Düşünürlerin sıklıkla yüzleştikleri en kafa karıştırıcı gizemlerden biri, hiçlik fikri. Binlerce yıldır felsefe, din, matematik ve astrofizik alanlarındaki önemli isimler bu kavramı açıklamaya çalışmışlardır. Lakin Hiçlik, evrenin hem başlangıcını hem de sonunu anlamanın anahtarı gibi görünse de bu konu hakkında bugün yirmi birinci yüzyılda dahi net bir bilgiye sahip olduğumuz söylenemez.
Ben ise özünde bir filozof veya bilim insanı değil, bir ressam olduğum için hiçliğin benim ve eserlerim üzerindeki etkisini rahatça sözcüklere dökebilirim. Başlamadan hemen önce, elbette bu konu üzerine düşünmüş tek ressamın ben olmadığını belirtmek isterim. Kazimir Malevich, Richard Poussette-Dart, Mark Tobey, Mark Rothko, Robert Ryman, Agnes Martin, Burnett Newman, Yayoi Kusama, Richard Serra, ve Fabienne Verdier gibi en sevdiklerim de dahil pek çok ressam, eserlerinde boşluk ve hiçlikle ilgilenmiş, bu kavramları eserlerinde işlemişlerdir. Ancak, çoğumuz, tanıdığımız bu ressamların yaptıkları sanattan haberdar olsak dahi bu ressamların yıllar boyu hiçlik temasından ilham aldığını, hiçlik odaklı çalıştığını fark etmekte zorlanıyoruz.
Bu nedenle, hiçlik kavramı üzerine çalışan bir ressam olarak, bu yazıda genelde nasıl çalıştığımı ve çalışmalarımın yaratıcılık sürecinin merkezinde yer alan hiçlik kavramıyla nasıl ilişkili olduğunu açıklayacağım. Ne resmetmek istediğimi bilmeden tuvalin karşısına geçtiğim zamanların yanı sıra hem işim gereği resim yapmak zorunda olduğum hem de yapacağım resimle ilgili belirgin bir fikrimin oluştuğu zamanlar da oluyor. Ancak bahsini geçirdiğim bu fikir, fikrin kendisine dair araştırmamı derinleştirdikçe gelişmeye devam ediyor; ve sonunda resmedeceğim tabloya dair görüşüm daha da belirginleşirken tablonun kendisi de değişime uğramış oluyor.
***
Resme başlamadan önce bedenimin ve zihnimin haftalar ya da aylar sürebilecek bir yolculuğa hazırlanması gerekiyor. Bunun için tarifi zor, nicelikten çok niteliğe dayanan bir güçle donanmam gerekiyor. Bu fiziksel bir güçten ziyade hem zihnimde hem de resmin teknik uygulaması sırasında her türlü macerayı sürdürmeme olanak tanıyacak türden, zihinsel ve duygusal ağırlıklı bir güç. Bu süreçte beni pes etmekten alıkoyacak türden bir güce ihtiyacım var, çünkü bir tabloyu tamamlamadan bırakırsam, dönüp onu tamamlamak sıfırdan yapmaktan daha zor olacaktır.
Peki bu tür bir güç nasıl elde edilir, bu özel yaratıcılık ruh haline nasıl bürünülür dediğinizi duyar gibiyim. Çalışma arzusuyla dolu olsam dahi henüz bir görüşüm veya belirli bir fikrim olmadığı zamanlarda stüdyoma gidiyor, boş tuvalin önünde öylece oturuyorum. Tamamen rahatlamış bedenimle tüm dikkatimi tuvale verip nefes alıyorum, gözlerimi kapatıyorum ve hiçbir şey yapmıyorum. Genellikle birkaç dakika nefes almanın ardından bedenimi etraflıca dolanan ferah ürpertiyi ve vücudumdaki hafif titreşim dönüşümünü hissedebiliyorum. Daha sonra zihnim değişime ve gelişime uğruyor, aşikâr bir apaçıklık hissine kapılıyorum. Zihnimdeki her şey coşkun ve keskin bir hâl alıyor, kendimi sonsuz bir aydınlıkta buluyorum. Bedenimden kurtulmuşçasına bir hafiflik hissediyorum, işte tam bu an ve bu mekân benim hiçlik alanıma dönüşüyor. O an, zaman varlığını yitirmiş olduğundan, birkaç dakika veya saat fark etmeksizin böyle kalabildiğim oluyor.
Hiçlik alanı benim için kutsal bir yer olmakla beraber çalışmalarım için elzem olan bir tür yaratıcılık evresidir.
Kendimi içinde bulduğum bu durum kendiliğinden sona erdiğinde ve gözlerimi açtığımda sanki uzun bir yolculuktan dönmüşüm gibi, gerçekliğe alışmak için biraz zamana ihtiyacım duyuyorum. Hiçlik alanı benim için kutsal bir yer olmakla beraber çalışmalarım için elzem olan bir tür yaratıcılık evresidir. Haliyle buradan da birçok sonuca varmam mümkün oluyor, hiçliğin kıyılarında tuvale bakarken aklımdaki fikri öngörebildiğimden, ne istediğimi de tamamen biliyor oluyorum. Bazen ise yalnızca bir fikir patlak verse bile ardından yavaş yavaş bu fikrin üzerine bir resim tasarımı yaratmam gerekiyor.
En sona tabloyu icra etmesi kalıyor. Ben çalışmalarımda iki teknikle çalışıyorum: dökme ve sıçratma. Ancak her iki tekniği bir araya getirdiğim çalışmalarım da mevcut. Bir resmin ortaya çıkışı; ortamın sıcaklığı, hava akımı, nem, yağlı boyaların kıvamı, pigmentlerin uygun granülasyonu, tuvalin dokusu ve benim tam odağım gibi çeşitli bileşenlerin eş zamanlı olarak bir araya gelişine bağlı oluyor.
Bu eşzamanlı çalışma sonucunda ise her bileşen bir anda tek bir ressam hareketinde buluşuyor. Ardından kendimi geri çekiyor, yerçekiminin devralmasını izliyor ve gözlerimin önünde tıpkı yeşeren ağaçlar gibi yapılanan altın yolları görüyorum. Sözünü ettiğim bu özel yöntem Rezonans ve Frekanslar serilerimde kendini göstermektedir. Ayrıca Elementler, Alan ve Parçacıklar serilerimde de görebileceğiniz gibi, tabloya bağlı olarak fırçadan sıçrayan veya bizzat elle eklenen binlerce boya noktasını teker teker uyguluyorum. Çok sayıda yağlı boya katmanının uygulanması, resmin ölçeğine bağlı olarak haftalar, hatta aylar sürebiliyor. Üstelik sürecin her aşaması incelikli ilerliyor çünkü her bir yöntem çevreye, psikolojik ve fiziksel durumuma yanıtlar, dolayısıyla çözümler getiriyor.
Bir noktada resimlerimi bilincimin bir uzantısı, benimle bulunduğum ortam arasındaki döngünün bir parçası olarak algılamaya başladım, ki bu fikir Tam Hunt ve Jonathan Schooler tarafından rezonans bilinç kuramında açıklanmıştır.
***
Yukarıdaki resim bizzat hiçlik kavramından esinlenilerek yaratıldı. En sevdiğim resimlerimden biri olmakla beraber üzerinde çalıştığım en zor resimlerimdendi. Bu nedenle arkasındaki hikâyenin de anlatılmaya değer olduğunu düşünüyorum.
Altı sene önce, İsviçreli ressam ve müze yöneticisi Andreas Heusser, eski bir posta minibüsünü hiçlik kavramını ele alan sanatçıların eserlerini bir araya getiren mobil bir platforma çevirme fikriyle “No Show Müzesi” yaratmak için Polonya’ya geldi. Heusser ile konuşmalarımız beni Katharizm ve Ortaçağ Düalizmi üzerine doktora tezi yazdığım zamana geri götürmüştü. Nihilizmin kaynağı Nihil fikrini kavramak, Katharların tüm kozmolojisini anlamanın da temelini oluşturuyordu. Lakin günümüze ulaşan çok fazla Kathar kaynağı bulunmuyordu. Bu sırada Katharları sapkın olarak adlandıran Katolik incelemeleri ve Engizisyon kayıtları ise Katharların dünya tarihini ve yapısını nasıl anladıklarına dair basitleştirilmiş bir bakış açısı sunan mitlerini yeniden anlamlandırma imkânı sağlamıştı.
Yirmi yıl önce ise Oxford’da araştırma görevlisi iken filozof Leszek Kolakowski ile olan buluşmalarımızı hatırlıyorum. Dini muhalif hareketlere olan ilgisinden dolayı hiçlik üzerine tartışarak çok zaman geçirmiştik. Aslında her ikimiz de farklı bakış açılarına sahip olsak da hiçlik kavramına oldukça takıntılıydık. Kolakowski kötülüğün kökeninden, Tanrı’nın varlığından ve yokluğundan bahsederken ben daha çok bilimsel bir bakış açısı benimseyerek Büyük Patlama öncesi hiçlik konusuna, evrenin yaratılışına ilgi duyuyordum. O zamanlar kara deliklerin farklı evrenlerin yaratılmasında rol oynayabileceğini ve çok boyutlu bir gerçeklikte yaşadığımızı düşünürdüm. Şimdi ise zaman ve mekân tanımadan konudan konuya atlayabildiğimiz ve sonunda da hiçbir şey hakkında tek bir şey bilmediğimizi itiraf ettiğimiz tüm bu konuşmaları özlüyorum.
Andreas Heusser ile hiçlik üzerine yaptığım sohbetler sonrasında aklıma bir resim fikri gelmişti. Resmin arka planını oluşturmak için inci pigmentlerle karıştırılmış beyaz yağlı boya ile çalıştım, hiçlik dışında bir şey düşünemez olmuştum. Tuval üzerine binlerce beyaz ve şeffaf nokta bırakarak neredeyse tek renkli beyaz bir tablo oluştururken kendimi yine ve yeniden hiçlik hakkında derinlemesine araştırmalar yaparken buldum.
Hiçlik nedir tamamen anlamak için üzerine çokça düşündüm, farklı felsefi teoriler okumuş olsam da hiçbirinin benim fikrimle tamamen örtüştüğü söylenemezdi. Üç hafta süren yoğun çalışma ve araştırmaların ardından çalışmayı bıraktım ve beyaz tabloyu beyaz bir duvara astım. Sonrasında ise zihnimde iki kelime belirdi, mutlak hiçlik. Bu düşündüğüm iki kelimeyi pek anlamlandıramadım sonrasında Robert. E. Carter’ın Meister Eckhart ve Nishida Kitarō hakkında yazdığı bir makaleye rastladım. Eckhart’ın yazılarına geri döneceğim için heyecanlıydım fakat daha önemlisi, hiçlik ve sonrasında bilinç hakkında daha fazla şey okumam için bana ilham veren Japon filozof Kitarō’yu keşfetmek oldukça mutluluk vericiydi.
Bu noktada okuduklarımın hiçbiri, hiçlik konusunda aklımda oluşan sorulara yanıt getiremediğinden asmış olduğum tabloyu duvardan aldım ve tuvalin altına mavi ve gümüş noktalardan oluşan bir alan daha ekledim. Tablonun kendisine Hiçlik ismini vermiş olsam da bu kavramı daha kendim anlamış değildim, bu yüzden resmetmiş olduğum tablo ancak ve ancak benim hiçlik kavramını anlama çabamdan ibaret olabilirdi.
Sanatım ilhamını birçok kaynaktan alıyor olsa da en büyük ilham kaynağım, moleküllerden kozmik olana dek tüm güçleri ve süreçleriyle var olan, her şey olarak kabul ettiğim doğa’dan başkası değildir. Sanatımı doğa ile ortaklığım sonucunda görünmeyeni görünene dönüştürme olarak görüyorum. Bunu yaparken elbette felsefe ve bilimden epey etkileniyorum. Aynı zamanda, daima tam olarak farkında olmasam da hayat boyu edindiğim tecrübeler, bazen küçük sayılabilecek şeyler, insanlarla paylaştığım anlar ve fikirler de sanatımın şekillenmesinde önemli rol oynuyor. Ancak hiçlik, çeşitli katmanlarıyla yaratma sürecim için oldukça kıymetli olmakla beraber zihnimde de daima apayrıdır, olmaya da devam edecek.
Orijinal Başlık: The Art of Nothing
Yazar: Joanna Borkowska
Türkçeye Çeviren: Bilgesu Taşdemir
Editör: Bekir Demir