirli bir ormanın haklarını ve onun çok çeşitli canlı evreninde yaşayanları savunmak için güvene dayalı işler yüklenmiş vakıf yöneticileri tarafından savunulduğu gibi, ormanın kendi çıkarları olduğu yerde duruyor.
Şu ana kadar yasallaştırma stratejisine dair her şey çok iyi. Ancak bu yaklaşımın doğasında potansiyel birçok tuzak bulunmaktadır. Doğanın kendi (mülkiyet) haklarını geliştirme taraftarı önde gelen bir avukatın sözleriyle, tuzaklardan bir tanesi şu şekildedir:6Karen Bradshaw, Wildlife as Property Owners (Chicago, 2020), p. 3.
Daha önce dışlanan bir grubunun mülkiyet haklarını genişletmek mevcut mülkiyet yapısını değiştirmez. Mevcut toprak sahipliği, mülkiyet sınırları, hayvanları dışlama hakları ve mülkiyet kayıt sistemleri benim teklifimin kapsamında hiçbir şekilde değişmeden kalır. Hakları genişletme bir yeniden dağıtım konusu değildir, hiç kimse toprağı veya mülkiyeti mevcut sahiplerinin elinden alamaz.
Bir diğer ifadeyle, bu görüşe göre dünya tamamen olduğu gibi kalır: Mülkiyet kapsamında bir değişiklik olmaz, sahipliğin yeniden dağıtımında da bir değişiklik olmaz. Gerekli olan tek şey, yeni bir hakkın eklenmesidir; fosil yakıtlarının, gayri-menkul geliştiricilerinin, varlık yönetim firmalarının ve palmiye yağı şirketlerinin muazzam çıkarlarına karşı koyacak kadar güçlü olması amaçlanan bir hakkın eklenmesi. Ancak mülkiyet ilişkilerini değiştirmeden mevcut politik-ekonomik çerçeve içerisine sorunsuz bir şekilde uyan herhangi bir doğa politikası, pratikte başarısızlıkla son bulacaktır. Örneğin, ormanın hakları ile ekonomiye istihdam, kalkınma ve değer katması beklenen kalkınma projelerinin mülkiyet sahiplerinin hakları arasındaki bir çatışmayı düşünelim. Üstelik koruma ihtiyacındaki doğal dünyanın büyük çoğunluğu zaten özel mülkiyet olarak var olur. Bu çatışan hakları nasıl uzlaştırabiliriz?7Bu sorunların üstesinden gelen doğa haklarına dair bir öneri için bkz. Tilo Wesche, Die Rechte der Natur (Suhrkamp, 2023). Bazı davalar gerçek kişilerin hakları lehine karar verilebilse de bu pek garanti edilemez ve kararlar nihayetinde mahkemelerin yetkisine devredilir.
Ayrıca, doğaya haklar bahşetmek doğal sermayede, ekosistem hizmetleri veya biyoçeşitlilik bankaları aracılığıyla yeni varlıkların yaratılmasıyla sağlanabilir. Bu AB, IMF, Dünya Bankası ve yüzlerce sivil toplum kuruluşu tarafından desteklenen yeşil sermayenin hali hazırda fazlasıyla övülen stratejisidir. Katharine Pistor ve Adrienne Buller tarafından gösterilmiş olduğu gibi, böyle bir stratejiyle ilgili sorun, yasal olarak yeni varlıklar oluşturmaya yönelik her bir girişimin altta yatan sorunla yüzleşmeden kaynak yaratmanın yeni biçimlerine yol açması ve belirtilen doğal “varlıkları” koruma amacına çoğunlukla ulaşamamasıdır.8Katharina Pistor, The Code of Capital (Princeton, 2019); Adrienne Buller, The Value of a Whale: On the illusions of green capitalism (Manchester University Press, 2022).
Üstelik, doğaya ekonomik değer verilmesi, tek bir sayıya veya dolar değerine her zaman indirgenemeyecek ekonomik olmayan değerlerin çoğulluğunu inkâr eder. Belirli türleri, hizmetleri veya durumları yaşam ilişkilerinin ekolojik bağlamından ayırmak, organik ve simbiyotik iç içe geçmişliklerini değersizleştirerek onları oldukları şeyden koparmak anlamına gelir. Bu tür değerlendirmeler ekosistemlere yapılan zararları artırabilir ve içkin bir şekilde politik veya etik olan sorunları tarafsızca çözüyor gibi görünebilir9Sylvain Maechler, Valérie Boisvert, “Valuing Nature to Save It? The Centrality of Valuation in the New Spirit of Conservation” Global Environmental Politics (2024) 24 (1), pp.10–30.. Asgari müdahale şeklinde anlaşılan “verimlilikleri” bile uygulamaya konulmak için güçlü bir düzenleyici devlet gerektireceğini düşünürsek şüphelidir. Bu nedenlerden dolayı, doğanın yasallaştırılması sürdürülebilirliğin desteklenmesi, emisyonların azaltılması, ekosistemlerin korunması ve toprakla olan ilişkimizin dönüştürülmesi için oldukça sınırlı bir stratejidir.
Doğayı Ahlakileştirmek
Eğer yasal stratejiler İçinde yaşadığımız sonu gelmeyen ekolojik ve toplumsal felaketleri, hızlandırmak yerine, gerçekten yavaşlatabilecek bir şekilde doğayı politikleştirme işi için yeterli değilse, ne tür alternatifler mevcuttur? Doğayı yasallaştırmak açıkça bir ahlaki vicdan içeriği olmayan, ne yapılması gerektiğine dair bir görüşe kılavuzluk etmeden bütünüyle biçimsel bir stratejiyi yansıtır. Buna alternatif olarak, doğayı ahlakileştirmek ne anlama gelir? Bir yandan doğaya belirli bir ahlak felsefesi aracılığıyla ahlaki değer ve önem atfedilmesi anlamına gelebilir. Kapitalizm koşullarında doğaya atfedilen “değer”in başlıca biçimi onun ahlaki değil, değişim değeridir. Çünkü, doğayı kendimize mal etmemize şekil veren değişim değeri ahlaki değildir. Bu yüzden doğanın herhangi bir şekilde ahlakileştirilmesi doğal çevreyi, etrafımızdakilere karşı gerçek görev ve sorumluluklar sağlayabilecek normatif bir çerçevenin içerisine dâhil etmeli ve onları sömürü için arka plandaki koşullar olarak göz ardı etmemelidir.
Bu, doğaya ilişkin faydacı bir ahlaki vizyonla hareket etmek anlamına gelebilir, yani ne olursa olsun, belirli bir doğal çevre veya ekosistemden en iyi şekilde yararlanmak amacıyla bu çevre veya ekosistemle ilişki kurmak. Bu, doğanın değerine ilişkin manevi bir anlayışla hareket etmek anlamına gelebilir: “estetik güzelliği, ‘yaşayan’ doğayı, kişisel deneyimi ve teolojik yükümlülüğü” vurgulayan bir anlayış. Son olarak, canlı ekosistemin kendisinin içsel değerine ve bütüncül, birbirine bağlı gelişimine odaklanan biyosentrik bir değer anlayışına sürükleyebilir.10Alıntı ve her üç görüş de Justin Farrell’ın Yellowstone parkına ilişkin etnografisinden alınmıştır, The Battle for Yellowstone Park (Princeton, 2015), p.36.
Ancak doğayı ahlakileştirmeye yönelik yaklaşımların tümü, mevcut olan çok sayıdaki ahlak felsefemizden birine tabi kılınması anlamına gelmez. Bunun yerine doğayı korumanın bir yolu, ona yönelik yeni değerler üretmek olabilir. Birkaç isim vermek gerekirse çevreci düşünürlerden Paul Taylor ve Dale Jamieson’un “doğaya saygı” kavramı, “doğanın özerkliği” iddiaları, biyosentrik eşitçilik, doğal gelişme ve gezegen sınırları dâhil bu tür birçok düşünce öne sürüldü.11Bkz. örneğin; Paul Taylor, Respect for Nature: A Theory of Environmental Ethics (Princeton, 2011); Dale Jamieson, “Loving Nature”, Journal of Aesthetics and Art Criticism 76 (4):485-495 (2018); Thomas Heyd (ed.), Recognizing the Autonomy of Nature: Theory and Practice (Columbia, 2005); Thomas Berry, The Great Work: Our Way into the Future (Crown, 2000). Val Plumwood, Feminism and the Mastery of Nature (Routledge, 1993). Bu değerler doğal çevreye yönelik bakım, ilgi ve yönetim anlayışlarını kapsayabilir, bir küçülme etiği veya yerlilerin yaşam biçimlerine dayanan ya da onlardan esinlenen alternatif bir epistemolojiyi savunabilir. Bu yaklaşımlar yasama, topluluk savunması, politik savunuculuk, toplumsal hareket ve doğrudan eylem yoluyla kaynakları ve balta girmemiş ormanları korumayı, bozulmuş ekolojilerle ilgilenmeyi, hayvan türlerini zarardan ve yok olmaktan kurtarmayı gerekli kılabilir.
Kısacası, doğayı ahlakileştirmenin amacı hem biz hem de yaşayan diğer türler uğruna var oluşumuzun tehdit altındaki çevresel koşullarına doğru eylemi yönlendirebilecek normatif ilkeler geliştirmektir. Oysaki günümüzde doğaya, her şeyden önce ahlaki olarak boş muamele ediliyor (her zaman olduğu gibi başka yerlerde kullanılmak için bir kaynak, atık boşaltım çukuru, arka plandaki bir durum olarak) yapılması gereken şey, saygı, ilgi ve bakım görevlerini üstlenerek liberal kapitalist toplumlarda doğanın kendine özgü değerini bir şekilde geri getirmektir. Kişinin kendi benlik algısı üzerinde çok az etkisi olabilecek “dışsal” yasal önemlerin aksine, bu bireylere günlük pratiklerinde rehberlik etmek ve öz kimliklerini değiştirmek için deyim yerindeyse “içsel olarak” benimsenebilecek yoğun bir etik bakış açısıdır. Daha da önemlisi ahlakileştirme, sadece doğaya ilişkin bir eylem değil, kendimiz için de yapılan bir şeydir. Doğayla ilişkimizi değiştirmek tanıma, onaylama, övgü, nefret ve diğer ahlaki duyguların yeni biçimleriyle birbirimize yönelik davranışlarımızı değiştirmektir. Örneğin, yaban hayatı ahlakileştirmek sigara içmeyi veya çöpü ahlakileştirmeye benzer. Ahlaki ölçütlerle daha önce etik açıdan belirlenmemiş olan eylemleri birleştirmenin bir yoludur.
Yasalaştırmada olduğu gibi bu yaklaşımda da önemli sorunlar vardır. Birincisi, bireylerin kendileri tarafından özgürce benimsenen bir ahlaki ilke olarak kendisiyle çelişmesin diye ahlakileştirme herkes için zorunlu görülemez. Yasal ölçülerle zıt bir şekilde ahlaki değerler, güç korkusuyla onlarla aynı doğrultuda hareket etmek yerine, bireylerin benlik algılarında aktif olarak benimsenmelerine bağlıdırlar. Bu, dışarıdan belirli bir normatif yönelimin dayatılamayacağı anlamına gelir; örneğin doğanın özerkliğine saygı duymak, ancak kişi bunu anlamlı olarak kabul ederse işe yarayabilir. Esas konu, doğa için yeni değerler yaratma yaklaşımının tamamının derin bir inanca dayanmasıdır: Bir kez açıkça dile getirilen yeni bir ahlaki değerin başkaları tarafından benimsenmesi sadece umut edilebilir.
İkinci olarak, ahlaki değerleri basit bir şekilde yalnızlaşan bireylerin kendilerini yeni ahlaki bir dünya görüşü içinde düşünmeleriyle seçilemezler, daha ziyade genellikle bu değerlerin ilk etapta telkin edildiği veya dile getirildiği belirli bir grup veya toplulukla bağlantılıdırlar.12Yeni ahlaki kavramların gelişimi üzerine bkz. Matthew Congdon, Moral Articulation: On the Development of New Moral Concepts (Oxford University Press, 2023). Dolayısıyla bu ahlaki görüşler, amaçları evrensel olsa bile, belirli etik topluluklara özgü kalmaktadır. Başka bir deyişle yeni bir doğa değerini ya da Gaia etiğini savunmak başka bir şey; başkalarının buna katılmasını beklemek başka bir şeydir. Bu ahlaki görüşlerin mevcut olduğu bir topluluğun parçası olmadan, bunlara ahlak pazarındaki bir diğer meta dışında bir anlam yüklemek zordur. Birbiriyle rekabet halindeki etik vizyonlara sahip son derece çoğulcu bir dünya bağlamında, doğaya yönelik yeni bir ahlaki yaklaşımın evrensel olarak benimseneceği ihtimaline bel bağlamak, başarıya ulaşması pek mümkün olmayan bir stratejidir.
Doğayı Toplumsallaştırmak
Doğayı yasalaştırmak sadece biçimsel ve dışsal; doğayı ahlakileştirmek de sadece öznel ve içsel kalıyorsa, o halde biçimsel ve öznel olan ile dışsal ve içsel olan yaklaşımları doğayla birleştirebilecek bir başka stratejiye ihtiyacımız var. Doğanın yasalaştırılması kolay bir şekilde içselleştirilemiyorsa ve doğanın ahlakileştirilmesi kolaylıkla evrenselleştirilemiyorsa öyleyse hem içselleştirilebilecek hem de evrenselleştirilebilecek bir başka seçeneğe ihtiyacımız var. Bunu yapabilecek bir doğa politikası var mı?
Benim cevabım evet, böyle bir doğa politikası var: İnsan-dışı doğa ile ilişkimizi demokratikleştirerek ve doğanın bir nesne, bir değer veya değer döngüsü içerisine bir girdi olarak benimsendiği mantığına meydan okuyarak doğal dünya ile ilişkimizi dönüştürmenin hem dışsal hem de içsel boyutlarını temellendirmeyi amaçlayan, siyasal bir strateji olarak doğanın toplumsallaştırılması politikasıdır bu. Doğayı toplumsallaştırmak, üstesinden gelinmesi gereken dışsal bir alan olarak doğa kavrayışımızın halihazırdaki üretimin belirli toplumsal ilişkilerinin bir sonucu olduğunu varsayar. Doğa, toplumsal metabolizmamızın parçasıdır ve yaşam kaynaklarımızı üretme süreçlerimizle bütünleşmiştir. Bu da doğayı algılama biçimimizin kendisinin bir sınıf sorunu olduğu anlamına gelir. Doğayı toplumsallaştırmak doğanın dışsallığını reddetmek ve ekosistemleri toplumsal dönüşüm projesine dâhil etmek anlamına gelecektir ve böylelikle “toplumsal” kavramının kendi anlamını değiştirecektir. Amaç; insan doğasını ve insanın dışındaki doğayı çeşitli türlerin ve yaşam biçimlerinin birlikte gelişme kabiliyetini kısıtlayan zararlı mülkiyet ilişkilerinden kurtarmaktır.
Demek istediğim, barınma, sağlık, enerji ve eğitimin pratikte toplumsallaştırılmasına yönelik çağrıların olması gibi (ve toplumsallaştırma örnekleri olarak) doğanın uygulamaya yönelik toplumsallaştırılmasıdır. Bu, belirli temel mallarla ilişkimizi demokratikleşme ve planlama yoluyla dönüştürme anlamına gelir. Barınma örneğine gelince, mesela yakın zamanlardaki Berlin’deki büyük mülk sahiplerinin gayrimenkul varlıklarını toplumsallaştırmaya yönelik başarılı kampanya, ilk önce demokratik bir referandumla onları yasal olarak kamulaştırmayı ve daha sonra mülkiyeti bu malları özel müdahale ve devlet müdahalesinden korumakla görevlendirilmiş kiracılardan, senatörlerden, uzmanlardan ve tüketicilerden oluşan yeni bir birime devretmeyi kapsar. Bu anlamda toplumsallaştırma, gerektirdiği gibi toprağın ve tarımın kamulaştırılması veya kolektifleştirilmesini ifade etmez. Bunun yerine toplumsallaştırma, sahipliği ve ekonomik planlamayı çeşitli ölçeklerde demokratikleştirmek anlamına gelir. Bu, öncelikli olarak mülkiyeti devlet mülkiyetine almak veya müşterekleri korumakla ilgili değildir ama her ikisi de bu süreçte yer alabilir. Doğayı toplumsallaştırma görevi bunun da ötesinde insan ve insan dışı doğanın toplumsal ve ekolojik ihtiyaçlarını keşfetmek, geliştirmek ve herkes için refah üretmeye ve dağıtmaya yönelik genel bir plan içerisine dahil etmektir.
Toplumsallaştırmanın olası biçimleri, toplumsallaştırılacak malların türleri kadar çeşitlidir. Toplumsallaştırma düşüncesinin kökenleri 1918 yılında, işçiler ve askeri konseylerin toplumsallaştırmayı ekonomin demokratikleşme biçimi olarak anarşik özel mülkiyetin yerine bilinçli ve planlı bir kontrolü geçirmek şeklinde adlandırdığı Alman Devrimi’ne dayanmaktadır. 1918 ve 1921 yılları arasında toplumsallaştırma konusunda binlerce makale, kitap, konuşma ve broşür ortaya çıktı. Bazıları tepeden inmeci merkezi planlama modellerini, diğerleri tabana dayalı konsey demokrasilerini önerirken, diğer bir kısımda bazıları tazminatsız kamulaştırmayı bazıları ise yüzleşmeden yasamayı önerdi.13Örneğin Avusturya Sosyal Demokrat Parti lideri Otto Bauer ekonominin toplumsallaştırılmasının kademeli ve değişken bir planını tasarlarken filozof ve Merkezi Planlamacı Otto Neurrath ekonominin parasal olmayan merkezi planlaması anlamında tam toplumsallaştırmadan bahsetti. Konsey üyesi Karl Korsch, üretici ve tüketicilerin hiçbirinin çok fazla güç kazanmaması için işbirliği yapması gerektiği endüstriyel özerklik olarak orta düzey bir toplumsallaştırma teorisi geliştirdi. Sanayici ve Weimer bakanı Walther Rathenau kamulaştırma ihtiyacı olmadan, ekonomiyi birlikte yürüten işveren ve çalışanın ortak varlıkları anlamında toplumsallaştırma önerisi sundu. Birkaç toplumsallaştırma yasasının geçmesine rağmen (özellikle kömürle ilgili) hiçbiri uygulanmadı ve komisyon başarısız oldu. Toplumsallaştırma mirası, savaş sonrası Alman Anayasası’nın 15. maddesinin temelini oluşturan Weimar Anayasası’nın 156. maddesinde ve aynı zamanda işçi haklarında, ortak karar almada, sosyalist hesaplama tartışmalarında ve 1946-1949 yılları arasında kömürün, 1981-1987 yılları arasında çeliğin ve 2018’den günümüze kadar konut ve enerjinin toplumsallaştırılmasına yönelik yenilenen kampanyalarda devam etti. Bu tarihle ilgili olan şey, bahsi geçen ilk toplumsallaştırma planlarının bazılarının ekolojik bir ekonomi yaratmanın, yani dinamik bir ekonomiyi marjinal fayda maliyetleri yerine fiziksel bileşenleri ve kısıtlıklarına göre düşünmenin ilk girişimlerini nasıl temsil ettiğidir14Bkz. John O’Neill, “Ecological economics and the politics of knowledge: the debate between Hayek and Neurath”, Cambridge Journal of Economics, Vol. 28, No. 3 (May 2004), pp. 431-447; Thomas E. Uebel, “Incommensurability, Ecology, and Planning: Neurath in the Socialist Calculation Debate, 1919-1928”, History of Political Economy, Duke University Press, 2005, vol. 37(2), pp.309-342.. Piyasa ekonomileri fiyat sinyalini tüm bilgileri teke indirmek için kullanır ama bizim ihtiyaçlarımız çok daha heterojendir. Örneğin, bir ekosistemin değerinin paraya nasıl çevirebiliriz? Daha da önemlisi, bunu yapmayı destekleyen kanıtlar nelerdir? Piyasanın tekçiliğine karşı toplumsallaştırma, değerlerin çoğulluğuna olanak sağlar.
Öyleyse pratikte sadece konut, ulaşım, sanayi veya sağlık hizmetlerini değil; doğal kaynakları, ekosistemleri, habitatları da toplumsallaştırmak ne anlama gelir? Su, ormanlar, demir, gaz gibi doğal kaynaklar söz konusu olduğunda yol oldukça bellidir: Toplumsallaştırma insan dışındaki türler de dahil olmak üzere bu kaynakların tüm kullanıcılar için en iyi şekilde nasıl yönetileceğine karar vermek için, mülkiyetin şahıslardan ve devletten alınarak kaynakları toplu bir şekilde onları kullanan ve onlara ihtiyacı olan kişilerin eline vermek anlamına gelir.
Ekosistemlerin, habitatların, vahşi yaşamın bütünü söz konusu olduğunda iş daha da karmaşık hale gelir. Bu unsurlar toplumsallaştırılabilir mi? Toplumsallaştırma geleneksel olarak ekonomiyi demokratikleştirme sürecini belirtiyorsa, bu durumda doğayı demokratikleştirmek ne anlama gelecektir? Şu an için sadece spekülasyon yapabilirim ama kesinlikle ekolojik olarak birbirimize bağlılığımızı nitel ve nicel olarak hesaba katmayı gerektirecektir ve böylelikle biyomlarımızı bu gezegenin diğer sâkinleriyle birlikte nasıl kullanacağımız, paylaşacağımız ve onaracağımız hakkında bilgiye dayalı kararlar alınabilecektir. Çeşitli ekosistemlerin sağlığını yaşam biçimlerimizle, kendi ihtiyaçlarımızı nasıl kavradığımızla etkili bir şekilde birleştirmek ve buna tam zıt bir şekilde de yaşam biçimlerimizi de çeşitli ekosistemlerin içine daha derin bir şekilde dâhil etmek anlamına gelecektir. Tüm bunlar, birbirimizi sömürmeden birlikte nasıl yaşayabiliriz sorusunu sormanın sadece bir yoludur, bu anlayışta “birbirimiz” kavramı yalnızca insanları değil, çok daha fazlasını ifade eder.
Toplumsallaştırma, her şeyden önemlisi, birlikte yaşamaya dair bu soruların insanlarla ve insan dışı varlıklarla zenginleşmenin çoklu ve bazen ölçülemez ölçütlerine göre en önce sorulmasına ve sorular üzerinde kamusal olarak karara varılmasına izin verir. Burada tek bir model, önceden belirlenmiş bir formül veya otomatik bir algoritma yoktur: Toplumsallaştırma süreci özü gereği siyasidir ve hatta ortak varoluşun çatışan çıkarlarına nasıl aracılık edeceği edileceği konusunda daha fazla çatışma yaratacaktır. 1918-1919 yıllarında işçilerin ve askerlerin sanayilerini toplumsallaştırmak için konseyler kurması ve ekonomi ve yaşamlarının üretimi üzerindeki kontrolü ele geçirmeleri gibi, biz de şimdi konsey fikrinin kendisini ve toplumsallaştırmanın anlamını sadece insanları ve onların işyerlerini değil, insan dışı türleri ve ekosistemleri de içine alacak şekilde genişletebiliriz. Doğayı yasalaştırma ve ahlakileştirme günümüzün giderek artan iklim, biyoçeşitlilik ve çevre krizlerini çözmek için yeterli değildir. Bu krizlerin kaynağı toplumsal olduğu için, sorunların çözümleri de toplumsal cevaplar gerektirir. Doğayı toplumsallaştırmanın işi tam olarak budur.