Dünya zalım dünya…
Spinoza tüm duygulanımları neşe ve kederin yeğinliğine yoruyordu, bana kalsa umut ve hayal kırıklığı etrafında dönüyor dünya, derdim. Ne çok umduk, ne çok kırıldık… Kant’ın uykusuz gecelerinin eşlikçisi sorulardandı: “Ne umabilirim?” Ruhun ölümsüzlüğüne, Tanrının varlığına cevaplarında karar kılmıştı; sevgilinin koynunda huzurlu bir ölümü yazmayı unutmuştu Königsbergli, üzerinde yıldızlı gök ve içeride ahlak yasası kafi gelir miydi gerçekten de insana?
Modern öznenin hissettiği en güçlü duygu hayal kırıklığı desek yanılır mıyız? Öyle ya, yaşam denen mucizenin bir parçası olmuş, gökkuşağı kovaladığı çocukluğundan ister aç ister tok bir hülyayla çıkmış ancak gerçek hayat denen ekonominin dişlilerine dahil olur olmaz, doymak nedir bilmez canavarla ömür boyu mücadele edeceği bir cehenneme fırlatıldığı skandalıyla karşılaşmıştı. Daha büyük bir düş kırıklığı biliyor musunuz? Bu elbette Heidegger’in hiçliğiyle, Sartre’ın kendiliğiyle ayrılmaz değil. Bir farkla ki, tüm varoluşsal sancıları, imkânsız aşkları ve bağlılıkları dizgeleyen bir uzamın içindedir artık modern birey. Ve ölümcül fantezilerin…
Neoliberal vaat ekonomisi ve iyi yaşam fantezileri
Zalim iyimserlik tam da arzuladığınız şey gelişiminize engel olduğunda ortaya çıkar, diyor Laurent Berlant. Esasında savaş sonrası sosyal demokrat vaatlerin bütünüyle geri çekildiği bir noktada bağlılıkların ve yakınlıkların yarattığı fantezi dünyasındaki yaşamlarımızdır anlatılan. Zalim İyimserlik, güvencesiz kamusal alanın yükselişinde vampir kapitalizmin insafına bırakılan sınıfın duygulanımsal ahvalinin resmidir. Yakınlıkların ve bağlılıkların yıprattığı yaşamın “kişisel” duygularının esasında “kolektif” olduğunu, “fantezinin, yeniden üretim kriziyle buluşan bir ekonomik krizle ilgili olduğunu” söyler. Dinginlik yaşantısı içinde bir bulunuş deneyimi yerine sürekli değişen kisvelerde iyi yaşam denemelerinin telaşesinde savrulageldiğimiz bir sahnede kendimizi bulmanın öyküsüdür bu. Zalim İyimserlik, iyi yaşamın ne olduğu ve ne olması gerektiğine dair sistemi her gün yeniden üreten ön kabulleri dayatan “uyum dramalarını”nın kronikleşmiş evreninin teşhiridir.
Kısaca Zalim İyimserlik kitabında Berlant, bize acı ve hayal kırıklığından başka bir şey sunmayan bu yaşam biçimlerini, bizi mahveden bu ölümcül bağlılıkları terk etmekte neden bu kadar zorlandığımızın, güvencesizlik sarmalı içine düşmemize sebep olan bu kurumlardan vazgeçmekten bizi alıkoyanın ne olduğu sorusunun ardına düşer. Soru açık olsa da cevap ‘dile kolay’ denecek cinstendir. Kısa bir yanıt, neoliberalizmin vaat ekonomisi kıskacındaki duygulanımsal tahakküm ve iyi yaşam fantezileri olabilir. Sınıfsal anlamda yukarı doğru hareket, siyasi ve toplumsal eşitlik ve kalıcı yakınlık vaatleri: kısacası krizin kendisinin olağan hale dönüştüğü bir noktada dahi kapitalizm kendisini iyi yaşam fantezileri üzerinden her gün yeniden kurar. Neoliberalizm esasında bireyci bir vaat veya fantezi ekonomisidir.
Yaşam deneyiminin gasbı veya mutsuzluk sana ait değil
Yaşamı kuşatan ekonomik sarmal, duygusal yaşamın dehlizlerindeki duygusal yatırımları ve bağlılıkları bir savaş alanına çevirir. Berlant’ın onu kuran bağlılık nesneleri üzerinden kendiliği tanımlama girişimi, aynı zamanda kendimizi yerleştirdiğimiz kimlik kategorilerini yeniden düşünmeye bir çağrıdır. Kamusal olanın yerine ikame edilen pazar değerlerine terk edilmiş sosyal demokrasinin ürettiği güvencesizlik ve tekinsizilik hali, kolektif bir haletiruhiye olarak sınıfın yaşam deneyiminin gasbını sonuç verir. Bu aynı zamanda yaratılmaya çalışılan ulusal duygusallığa karşı kolektif sınıf duygusunun savaşımıdır.
Aydınlanmacı rasyonalitenin marazlarından azade değiliz ne yazık ki. Bu esasında şimdide bulunuşun, her şeyden önce duygulanımsal olarak varolmak anlamına geldiğini göz ardı etmenin bir ürünüdür. Berlant’ın güvencesizlik ve tekinsizlik içerisindeki öteki’nin veya sınıfın “uyum dramaları”nı tetkiki, krizi ve travmaları istisna gören bakışa, sınıfın zamansallığını iptal eden uzatılmış şimdiye bir itirazdır. Politik alanın dışına itilen, bireysel ve “özel” olarak gösterilmeye çalışılan depresyonlar, kırgınlıklar, mutsuzluklar ve ölümcül yakınlıklarımız, her şeyden evvel umut krizi içindeki sınıfın duygulanımsal yıkımı ve tahakkümünün sonucudur. Yani travma ve ıstırabı istisna olmaktan çıkarıp sistemin sıradanı olduğu bir düzlem içine yerleştiren bir gerçekçilik önerisidir Berlant’ınki.
Sahip olmadığımız bir zamanın efendileriyiz bugün. Kâr denen “vampirizm” yalnızca güvencesizlik kıskacında bedenlerimizi değil, yaşamı yeniden üretme arzusuyla ürettiğimiz bağlılıkların asla gerçekleşmeyecek vaatleri aracılığıyla bulunuşun kendisini gasp girişimidir. Anın, anın içinden kavranması veya şimdinin her şeyden önce duygulanımsal kavranışı iyi bir başlangıç olabilir: “Özenle düzenlenmiş kolektif bir olay veya geriye bakabileceğimiz bir devir olmadan öte, şimdi, kendini bize sunan şeydir.” Yeni çağda eski hikaye, güvencesizlik içindeki işçinin yavaş ölümüdür söz konusu olan.
İyi yaşam ideali: ve Marx sahneye girer…
Marksizmin kapitalist değer üretimine karşı durduğu noktayı duygulanımsal duyarlılıktan azade düşünmek mümkün değildir. Zira Marksist düşünce, duyularımızın ve sezgilerimizin mülkiyete, emeğe, hak etmeye ilişkin varsayımlara ve dünyadan zevk almaya ilişkin olarak nasıl dönüştüğüne dair bir teoridir aynı zamanda.
İyi yaşam yalnızca teoriye döküldüğü Antik Yunan’dan beri değil, belki de ilk düşlerimizden beri bizimle. Zalim iyimserlik yaşam deneyimini yitiren, kriz içinde debelenen öznenin ruh halidir. Bu hal içinde en zor olan, en zararsız saydığımız “yakınlıkları” görmektir. Mutlu aile tabloları, ideal sevgililer, dostluklar, hatta yoldaşlıklar; Berlant’ın “iyi yaşam sahneleri” dediği tüm bu mutluluk getireceğini düşündüğünüz bağlılıklarımız, mutluluk koşullarını bozan birer nesneye dönüşür. Ancak yine de bunların varlığı, mutluluğun olanağını temsil eder ve git gide mutluluk idealleri tarafından yok ediliriz. Yani üretim ilişkileri, aynı zamanda zalim iyimserlik ilişkileri üretir ve bunun yıkılmadığı her sistem, bu ilişkileri yeniden ve yeniden üretecektir.
Üretim ilişkilerinin getirdiği katıksız yabancılaşma döngüsü içinde tüm duyguların yerini alan tek duygu ‘sahip olma duygusu’ halini alır. Zira insanın dış dünyaya teslim olabilmesinin tek koşulu bu mutlak yoksulluk haline indirgenmiş evvelinsandır. “Bu nedenle” der Marx “özel mülkiyetin ortadan kaldırılması, tüm insani duyuların ve niteliklerin tam kurtuluşudur, ancak tam da bu duyular ve nitelikler, öznel ve nesnel olarak insani hâle geldiği için bu kurtuluş gerçekleşir.” Yeni insanı doğuracak olan ancak tükenen bedenlerimizin, çalınan anlarımızın ve yaşam deneyiminin yalnızca bir ürünü olduğunu görmekten geçiyor.
Sömürülecek kadar şanslı mısın: meritokrasi fantezisi
Dardenne kardeşler Rosetta’yı (1999) “savaş filmi” olarak tanımlar, zira tam da Belçika’da kamunun geri çekilişi ile neoliberalizm canavarının sahneye çıktığı politik bir mücadelenin gündelik hayattaki resmidir. Güvenceli, “iyi işçi” olma olanağı, düşük vasıflı, düşük maaşlı ve tekrara dayanan işler Rosetta’nın gece dualarının iyimser mırıldanmalarıdır. Yasadışı Afrikalı göçmen Amidou’nun şantiyedeki ölümü etrafında dönen Söz filminde karşımıza çıkan Igor’da da farklı şekillerde de olsa, “normal” insanlar gibi yaşama umudunun duygulanımsal izdüşümleri dört bir yana yayılmıştır. Dünyadaki meşru yerini teyit yoludur bu araftalık hali ve esasında henüz varolmayan bir dünyanın yurttaşı olma çabasıdır.
Meritokrasi fantezisidir bu, girişimci bireyciliğin kırılgan ve tekinsiz yalnızlık sahnesi. Bu nedenledir ki, bu sahnelere itirazlar tesadüf değildir Berlant’a göre; Paris (2006), İtalya (2008), Yunanistan (2010-2011), Birleşik Krallık (2010-2011) ayaklanmaları ışığında (Gezi’de kolaylıkla eklenebilir elbette buraya) Rosetta ve Igor’un trajedilerinin tekilliğin dışına taşan yaşamın yeniden üretimini görürüz.
Bu küreselleşme kolonisi, bu ekonomik ve toplumsal buharlaşma dünyası, arzulanan bir normallik duygusu, normal hissetme arzusu ve normalliği, sürekli yeniden keşfedilmesi gerekmeyen güvenilir bir yaşamın temeli olarak hissetme arzusu doğurur: “Şayet şanslıysan sömürülebilirsin, şayet şanslıysan, yeniden değersiz olma zamanın geldiğinde seni buyur eden ve dışarı atan bir sahnenin odak noktası olmaktan bir gün daha kaçabilirsin. Bundandır ki çocukların düşman gördükleri, sömürü değildir. Sömürülmek isterler, lanet hizmet işleriyle proletarya ekonomisine dahil olmak isterler… Asıl risk, oyun dışı kalmaktır.” Yalnızca işte değil aşkta da “geçici çalışanlar” haline geldiğimizi söyler Berlant. Bekleme odalarında geçen duygulanımsal araftalıklar; tıpkı işçi havuzları gibi.
Canavarlar her zaman kazanmaz
Daimi ilerleme hülyası ve kendini pazarlama fırsatları neoliberalizmin cehenneminde altın tepsilerde sunulurken yaşam deneyimi bir pazar ekonomisine, kamusalın yıkımı yerini bireysel kurtuluş düşlerine bırakır. Güvencesizlik ve tekinsizlik, Butler’ın modern toplumsal yaşamın çelişkisi dediği, yaşamın idamesi mücadelesi içerisinde her an harcanabilirlik duygusuyla ve mütemadiyen daralan güvenli ağların dışında kendimizi bularak değer duygularının yıkımıyla yaşamı sistematik olarak tahrip eden bir canavara maruz kalırız.
Kötü hikâye ha… Neoliberalizm şişirilmiş beklentiler evreninde geçirdiğimiz hülyalı düşlerin bizi sürüklediği makus dilemma. Ama yanlış anlaşılmayalım bizi mahva sürükleyen iyimserlik değil, zalim iyimserlik. Her ne kadar Berlant “iyileştirilmiş bir dünya tahayyülü konusunda” epey beceriksizim, elimden gelen “yıpranan bir krizin olağan nabız atışları karşısında sıkışıp bırakan şeyin tasvirleri” dese de, canavarlar her zaman kazanmaz. Bu duygulanımlar salınımı aynı zamanda vampir sistemi ifşa eden bir otantik kendilik imkânı taşır bağrında: tekrar ve tekrar yıkımın girdabına çekilen öznenin “manik neşe ve tahripkâr hayal kırıklığı”nın salınımı içinde dünyayı yeniden inşa etmenin telaşını. Bazen hayat o kadar zorlaşır ki, “uyum” başlı başına bir başarı gibi gelir; gelmesin.
Veda
Berlant bizi hayata bağlayan tüm toplumsal ilişki bağlarını gözden geçirmeyi önerir. Feminizmin “kişisel olan politiktir” şiarının, yaşam deneyimi bağlamında, fantezilerimizi, emeğimizi, yakınlıklarımızı, aşklarımızı ve bağlılıklarımızı, kısacası dünyayla ilişkilenme biçimimizi yeniden düşünme konusunda geniş bir çerçeve sunuyor Berlant. Normların yönettiği mahremiyet ve arzu örüntülerini kuir teorinin süreç olarak cinsellik zaviyesinden görme önerisini, arzu nesnesinin neyi temsil ettiği sorusuyla birleştiriyor.
Eksik bıraktığım çok yer olduğunu biliyorum. Berlant burada anlatabildiğimden ibaret değil, Raymond Wiliams’tan Massumi’ye, Butler’dan Sara Ahmed’e, Derrida’dan Deleuze’e birçok ismi; antropoloji, psikanaliz, edebiyattan sinemaya birçok alanı kendi bakışında meczeden ve bunu kültür eleştirisinde özgün bir şekilde ortaya koymuş bir isimdi. Ulusal benlik anlayışı ve ulus fikrine dair yatırımlara karşı söylediklerinin yanında ona borçlu olduğumuz en önemli şeyin sınıfın duygulanımsal haritasına dair ortaya koyduğu hat olduğunu ve bu hattın özgül bakışlarla geliştirilmesinin büyük önem taşıdığını düşünüyorum. Sanırım bundan dört beş yıl evvel Türkçe bir çalışmaya katkı sunmak için kendisinden söz almıştım ancak kanser araya girmişti. Böylece kendisine de veda etmiş olayım.
Son Not
Bu yazı DTCF Felsefe Lisansüstü Söyleşileri’nde yaptığım sunuma dayanmaktadır.
Ayrıca:
- Merve Turgan’ın Corpus Dergi’de yayımlanan “Duygusal Olan Politik midir?” metni;
- Sinem Yıldız’ın Ayrım’da yayımlanan “Menüdeki En Ucuz İkinci Şarap” yazısı ve
- Ece Balekoğlu’nun yine Ayrım’da yayımlanan “Size Kötü Bir Haberim Var: Sınıf Atlayamayacaksınız” yazısı
tamamlayıcı güncel okumalar olarak okura önemli izlekler sunacaktır.
Editör: Kerim Can Kara