Demo v1.0

6 Ekim 2024, Pazar

Beta v1.0

Duygusal Olan Politik midir? Sınıfın Duygusu

Toplumsal varlığımız, sınıfsal koşullarımız ve bunun türettiği kültür, duygulanımlarımızı belirleyen bir konumu işgal ediyor.

Duygular her birimizin konuşurken, düşünürken, eylerken başvuru kaynağı olsa da yazarken -eğer psikoloji makalesi yazmayacaksanız- öznelliğini olumsuzlayarak tartışmaya açmak için en müsait konu. Ancak, bunu tartışmaya açmak gibi bir niyetimiz varsa duyguların izini bir de sosyolojik ve politik perspektiflerle sürebiliriz.

Gündelik yaşamdaki davranışlarımız, bizi harekete geçiren ya da harekete geçmekten alıkoyan kararlarımız; nasıl iletişim kurduğumuz; aile, arkadaşlık ilişkilerimiz; kime neden âşık olduğumuz ya da olmadığımız, o sınırsız duygular dünyasında karşılığını buluyor. Bu karşılıkları ya sadece kendimizle konuşuyoruz ya da şanslıysak utanmadan konuşabildiğimiz birkaç dostumuz oluyor. Veyahut hiç düşünmüyor, konuşmuyor, yalnızca hissediyoruz. Rasyonalitenin keskin düzleminde yapıp ettiklerimizi, duygulardan arınmış ve akla yatkın eyleyişler olarak anlatıyoruz. Peki bütün bunları konuşan, konuşamayan, düşünen, hisseden “biz” kimiz? Bu soruya “bütün bir insanlık” cevabı verilebilir ancak bu bir şey ifade etmez. Dolayısıyla bu yazı, “bütün insanlığın” değil; bir sınıfın duygularına odaklanacak.

Duyguların toplumsallığı

Tetiklenmeler ve travmatize olmalar çağında her gün ne hissedeceğimizi belirleyecek, o hislerin adını bizden önce koyacak kadar güçlü bir kültürel hegemonyaya tabi biçimde yaşıyoruz. Toplumsal olanın bütünlüğü içinde sınıfsal olarak konumlandığımız; siyasetin söz söyleyeni, eleştireni, izleyeni, ilgilenmeyeni, kınayanı, küseni, kaçanı olduğumuz yerde, yaşamı işgal eden bir gündelik akış ve ona eşlik eden tüketim alışkanlıklarımız var. Yani bunların hiçbirinden bağımsız olmayan toplumsal varlığımız, sınıfsal koşullarımız ve bunun türettiği kültür, duygulanımlarımızı belirleyen bir konumu işgal ediyor.

Öyleyse bizim tartışmamızın psikoloji ya da psikanalizle ayrım noktası nedir? Duyguları, sosyolojik perspektifle ele aldığımızda eylemin kaynağına güdüleri yerleştiren psikanalizle yollarımız çatallanarak ayrılır. Duygu, yalnızca içsel dünyamızla ilintili ve etkileşimli ya da bunlardan ibaret değildir. Aynı zamanda, ekonomik, politik ve toplumsal ilişkilenmelerin bütünü içinde baş gösterir; en nihayetinde ya bu ilişkilenme biçimine güç verecek ya da onu dönüştürecek bir karaktere sahiptir. Barbalet’in ifade ettiği şekliyle duygu, yapısallaşmış ilişki örüntülerinde ortaya çıkar ve bir süre sonra sosyal yapıyı kuvvetlendiren veya değiştiren eylemin temelini şekillendirir.1Barbalet, Jack M. 1992. “A Macro Sociology of Emotions: Class Resentment.” Sociological Theory 10(2):150–63 Yani bizi güdüleyip harekete geçiren şey olmaktan çok; eylediklerimizin sosyal, ekonomik ve politik sonuçlarıyla sıkı sıkıya bağlı ve ancak onunla birlikte açığa çıkan şeydir.

“Akıl” ve “duygu” ikilemi

Kendimize bir ayna tutacak olsak, yaşamımıza hâkim olan duyguyu en çok hangisiyle açıklardık?

Bir işçinin en temel gündelik derdi “akşam eve ekmek götürebilecek miyim?” ise eğer… Bir dakika! Kulağa çok klişe geliyor, değil mi? Peki, bir parantez açalım. Bu avamca bulduğumuz sorunun hayatlarımızda iz düştüğü yere bakalım. Yemek kartımız onuncu gün dolmadan bittiğinde; ayın kalan yirmi gününde yemeğini evde yapıp iş yerine götürmeye çalışan, yemek yapmaya mecali kalmadığı için öğle aralarını atıştırmalıklarla geçiren, bazen bütün gününü aç geçiren biz değil miyiz? Yemek kartı ile aylık mutfak alışverişini yapmıştık ama o da bir ayı çıkarmadı, değil mi? Peki neden bize günlük harcamamız için verilen kartla mutfak alışverişi yapıyoruz? Nakit “bize kalsın” ki o nakitle kredi kartı borcumuzu ödeyip borca takla attıralım (spor salonu ücretini taksitlendirmiştik ya da zaten ödediğimiz kredilerimiz var), kiramızı ve faturaları ödeyelim, cebimizde yol parası kalsın. İşte vülgarize bulduğumuz, bize ait olmadığını düşündüğümüz “akşam eve ekmek götürebilecek miyim?” sorusunun meali. Bu, eğer hala bir refah düzeyinden bahsedebileceksek, belki de en iyimser meal. Yani ortalama bir beyaz ya da gri yakalının her ay tekraren mücadele ettiği geçim sıkıntısının küçük bir kesiti. Her ayın son yirmi gününü, bir sonraki maaşı bekleyerek geçirmeyi; bölüşüm ilişkilerini, enflasyonu, krizi düşününce, bu kesiti aklımız alıyor belki. Ya duygularımız?

Önce aklımız nasıl alıyor ona bakalım. Alınan bütçe tedbirlerinin memurun, işçinin kazanılmış haklarından tırpanladığı; maaş zamlarının seyyanen yapıldığı, kimsenin marketten bir ürünü ikinci kez aynı fiyata alamadığı, yoksulluğun derinleştiği bir ekonomik atmosferde yaşamı sürdürmeye dair beklentilerimizin giderek asgarileştiği ve salt hayatta kalma çabasına dönüştüğü yerde rasyonel olan, ‘hayatta kalmanın koşullarını’ sağlamaktan ibaret. Yani bir şekilde işimizin olduğu, evimizden kovulmadığımız, öyle ya da böyle karnımızı doyurduğumuz, bir sinema filmine bilet aldığımız, belki kimi sosyal rutinlerimizi sürdürdüğümüz bir koşul. Akla yatkın değil mi? Hiç şüphesiz, bu akıl ‘kendinde’ bir akıl değil (olması mümkün de değil); ikna edildiklerimizin hâkim rasyonalitesi. Duygularımız demiştik, bir de oraya bakalım. Hiç de rahatlık içinde geçmeyen, maaşı aldığımız ilk on -bilemedin on beş- günlük periyotta her ayın kira, aidat, fatura, borç ödeme döngüsü tamamlanıyor yalnızca. Ayın geriye kalanını gergin bir “aybaşı” bekleyişi ile geçireceğimizi bilsek de ödemelerimizi tamamlayabilmiş olmanın huzuru kaplıyor içimizi. İşçi sınıfının payına düşen en ‘olumlu’ duygu bu işte. Bu ‘olumlu’ duygu farklı kültürel -esasında ideolojik- koşullanmalara sahip: Kimisi için şükür, kiminde sebat; kiminde hayatta kalmanın gururu ya da başarıya ve daha iyiye giden bir yaşamın yolundaki dikenler.

Kopuş ve buluşma

İşte tam burada yabancılaşmayı konuşmak zorundayız. Akıl ve duygunun bir ikilik olarak sunulduğu mevcut toplumsal bağlamımızda, emeğine, ürettiğine ve nihai olarak kendine yabancılaşmış insanlarız. Aynı zamanda düşünen, bilen, eden, eyleyen, hisseden varlıklarız. Marx’ın özetlediği haliyle bütün bunları kendi seçtiği koşullar altında değil; verili koşullar altında gerçekleştiren varlıklar2Marx, K. 2016. Louise Bonaparte’ın 18 Brumaire’i. İletişim Yayınları:

İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama onu serbestçe kendi seçtikleri parçaları bir araya getirerek değil, dolaysızca önlerinde buldukları, geçmişten devreden verili koşullarda yaparlar. Tüm göçüp gitmiş kuşakların oluşturduğu gelenek, yaşayanların beyinlerine bir kâbus gibi çöker.

Marx bize, aynı anda toplumsal olan ve olmayan, özgür bilinçli aktörler olduğumuz halde özgür olmayan, tam olarak bilinçli ya da kendi eylemlerimizin kontrolünde olmayan varlıklar olabildiğimizi söylerken bir çelişkiye işaret ediyor. İşte bu çelişkiyi anlamak için Marx’ın anlatısındaki diyalektik karakteri kavramak hayati bir önem arz ediyor. Çünkü kapitalist “rasyonalitenin” normalleştirdiği, aklımıza uygun hale getirdiği ne varsa “bize özel duygular” biçiyor ve bunları bireyin dünyasına ait biricik duygular olarak ‘zararsızlar’ rafına kaldırıyor. Şükretmek yerine isyan ettiğimiz, öfkelendiğimiz, itiraz ya da müdahale ettiğimiz biçimlerde açığa çıkan duygularımızı bastırmak içinse örgütlü bir çaba sarf ediyor. Çünkü kapitalizm işini şansa bırakmıyor. Onun üretim biçimi; fabrikaları, AVM’leri, plazalarıyla ekonomik, sosyal, kültürel, politik bir örgütlülükle işliyor. Sadece eylemlerimizin değil, duygularımızın da bu üretim ilişkilerine olan etkisini bir kâr-zarar hesabıyla değerlendiriyor. Burada Bertell Ollman’ın Marx’ın insan doğası ve yabancılaşma kuramına yaptığı katkıya göz atmakta fayda var. Ollman, duygu ve akıl arasında kurulan ikilemi ‘burjuva ideolojisi’nin ikilemlerinin içinde ele alır.3Ollman, B. 2015. Yabancılaşma: Marx’ın Kapitalist Toplumdaki İnsan Anlayışı. Yordam. Aynı zamanda bilincin genel ikilemleridir bunlar ve Ollman bu ikiliğin esasında bir karşıtlık içinde birlik oluşturduğunu vurgular. Peki bu vurgu, sınıfın duyguları bakımından bize ne söyler?

Başa dönelim. “Gündelik yaşamdaki davranışlarımız, bizi harekete geçiren ya da harekete geçmekten alıkoyan kararlarımız; nasıl iletişim kurduğumuz; aile, arkadaşlık ilişkilerimiz; kime neden âşık olduğumuz ya da olmadığımız, o sınırsız duygular dünyasında karşılığını buluyor.” Yazının başında bahsettiğimiz ‘karşılık’ için artık bir ‘karşılıklılık’ ve ‘bütünlükten’ bahsetmek zorundayız. Duygularımızdan söz edeceksek şayet, içinde yaşadığımız toplumun, koşulların ve süreçlerin içindeki konumumuz ile bunların bütünüyle bağlantısını ele almalıyız. Bu, ‘biz’e yani ‘işçi sınıfı’na ekonomik, dini ve siyasi biçimlerle sirayet eden yabancılaşmayı konuşmayı gerektirir. Emeğiyle geçinmek zorunda olanların duygusu, belki de sadece borçlarını ödediğinde aynı huzur hissinde buluşur. Belki her gün imkansızlıklarından, yetemediklerinden ötürü hissettikleri aşağılanmışlık ya da utanç duygusunda.

Ancak bugün sınıfın tüm unsurlarının yekpare bir duyguda buluşmadığı çok açık. Kabaca, sınıfını bilincine çıkaramamış olanlar; tutkularını, arzularını ya öte dünyaya ya bu dünyadaki bireysel başarılara yöneltmiş ya da şükürle razı gelerek çektikleri acıdan azat olmaya çalışır görünmektedir. Peki ya sınıfını bilincine çıkarabilmiş ve sınıf kinine sahip olanlar? İlk akla gelen öfke olur herhalde. Olur olmasına da örgütlü bir eylemlilikten doğan, hedefe kilitlenmiş bir öfkeden söz edebilir miyiz? Bu soru, yekten cevaplanması gereken bir nihai soru değil; kendi sınıfımızın duygusunu bütün ideolojik girdileriyle düşünmek için bir başlangıç sorusu olmalı. Yazının başında söylediğimiz harekete geçtiklerimiz ve geçemediklerimizin nedenini, nasılını bu soru aracılığıyla açıklamaya, anlamlandırmaya çalışır ve bunu başarabilirsek şayet, belki de bizi bir duyguda buluşturacak hareketlerin fitilini ateşleyecek o yolu bulabiliriz. Her şeyden önemlisi, sınıfın tek değil ama ‘bir’ duygusundan söz edebiliriz.

Notlar

(1) Barbalet, Jack M. 1992. “A Macro Sociology of Emotions: Class Resentment.” Sociological Theory 10(2):150–63

(2) Marx, K. 2016. Louise Bonaparte’ın 18 Brumaire’i. İletişim Yayınları

(3) Ollman, B. 2015. Yabancılaşma: Marx’ın Kapitalist Toplumdaki İnsan Anlayışı. Yordam.

 

Editör: Kerim Can Kara

Yoruma kapalı.