Fenomenoloji, bir düşünme tarzıdır. Felsefi bir düşünme tarzıdır ama varoluşçuluk, nihilizm, pozitivizm, ampirizm gibi bir felsefe ekolü şeklinde anlamamız fenomenoloji için indirgemeci olur. Bir düşünme tarzı olarak fenomenoloji dünyaya karşı bir tavır alarak insan hayatının dinamiklerini anlama gayretidir. Kurucusu Edmund Husserl esasen 1900-1901’de iki cilt olarak yayımladığı Mantıksal Araştırmalar’dan hayattayken üzerinde çalıştığı son eseri Avrupa Bilimlerinin Krizi ve Transandantal Felsefe’ye (1936) kadar bu düşünme tarzını farklı şekillerde göstermeye çalışır. Dünyaya karşı bir tavır almak, en başından beri Husserl’de onu nesnel olarak düşünmekle, bu dünyanın bilgisine ulaşmakla ilgilidir; bizi karşılayan dünyayı açıklamakla. Böylelikle Husserl’in başlattığı ve pek çok talebesiyle devam eden fenomenolojik hareket, dünyada yaşamaya, varolmaya, bu varolmanın farklı boyutlarına karşı yeni bir tavır almak, yeni bir duruş sergilemek için mantıksal ve felsefi zemine dayanan yollar ve yöntemler geliştirecektir.
Husserl fenomenolojiyle öz-bilincin apaçıklığını, yani kişinin bizzat yaşantıladığı hakikatin bilgisini, şeylerin özünü, yine transandantal egonun uyguladığı bir redüksiyon yöntemiyle yakalayarak “kesin bir bilim olarak felsefe”yi kurma amacı güdüyordu. Böylece fenomenolojik yöntem, gündelik yaşantımızdan bilimsel faaliyetlerimize, bireysel duygulanımlarımızdan öznelerarası ilişkilerimize değin hayatımızın her aşamasına nüfuz eden, kendini bilince “apaçık” gösteren varlığın farklı boyutlarını, şeylerin özünü, başka, dışarıda bir yerde değil, saf egoda arayıp bulmanın bir yolundan ibarettir. Bu yolun gidişatı elbette Husserl için değişecektir; zaman içerisinde realizmden transandantal idealizme, Kartezyen tarzda meditasyondan bu tarzı aşan yaşam dünyasını “anlamaya” yönelir Husserl. Ancak bu serüvende alınan yolun izlerini “başlangıçtan alıp” adım adım sonuna kadar takip etmektense “(herhangi) bir yerden başlayıp” yola kendini bırakmak, Husserl’in “kesin bilim”i tesis etme arzusundan düşüncesinin krizlerine kadar ömür boyu süren bu “fenomenolojik çaba”yı bütüncül görmek için daha etkili olacaktır. Bu yüzden Husserl okurken kavramların kullanımını, dönemlere göre gelişimini, terk edilen veya geliştirilen düşünceleri teknik bir incelemeye tabi tutmaktan ziyade bu çabayı genel hatlarıyla anlamak için birbirini açıklayan kavramları ve düşünceleri yan yana getirerek serbestçe okumak daha iyi bir yol olabilir.
Husserl felsefesinin kavram haritası daha çok her kavramın birden çok kavramla ilişkili olduğu bir ağ gibidir. Bu yüzden Husserl’de bir kavram sizi alıp tamamen başka bir yere bırakmaz; sürekli birbiriyle ilişkili kavramlara yeniden dönmeniz gerekir. Bu felsefeye nüfuzun zorluğu daha çok bu ağın bir yerinde yapışıp kalmaktan ötürüdür zaten. Örneğin yönelimselliği bağıntı ile anlarız, bağıntıyı ise cogitatio ve cogitatum ya da noesis ve noema ile; bunları anlamak için özne ve öznelliğe, dolayısıyla öznenin yönelimselliğine gideriz. Burada itinayla hareket edilmezse, yani Friedrich Nietzsche’nin bahsettiği “yavaş okuma” gerçekleşmezse, kavramların karman çorman olması kaçınılmazdır. Zira her filozofun anlam dünyasında olduğu gibi Husserl’de de felsefi kavramları kendi kavramları, yani o “bilinen” kavramları Husserl’in nasıl dönüştürdüğü açıklar. Okurun Husserl ile tanışmadan okuma edimine getirdiği ve belirli bir anlama sahip kavramlar, bu ağa takıldığında dağılmaya başlar: Bildiği “özne”, burada “özne” gibi değildir; belki Platon’dan bildiği “noesis” burada Platon’un “noesis”i gibi gözükmez. Husserl okurken (ki bu her filozof için geçerlidir aslında) yabancılık çeken okur, tekinsiz bulduğu bu metinlerde tutunacak bir kavram bulamadıkça panikler ve anlamadığı ya da Husserl’in anlaşılır olmadığı sonucuna varır. Burada yavaş hareket etmenin, sakin olmanın önemini yeniden hatırlamakta fayda var: Yeniden hareket edebilmek için okurun, sakinleşip durumu okuyarak, buradan kendisine bir “çıkış yolu” veya bir “kaçış çizgisi” tasarlaması gerekir. Bir filozofun kavram ya da ağ haritasını çıkarmak, o filozofun felsefesini kurtarmak için değildir bu yüzden; çıkış yolunu tasarlamak, düşünen okurun kendisi için hayati bir mevzuya dönüşür.
Ancak kavram haritası çıkarmak tamamen bir sözlük çalışması da değildir. Her ne kadar felsefe sözlükleri, etimoloji sözlükleri ya da bir filozof üzerine yapılmış kavram sözlüğü elimizin altında olsa da kavram haritası metinlerin içerisinden, okurun kendi okuma tecrübesiyle çıkmalıdır. Böylelikle felsefe okuru, filozofun dünyasına yavaş yavaş çekilecek, yolunu yordamını buldukça burada kalmaya alışacaktır. Bu sakinlik olmadığı takdirde, yüzyıllarca felsefede biriken kavramların yüklerini, ağırlıklarını filozofun kullandığı kavramlara yükleyip kaçma hatasına düşülür. Örneğin Husserl’in “fenomen” kavramını onun dünyasından okumak yerine bütün bir felsefe ve metafizik tarihi boyunca tartışılan kavramlarla, Kant’ın yüklediği anlamla, olgu ve durumlarla anlamaya çalışmak gibi. Elbette ki bu öngörüler ve karşılaştırmalar bize Husserl’i farklı bir yerden yakalama imkânı verebilir; ancak okuma edimine kendimizle getirdiğimiz bu bagaj, kavramsal “ağırlığının” verdiği güvenceyle metinde durup dinlenmek yerine farklılıkları ayırt edemeyecek kadar hızlıca geçip gitmemize de neden olur.
Örneğin “fenomen”in anlamı zaten bilindiği için, oturup düşünmeye gerek kalmaz; böylece Husserl’in anlam dünyasında bu kavramın nereye yerleştiğini keşfetmek artık imkânsız hâle gelir. Fenomenolojiye ismini de bahşeden bu fenomen kavramı, daha önce “olgu” ve “görüngü” ile de karşılandığı için fenomenolojiyi bazen “olguculuk/olgubilim” ve “görüngübilim” olarak da görürüz. Tamamen yanlış olan Yunanca phainomenon’un “olgu” ile karşılanması artık büyük oranda terk edilmiş olsa da kökü itibarıyla “görünen, tezahür eden, kendini gösteren” anlamını içermesi için yapılan “görüngü” teklifi de ne yazık ki tek taraflı ve eksik kalır: Husserl’in anladığı fenomen, görünme ve görünen arasındaki bağıntıya karşılık gelir ve dahası (her ne kadar modern göz-merkezli bir tasavvur gibi dursa da) fenomen tüm algı dünyası için kullanılır.
Bu açıdan Husserl’i okumayı, fenomenolojik problemlere nüfuz etmeyi ya da fenomenolojik felsefe yapmayı zorlaştıran bir başka mesele de bilhassa kavramların tercümeleridir. İkincil bir önemi varmış gibi dursa da felsefi kavramlar aslında belli bir dilde, kültürde, coğrafyada, zaman diliminde ve toplumda düşünülen ve tasarlanan bir mefhumun başka bir dile, başka bir kültür ve coğrafyaya taşınarak sürekli gündemde kalır. Aristoteles’in to de ti’si için Latincede verilen essentia karşılığıyla birlikte “öz” tartışması yeni bir bağlamda kavramsallaştırılmış olur; felsefe ve teoloji tarihinde artık geri alınamayacak olan bu çeviri, tabiri caizse bir hayatta ölen kavramı başka bir hayatta yeniden diriltmiş olur. Bu açıdan tamamıyla hermenötik bir faaliyet olan çevirilerde yeni bir bedene bürünen kavram, sadece ana dilindeki (önceki) varlıkla özdeşliği veya benzerliğiyle değil aynı zamanda dilsel topluluğa (şimdi) hitap etmesiyle de sınanır. Felsefi metinleri okumayı ve tartışmaların devamlılığını takip etmeyi zorlaştıran bu hermenötik sorun, sürekli kendine has yeni kavramlar üreten veya aşina olduğumuz kavramlara yeni bir çehre veren Husserl ve devamında fenomenolojik gelenek için de yürürlüktedir. Bu yüzden Türkçede karşılaştığımız fenomenoloji metinleri, ister Husserl ya da başkasından çeviri isterse fenomenologlar üzerine telif eser olsun, tercüme problemleriyle de iştigal ettiği için bazen gövde metinde bazense dipnotlarla ya da sona eklenen sözlüklerle tercih edilen kavramlara dair gerekçelerini sunar. Bunların takibi fenomenolojik konulara dahil olmayı engelleyen değil, tam aksine doğrudan tartışmaların içine atan bir araştırma olacağı için okurun kavram haritası oluşturması daha çok önem kazanır.
Editör: Bekir Demir