Kadınlar olmadan feminizm nedir? Rosi Braidotti’den alıntılayacak olursak, feminizm bu ayrışmadan fayda sağlar mı? Ve feminizm kesinlikle kadınların kurtuluş mücadelesinden çok daha fazlasıdır, örneğin sömürgecilik karşıtı feminizm, feminist konum politikaları vb.?1ISSA’daki söyleşiyi iki bölüm olarak ve yeniden düzenlenmiş şekilde yayımlıyoruz. Yer yer söyleşi mekânıyla ilgili detaylar gibi kısımlara yer verilmemiştir ve bunlar köşeli parantez ile gösterilmiştir. -ed.n.
Bence feminizm tarihsel olarak ve günümüze kadar, kadın hareketinin çok spesifik sömürü ve baskı biçimlerine verdiği bir yanıt olarak gelişti. Bu yüzden böyle bir ayrıştırmanın bir anlamı yok, çünkü aslında gördüğümüz şey “kadının” biyolojik bir kavram olmadığı, bir sömürü kategorisi olduğudur.
Özgürlük hareketinin tarihinde ödenmemiş iş ve görünmeyen emeğin değersizleştirilmesi anlamına gelmiştir. Cinsel ve uluslararası iş bölümünde belirli bir konum anlamına gelmiştir. Dolayısıyla kadınları mücadeleden koparmak, aslında feminist hareketin çok devrimci bir şekilde ortaya çıkardığı bütün bir sömürü alanının üzerini yeniden örtmek demektir. Feminist hareketten önce ne sosyalist, ne anarşist, ne de Marksist hiçbir erkek egemen hareketin yeniden üretim sorunuyla, üreme sorunuyla, ev işi sorunuyla, bunların değersizleştirilmesiyle ilgilenmediğini de ekleyebilirim. Ve evet, bu elbette, kadınların toplumdaki konumunu değiştirmekten çok daha fazlasıdır. Ancak feministler hareketlerin içinde yer almadan, bu değişimin ne olması gerektiğini gerçekten anlayamazsınız.
Bu çok daha fazlası, çünkü kadın emeğinin değersizleştirilmesini analiz etmemiz sayesinde sistemin bütünü hakkında bir şeyler görebildik. Görünmeyen emeğin kapitalist ekonomideki, kapitalist toplumsal ilişkiler sistemindeki yerini değiştirmek, aslında sistemin bütününde bir değişim yaratır. Çünkü Arjantin’deki, Latin Amerika’daki bazı feministlerin ifade ettiği gibi, sermaye ve yaşam arasında bir çatışma olduğunu anladık.
Aslında kapitalizm, yapısal olarak kadın yaşamının değersizleştirilmesine kendini adamış bir sistemdir. Feminist hareket de böylelikle büyümüştür. Cinsel işbölümü analizinden -kadınlar hayatı yeniden üretir, erkekler ise piyasa için mal üretir- sistem hakkında daha fazla şey anlamaya başladık. Ancak kadınların mücadelesi olmasaydı, tüm sömürü alanları var olmaya devam edecek, sorgulanmayacaktı. Bu da kapitalist sistemin yararına yeniden üretilmeye devam edileceği anlamına geliyor. Çünkü gösterdiğimiz gibi, ödenmemiş iş, bu toplumdaki her çalışma faaliyetinin varoluş koşulunu sürdüren şeydir.
Bu bağlamda, kendilerini mağdur olarak sunan erkeklerin feministlere yönelik saldırılarına nasıl karşı koyabiliriz?
Biliyor musunuz, feministlerin bana yönelttiği “Erkekleri nasıl eğitirsiniz?” sorusuna cevabım hep aynı oluyor: Hayır, erkekleri eğitmekle vakit kaybedemeyiz! Erkekler bizim örgütümüzü kurmamız, toplumsal gücümüzü inşa etmemiz, hayatımızı erkeklere bağımlı olmayacak şekilde değiştirmemizle eğitilirler. Ve biz bu değişimi çok net bir şekilde gördük. Feminist hareketin başlangıcında, örneğin Vietnam Savaşı sırasında Amerika Birleşik Devletleri’nde kadınlar, “Evet, Vietnamlıların mücadelesini destekliyoruz ama peki ya kadınlar? Kadın cinayetleri ne olacak?” dediklerinde genellikle yuhalandılar. Yuhalandılar!
Ancak hareket büyüdüğünde, pek çok kadın, erkek sol örgütlerden ayrıldığında erkekler onları dinlemeye başladı. Biliyorsunuz, kadınlar onlarca yıldır, yüzyıllardır erkeklerden rica ediyorlar, toplumlarındaki erkekleri eğitmeye çalışıyorlar.
Ancak kadınlar kendi otonom güçlerini inşa etmeye ve erkek egemen toplumsal hareketlerde de erkeklerin hizmetkârı olmaktan çıkmaya başladıklarında, erkekler feminist oldular. Pek çoğu feminist oldu ya da feminist hareketi desteklemeye başladı ya da karşı çıkmayı bıraktı. Yani diyeceğim o ki, bu suçlamalara son vermenin ya da etkisiz hale getirmenin yolu kadınların toplumdaki gücünü inşa etmek.
Bir sonraki soru da bununla bağlantılı: Sömürgeciliği meşrulaştırmak için kadın özgürleşmesinin liberal bir silah olarak kullanılmasına karşı nasıl mücadele edebiliriz?
Evet, sadece sömürgeciliği değil, aynı zamanda kapitalizmi ve ırkçılığı meşrulaştırmak için de kullanılıyor. Bence çok çok erken bir dönemde, 1975’te, feminist hareketin gelişiminin çok erken bir döneminde, Birleşmiş Milletler tarafından Mexico City’de düzenlenen ilk küresel kadın konferansında, feminist hareketin büyümekte olduğu açıkken Birleşmiş Milletler’in müdahale ettiğini ve kendisini hareketin başına yerleştirmeye çalıştığını görmek çok önemli. Ve tabii ki feminist retorik evcilleştirildi, çok evcilleştirildi, özgürleşmenin çalışma yoluyla, bir iş bulmak yoluyla mümkün olduğu vesaire. Birleşmiş Milletlerin 1970’lerde feminist politikaya müdahaledeki rolü -Kopenhag, Pekin, Nairobi ve Mexico City’deki dört konferans var- ile Birleşmiş Milletlerin sömürgecilik karşıtı mücadelede oynadığı rol arasında sık sık bağlantı kurdum. Çünkü hatırlarsanız, sömürgecilik karşıtı mücadelenin çok güçlü olduğu ve bir anlamda satın alınamayacağı, mücadele edilemeyeceği anlaşıldığında, Birleşmiş Milletler sömürgesizleştirme sürecini başlattı. Kendilerini sürecin başına yerleştirdiler. Yine kendilerini kurtarıcı olarak atadılar, kadınlara yaptıkları gibi. Kendilerini atadılar ve tabii ki öncelikle bu politikaya karşı çıkan Afrikalı liderleri öldürdüler. Lumumba’yı öldürdüler, değil mi? Kenya’da olduğu gibi, kurtuluş hareketini büyük işkencelere, tutsaklıklara ve idamlara maruz bıraktılar. Ama sonra sömürgesizleştirici oldular. Ulusal bayrakların yerleştirilmesine izin veren, ancak yeni ulusların, bağımsız ülkelerin, asıl sömürgeci ülkeye mali ve başka türlü bağımlılıklarını sürdüren sömürgesizleştiriciler.
Dolayısıyla burada bir paralellik var ve bu çok önemli. BM’nin müdahalesinin harekete çok zarar verdiğini düşünüyorum. Yıllarca genç kadınların feminist hareketin satın alındığını söylediklerini duydum. Hayır, satın alınmadı. Bugün, giderek daha fazla kadın bu müdahalenin temsil ettiği sahtekârlığı görüyor, çünkü sürekli lafı edilen özgürleşmenin ücretli emek yoluyla gerçekleşmediğini görüyorlar. Birleşmiş Milletler’in söyleminin milyonlarca kadına yardım etmiş olduğunu, milyonlarca kadının ücretli bir işyerine girmesini kutladığını, bu işin, bu işlerin güvencesiz, tehlikeli, çok düşük ücretli olduğunu, kadınların hayatını mahveden koşullarda gerçekleştiğini görmezden geldiğini görüyoruz. Latin Amerika, Afrika, Meksika ve Asya’nın dört bir yanındaki serbest ihracat bölgelerini düşünün; buralarda kadınlar sınırsız saat çalışıp toz duman içinde ve çok tehlikeli koşullarda elektronik ekipman üretiyorlar.
Dolayısıyla, evden ayrılmanın, ev dışında bir işe girmenin gerçekten özgürleşmeye giden yol olacağı fikrinin, Birleşmiş Milletler’in teşvik ettiği şey olduğunu düşünüyorum; bugün bunun çok ama çok eksik olduğu görülüyor. Dolayısıyla kurumların feminizm üzerindeki etkisinin örneğin 1980’lerde ya da 90’larda olduğundan daha güçsüz olduğunu düşünüyorum. Bu benim görüşüm. Ama kesinlikle iki hareket var, iki farklı hareket, iki farklı dünya. Biri kadınların durumunu iyileştirmeye, kapitalist zenginliğe erişimlerini sağlamaya, toplumu değiştirmeye değil, aslında bazı kadınların hayatında, onların emeğini kullanarak ılımlı bir iyileşme sağlamaya kendini adamış. Diğeri ise kendini sadece kadınların hayatını değiştirmeye değil, toplumu değiştirmeye adamıştır. On yıllar boyunca öğrendiğimiz bir şey varsa, o da bu toplumu önemli ölçüde değiştirmeden hayatımızı olumlu yönde değiştiremeyeceğimizdir. Biz sistemi yıkıyoruz ve insanların ve doğanın sömürülmesi üzerine inşa edilmemiş bir toplum yaratıyoruz.
Asıl işi ev kadınlığı olan kadınlar için ücret talebinin dönüştürücü bir eylem olarak hala geçerli olduğunu düşünüyor musunuz? Bakım ve görünmeyen emeğin adaletsiz sosyal örgütlenmesinin üstesinden gelmek için başka hangi eylem ve politikaları inşa etmemiz gerekiyor?
Her şeyden önce, biz hiçbir zaman ev kadınları için ücret istemedik. Ev işleri için ücret istedik, yani sadece kadınlar için değil, bu işi yapan herkes için. Yani, hiçbir zaman kadınların eve hapsedilmesini sürdürmek istemedik. Bunu açıklığa kavuşturmak istiyorum, çünkü kadınların ev işlerine hapsedilmesini sürdürmek istemekle suçlanıyoruz. Aslında, ev işleri için ücret talebinin bu işi cinsiyetten arındırmanın bir yolu olduğunu düşünüyorum. Eğer ev işleri ücretli olsaydı, erkekler yapardı. Erkekler de yapardı. Ama yine de çok önemli, çünkü bizim için bu kampanya çok önemliydi. Çünkü her şeyden önce bunun bir iş olduğunu belirlemek ve bu işin toplumdaki ve kapitalist çerçevedeki rolünü göstermek anlamına geliyordu. Ev işi olmadan hiçbir şeyin hareket edemeyeceğini gösterdik. Ev işi olmadan, başka hiçbir iş türü mümkün değildir. Kadınlar kollarını kavuşturana kadar genel grev olmaz dedik. Ancak kadınlar kol kola girdiğinde genel grev olacak, değil mi? Yani, hükümetin verdiği az miktardaki para… hayır, bu sadaka değil! Aslında kadınlar nesiller boyunca çalıştılar, çalıştılar, çalıştılar ve kapitalizmin işgücünü en az maliyetle yeniden üretmesini mümkün kıldılar.
Yani bu çok önemliydi. Pek çok kadın çaresiz olduğu ve bir erkeğe bağımlı olmak zorunda kaldığı için, bir miktar otonomi kazanmak ve bir erkeğe bağımlı olmamak için para da önemliydi. Birçok kadının, erkekler şiddet uygulasa bile gitmediğini biliyoruz, çünkü ekonomik olarak kendilerini geçindirebilecek durumda değiller. İkincisi, biraz para kazanmak, seçme şansına sahip olmak için karşınıza çıkan herhangi bir işi kabul etmek zorunda kalmamak. Dolayısıyla bu çok önemliydi. Ayrıca hükümetle, devletle, sosyal hizmetlerle sözleşme yapmak. Bu iş, iş olarak görülmediğinde hangi güçle belirli sosyal hizmetleri almakta ısrar ediyorsunuz? Bu iş tamamen doğallaştırıldığında mı? Bu iş “Kadınlar bunu yapar” diye görüldüğünde. Nasıl yağmur yağarsa, kadınlar da ev işi yapar. Nasıl yağmur yağarsa, kadınlar da çocuk bakar.
Dolayısıyla, bu işin doğallığını bozmak, bu işin sorunsallığına dikkat çekmek ve daha pek çok şey yapmak istedik. Para meselesi: Pek çok kadın “Aman Tanrım, ev işleri için ücret talep ederseniz kadınlar bu işi yapmaya devam eder” dedi. Bu çok saçma. Bu, bir fabrika işçisine karşı kullanacağınız bir argüman mı? Onlara, “Hayır, işi bedava yapın, çünkü parayı alırsanız, işi yapmaya devam edeceksiniz” der miydiniz? Konu sadece kadınlara özel. Ev işlerinin doğallaştırılması o kadar derinlere inmiş ki, birçok feminist arasında bile bunu parayla ilişkilendirme korkusu var. Ama şunu da söyleyeyim, talep ettiğimiz para silah almak için kullanılmayacak para. Bir düşünün, şu anda her hafta ABD ve AB’den Ukrayna’ya ve İsrail’e milyarlar gidiyor. Bomba satın almak için her hafta, milyarlar. Yani, yeniden yönlendirmeliyiz. Paranın, ürettiğimiz zenginliğin [nereye gittiğini] yeniden yönlendirmeliyiz.
Ve elbette para zenginliğin tek biçimi değildir. Bedava konut isteyebiliriz. Bedava mal isteyebiliriz. İsteyebiliriz! Ama önce çalıştığımız gerçeğini tesis etmemiz gerekir. Toplumu ayakta tutan bizleriz. İspanya’daki ev işçilerinin dediği gibi, “Biz olmadan dünya dönmez”.
Daha önce değildiysek bile, iklim çöküşü ve günümüzün diğer krizleri aracılığıyla, kadınların kapitalist boyunduruk altına alınması, köle ticareti ve sömürgeleştirme arasındaki sürekliliğin bugün daha çok farkındayız. Ve aynı şekilde, doğanın tüm türleriyle birlikte sömürülmesi ve tahrip edilmesi arasındaki sürekliliğin de. Sizce hayata karşı bu insan merkezli, ataerkil yaklaşımı aşmak için anahtar yöntem ne olabilir?
Örneğin eko-feminizm feminist hareketin tarihinde çok erken bir dönemde ortaya çıktı. Feminizmden eko-feminizme geçtik, çünkü yeniden üretim ile doğanın zenginliği arasındaki ayrılmaz, girift, bölünmez bağlantı çok ama çok açıktı. Ormanın bütünüyle bir yeniden üretim sistemi olduğunu bildiğimiz halde, suyun pestisitlerle veya daha kötüsüyle kirletildiği ve ormanların kesildiği koşullarda yeniden üretim faaliyeti yaptığınızı hayal edin. Ya da, örneğin Filistin’e ne olacağını hayal edebiliyor musunuz? Bugün bile yeni Gazze’nin haritaları var. Yeni Gazze’nin her yerinde fosfor, beyaz fosfor var. Beyaz fosfor zehir demek, bütünüyle zehir.
Dolayısıyla, bu ilişkiler çok erken bir dönemde, ev işleri, ev içi işler üzerine düşünmek, ataerkil ilişkilere karşı, şiddete karşı, erkeklere karşı, aslında kurumların şiddeti olan erkeklerin kadınlara yönelik şiddetine karşı mücadele etmek şeklinde kuruldu. Cezasızlık olmasaydı, hükümet ev içinde ve ev dışında bu erkek şiddetinin çoğuna göz yummasaydı ya da tarihsel olarak göz yummasaydı, erkek şiddeti olmayacaktı. Örneğin tecavüz ya da aile içi şiddetin ele alınış biçimi tam bir skandaldı. Ancak bu şiddet ile doğaya karşı şiddet, ormansızlaşma, hidrolik kırma arasındaki bağlantı netleşti; örneğin hidrolik kırma en şiddetli olanı. Dolayısıyla, yıllar geçtikçe, günümüze kadar, kadınların ekolojik hareketin ve toprağı geri kazanma, ormansızlaşmayı önleme, ormansızlaşma nedeniyle harap olmuş alanları yeniden bitkilendirme mücadelesinin çoğuna liderlik ettiğini görüyoruz.
İşte bu yüzden kadınlara yönelik şiddetin yeni biçimlerini de görüyoruz, çünkü çok sayıda kadın öldürülüyor. Berta Cáceres’i hepimiz biliyoruz ama aslında Kolombiya’da, Ekvator’da, Meksika’da kaybolan, öldürülen ve cesetleri sokaklarda bırakılan binlerce Berta Cáceres var. Yeni bir şiddet biçimi var. Rita Segato bundan bahsediyor, sadece kadınlar öldürülmüyor, aynı zamanda bu cinayetler pek çok kadını itaate zorlamak için pedagojik bir araç olarak kamusallaştırılıyor, böylece cesetler aslında bilerek sokakta bırakılıyor, gizlemiyorlar, bırakılıyorlar. Dolayısıyla, kapitalist iş örgütlenmesinin kadınları itaate zorlamasına karşı verilen mücadele, ekolojik çevrenin savunulması için verilen mücadeleyle çok yakından bağlantılı.
Bu bizi doğrudan en ünlü eserlerinizden biri olan ve cadılığın aslında kadınların bedenlerini geri almaları, ataerkiye meydan okumaları ve otonomilerini inşa etmeleri ve geri almaları için bir araç olduğunu gösterdiğiniz Caliban ve Cadı’ya getiriyor. Peki, günümüz bağlamında, teknoloji ve algoritmalar; daha fazla yabancılaşma ve tüketimcilik; faşizm, savaş ve iklim krizi yoluyla tam da otonomimizi kaybederken, “toplumsal otonomi” biçimlerini nasıl yeniden inşa edebilir ya da yeniden icat edebiliriz? Bu arada Caliban ve Cadı’da da tam olarak bu terimi kullanıyorsunuz. Birlikte yaşama biçimlerini nasıl yeniden inşa edebiliriz? Hatta iyi yaşam biçimlerini nasıl kurabiliriz? İyi yaşam hakkında konuşmak kulağa ne kadar zor gelebilir, konuşmaya Brecht’in An die Nachgeborenen (Bizden Sonra Doğanlar) eserinden tam da soykırım yaşanırken iyi yaşam hakkında nasıl konuşabileceğimizle alakalı alıntı yaparak başladık. Peki bu bağlamda ataerkiye, savaşa ve faşizme karşı mücadele ederken nasıl otonomimizi geri kazanabilir, iyi bir yaşam sürebiliriz?
Vay canına, ne soru ama. Öncelikle, Caliban ve Cadı’da, olağan şüpheli birkaç kadın grubunun ana hatlarını çizdim; mülksüzleştirilmiş kadınlar, işe yaramaz olarak görülen yaşlı kadınlar, mülksüzleştirilmiş ve çalışmayı dinle eşit kılan yeni bir çalışma disiplininin dayatılmasının çok önemli olduğu bir dönemde komşularından yardım umarak dilenmeye bağımlı olan kadınlar. 16. yüzyılda, devlet tarafından korunan tıp mesleğinin yükselişine kadar doktorunuz yoktu. Önceleri şifacılar, bitkileri bilen, insanları ve hayvanları iyileştiren kadınlar vardı. Yani bunlar, bir beyanı olan kadınlar değillerdi. Kapitalizm, cadılarda uygulamaları yok etti. Bunlar eski uygulamalardı, ama şimdi yok edilmeleri, kullanım dışı bırakılmaları gerekiyordu çünkü aykırıydılar, güçlü bir emek disiplininin dayatılmasına engel oluyorlardı. Bu yüzden bu önemli. Bugün mücadele etmemiz gereken şeylerden ilki cadılık suçlamalarının geri dönüşüdür. Bu konuda daha fazla makale yazdım, çünkü en azından 1980’lerden beri kapitalist ilişkilerin genişlemesiyle, Uluslararası Para Fonu’nun, Dünya Bankası’nın Üçüncü Dünya’nın her yerindeki varlığıyla el ele giden bu büyük yeniden sömürgeleştirme sürecini görüyoruz, yapısal uyum yoluyla yeniden sömürgeleştirme, temelde insanları güçsüzleştirme süreci. Bununla birlikte, cadılık suçlamalarının geri döndüğünü gördük, çünkü yoksullaştırılan ve toprakları birçok şirket tarafından ele geçirilen bu toplumlarda, bu misyonerler, Pentikostalistler, Hristiyan köktenciler oralara gidip insanlara yoksul olmalarının nedeninin Uluslararası Para Fonu değil, cadı olan kadınlar olduğunu söylüyorlar. Birçok kişi en az 30.000 kadının öldürüldüğünü ve işkence gördüğünü verisine ulaştı. Bu Afrika’da oluyor, Hindistan’da oluyor, Papua Yeni Gine’de oluyor. Dolayısıyla yeni cadı avı suçlamalarına karşı mücadele çok ama çok önemli.
Ve söylemeliyim ki, tahmin ettiğim gibi, tüm bu cadı fikri sadece Afrika’da ya da Hindistan’da kalmayıp yavaş yavaş Avrupa’ya, Amerika Birleşik Devletleri’ne de taşındı. İlginçtir ki birkaç gün önceki başkanlık münazaralarından birinde Trump’ın Başkan Yardımcısı adayı JD Vance, Kamala Harris’i cadılıkla, büyücülük yapmakla suçladı. İki kere. İlkinde, ona kedili kadın dedi. İkincisinde ise, köktendinci bir Hıristiyan toplantısında, onun cadılık yaptığını söyleyerek, gizli güçleri olan bir kadın klişesini yaratmaya çalışır. Kamala Harris’ten hoşlanmıyorum, beni yanlış anlamayın ama cadı olmakla suçlanıyor olması bence tüm kadınlar için de bir uyarı olmalı.
Peki, başka bir toplumu nasıl inşa edebiliriz? Her şeyden önce: büyük bir feminist savaş karşıtı hareket ile. Büyük, feminist ve savaş karşıtı. Neden sokaklarda binlerce ve binlerce kadın yok, binlerce ve binlerce kadın doğrudan feminist olarak çocukların öldürülmesini, insanların öldürülmesini, silahların yok etmek için kullanılmasını ve servetimizin herkes için iyi bir yaşam inşa etmek yerine bu gezegeni ve insanlarını yok etmek için kullanılmasını protesto etmiyor? Bu çok ama çok önemli.
İkinci olarak, özellikle Küresel Güney’de, Latin Amerika gibi yerlerde, yeniden üretimi kolektifleştirme, yeni ortak yaşam biçimleri yaratma, müşterekleri yeniden inşa etme, yani geçmişe dönüş değil, gerçekten birlikte olmanın, birlikte üretmenin, birlikte yeniden üretmenin yeni biçimlerini icat etme meselelerinde olup bitenlerden ilham aldım; bu hem mücadelelerimizin büyümesini sağlamak için çok önemli hem de bir öz savunma, güçlenme ve neyin mümkün olduğuna dair hayal gücümüzü genişletme biçimi olarak çok önemli. Ne tür bir toplum inşa etmek istediğimize dair hayal gücümüzü genişletmek. Adil bir toplum nedir?
Eğer yeni bir dünya doğacaksa, bu dünya Minerva’nın Zeus’un kafasını yarıp dışarı çıktığı gibi kafalarımızdan taşmayacak. Yeni Dünya, uzun bir deney sürecinin bir sonucu olacak. Mücadelemiz, üretim ve yeniden üretim ilişkileri de dahil olmak üzere farklı toplumsal ilişkilerle bir deney ve inşa olmalıdır. Yaşamın bireyselleştirilmesinden koptuğumuz, bizi yaşamaya ve çalışmaya zorladıkları tecritten koptuğumuz ve kolektif varoluş biçimleri, sosyal bağlar yarattığımız bir toplumu düşünmenin ve inşa etmenin gerekli olduğunu düşünüyorum. Bence izlememiz gereken yol bu. Müşterekler kavramı, dünyayı yeniden efsunlama kavramı budur. Dünyayı yeniden efsunlamak, aslında bu, kapitalizm canavarıyla tek başımıza yüzleşmediğimiz bir dünyadır. Ve kapitalizmle sadece sokaktaki eylemde toplu olarak yüzleşmiyoruz, bunu gündelik hayatımızda da yapıyoruz. Bunu gündelik hayatımızda, varlığımızı yeniden üretme biçimimizle ilgili düşüncelerimizi değiştirerek yapıyoruz. […]
Erkekleri eğitmeye çalışarak zaman kaybetmememiz gerektiğini söylediğinize geri dönecek olursak. İnsanların, özellikle de erkeklerin eğitildiği anarşist ve Marksist çevrelerde bile kadınlar hala dışlanmaya ve istismar edilmeye devam ediyor. Dolayısıyla, bu bağlamlarda bile, teoride ceza adaleti sistemine karşı olan istismara uğramış insanlar, böyle şeyler olduğunda, hala bu sistemlere başvuruyorlar. Bununla nasıl başa çıkmamızı önerirsiniz? Bundan nasıl kurtulmamızı önerirsiniz?
Kadınların kadın cinayetlerine ve ataerkil erkek şiddetine verdikleri tepkilere ilişkin geniş bir literatür ve aynı zamanda çok sayıda deneyim var. Benim eğitimle ilgili yorumum, erkekleri eğitme fikrinin başarılı olmayacağını düşündüğümdür. Biz bunu denedik. Bence asıl mesele, kadınların kendilerini korumak için ne tür bir ağ, ne tür ilişkiler kurmaları gerektiği ve aynı zamanda durumu kınamamız gerektiği. En önemli şey kendi topluluğumuz içinde diğer kadınlarla ne yaptığımızdır, temelde enerjinin yönlendirilmesi gereken yer burasıdır.
Örneğin bugün Amerika Birleşik Devletleri’nde hem kadın cinayetlerine, kadına yönelik şiddete karşı olan hem de aynı zamanda hapsetmeye, hapishanelere, polise karşı mücadele eden ve onarıcı adalet gibi diğer adalet modellerine bakan geniş bir hareket var. Bu tür bir hareket çok önemli, çünkü hayatımızı savunma mücadelesinin polisi güçlendirmeye dönüşmesini, polise ve kurumlara hayatımıza girme gerekçesi vermesini istemiyoruz.
Örneğin 70’lerin başında, kadına yönelik şiddete karşı mücadele eden ilk hareketlerin, kadın hareketlerinin çoğu daha ağır cezalar talep ediyordu. Ve gördük ki bu cezalar, siyahiler gibi zaten mağdur olan toplulukları daha da mağdur etmekle sonuçlandı. Daha üst kademelerdeki şiddete dokunulmadı. Daha fazla polis çağrısı, bu şiddetin mağduru olan toplulukların aleyhine döndü.
Güçlü bir feminist hareketle, topluluklarda kadınlar arasında güçlü bağların olduğu, birbirlerinin hayatlarını bilen, mahremiyet tabularını yıkan, aslında birbirlerine pek çok farklı şekilde yardım edebilen ve günlük hayatla daha toplumsal bir şekilde yüzleşebilen kadınların güçlendirilmesi. Şiddetle yüzleşmenin yolunun bu olduğunu düşünüyorum. Sadece savunmak değil, aynı zamanda bu şiddeti üreten görüşleri ve ilişkileri de değiştirmek.
Notlar
(1) ISSA’daki söyleşiyi iki bölüm olarak ve yeniden düzenlenmiş şekilde yayımlıyoruz. Yer yer söyleşi mekânıyla ilgili detaylar gibi kısımlara yer verilmemiştir ve bunlar köşeli parantez ile gösterilmiştir. -ed.n.
Orijinal Başlık: Conversation with Silvia Federici
Türkçeye Çeviren: Elifnaz Yüksel
Editör: Uğur Şen
Redaksiyon: Bekir Demir