Hafta sonu kızım ve köpeğimle birlikte Sen nehri kıyısında şehir dışında yürüyüşe çıkmıştık. Bu sırada Sogno adındaki düz tüylü retrieverım türdeşleri ile karşılaştıkça onlarla arkadaş olmaya çalışıyordu. Bunu gördüğümde bu köpeği üç yıl önce aldığımızdan beri aklımı kurcalayan bir soru tekrar aklıma düştü. Zihninde kelime veya kavram bulunmayan bu hayvan nasıl oluyor da çevresinde karşılaştığı diğer varlıkları tanımlayabiliyordu? Zihninde çeşitli canlıları aynı türün üyesi olarak tanımasını sağlayacak olan kavramlara sahip olmayan Sogno, kendi hemcinsini nasıl tanıyordu? Sogno ince uzun bir porsuk köpeğini, iri bir Brak köpeğini veya kalın kürklü bir Newfoundland köpeğini tanımak için ne yapıyordu? Bu konu bana Odisseia destanının başkahramanı Odyseus’u ve onun sadık köpeği Argos’un yanı sıra Platon ve Aristoteles’in bazı fikirlerini hatırlattı.
Homeros Odisseia destanında şöyle diyor: “Argos, Odyseus’un bir insan olduğunu anladı ve kuyruğunu dostça sallayarak kulaklarını nazikçe aşağı indirdi.” İthaka Kralı Odyseus’un serüvenlerini anlatan Odisseia’nın yedinci bölümündeki bu alıntıyı hatırlamayan var mıdır? Olayın gerçekleştiği bölümde Truva savaşı kahramanımız yirmi sene olmuş ülkesinden uzak kalmış ve İthaka’da kendisini tanıyan kimseler kalmamıştır. Ancak bir dilenci elbisesi içinde dolaşıyor olmasına rağmen, “sefil görünümlü”, hasta, yaşlı ve “pislik içindeki” Argos adlı köpeği onu hemen tanımıştır. Köpeğin onu hemen tanıması karşısında duygulanan Odyseus bir yandan gözyaşlarına hâkim olmaya çalışırken bir yandan da insanlara karşı bir zamanlar son derecede atik ve enerji dolu bu hayvanın nasıl olup da bu kadar durgunlaştığını sorar. Kent sakinleri de ona Argos’un her geçen gün biraz daha durgunlaşan, “pek çok hastalığı olan” bir köpek haline geldiğini ve köpeğin sahibi uzak diyarlarda göç ettiği ve bir daha geri gelmediği için hiç kimsenin bu köpekle ilgilenmediğini söyler. Zaten sahibini tanıdıktan hemen sonra, Argos son nefesini vererek, ona başını son kez okşama fırsatı bile vermeden sahibinin ayaklarının dibinde can verir. “Argos gitmişti” diyor Homeros ve şöyle devam ediyor: “Ölümün gölgeleri yirmi senenin ardından sahibi Odyseus’u gören gözlerini çoktan örtmüştü”.
Bu hikâyeyi son derecede ilgi çekici hale getiren olay ise şudur: Köpek duygusal ve etik, görsel ve imgesel düzeyde sahibini tanımıştır. Hikâyedeki köpeğin dilenci giysileri içindeki sahibini yirmi sene sonra tanıması olayı daha da ilginç kılmaktadır. İthaka kralı bu sırada hem karısına hem de tahtına göz dikmiş hainlere suçüstü yapabilmek için bu şekilde giyinmişti. Argos dilencinin gerçek kimliğini oğlu Tlemachus’tan ve eşi Penelope’den önce fark etmiştir ve bu durum Odyseus’un bir baba, bir eş ve bir kral olarak hakkı olan unvanları sırayla yeniden elde ettiği olaylar zincirinin ilk halkası olmuştur. Kral Odyseus bu hikâyede insanların onun gerçek kimliğini unutmuş olmasından kaynaklanan çeşitli siyasal entrikaların üstesinden gelmektedir. Odyseus’un köpeği Argos’un bu davranışı da, bütün hayvanların ve dolayısıyla bütün insanların arasında var olan etik ve siyasi (infra-politik) davranışların bir dışavurumu olarak karşımıza çıkmaktadır. Köpek burada sahibine asla ihanet etmemiş olan ancak ona olan sevgisini ve varlığını hissettiği zaman duyduğu neşeyi gizleyemeyen bir hayvanın sadakatini simgelemektedir. Örneğin sütannesinin onu tanımasına vesile olan yüzündeki yara izi veya diğer bütün rakiplerini kolaylıkla elediği okçuluk yarışını kazanması olayında olduğu gibi, insanlar hem kendilerini tanıtmak, hem de kendilerini gizlemek için bazı işaretlere muhtaçtırlar. Diğer taraftan köpek Argos, hiçbir fiziksel veya simgesel işaret olmadan sahibini doğrudan tanıyabilmiştir. Oysaki kanıtlanmış bir durum olarak okuyucuya sunulan bu “doğrudan tanıyabilme” olgusunu bence sorgulamak gerekir. Çünkü birçok açıdan hayvanların bu kabiliyeti en az insanların belirli işaretlere göre kendilerini tanıtabilme veya kendilerini gizleyebilme yetisi kadar gizemli bir durumdur.
Sonuçta bu hafta sonu köpeğin Sogno’nun davranışlarını gözlemlerken ilk aklıma gelen şey Odisseia destanındaki köpek Argos olmuştur. Sogno o gün tam üç kere belli bir mesafeden fark ettiği üç farklı köpekle arkadaş olmak için ileri atıldı. Bu üç köpeğin farklı boyutlarda, farklı yapıya sahip -biri kediye yakın, diğeri kurda benzeyen, diğeri daha çok küçük bir ayıyı andıran görünüme sahip- olmalarına rağmen Sogno, türdeşlerini tanımış olmaktan kaynaklanan ve örneğin bir kaz ile karşılaştığında veya bir kediyi kovaladığında sergilemediği aynı mutluluk duygusuyla bu hayvanlara yaklaştı. Tıpkı Odisseia’daki köpek Argos gibi, Sogno da “kuyruğunu sallamaktan ve yakınlaşmaktan” kendini alıkoyamıyordu. Peki, mademki Sogno belirli bir türün farklı bireylerini birbirine bağlayan bir türün belirgin özelliklerinin bilincinde olasını sağlayacak olan köpek ideasına sahip değil, o zaman bu hayvanın türdeşlerini tanımasını sağlayan şey nedir?
Homeros hayvanların birbirini tanıması fenomeninin duyulara bağlı ve dolaysız olması konusunda haklıdır. Bu düşünce Platon’un bu konudaki fikirleriyle de örtüşmektedir. Antik Yunancada ἰδειν (idein) fiili görmek anlamına gelir. Bir filozofun idealarını anlamak da bu bağlamda onun fikirlerinin soyut, ideal ve genel biçimlerini “görmek” anlamına gelmektedir, tıpkı duyular dünyasında bir insan veya bir ağaç gibi fenomenleri önce görerek algılamamız gibi. Yine de Platon, Parmenides diyaloğunda bizleri bu tür bir açıklamanın yetersizliği ve bu tür bir yaklaşımın bizi sonsuz bir küçülmeye maruz bırakabileceği konusunda uyarmaktadır. Eğer günlük hayatımızda karşılaştığımız somut bireyleri tanımamıza neden olan şey zihnimizdeki genel insan ideası olsaydı, böyle bir durumda karşılaştığımız insanlar ve zihnimizdeki insan ideası arasındaki ortak noktaları belirleyebilmek için üçüncü bir idea unsuruna daha ihtiyacımız olurdu ve bu durum bu şekilde sonsuza kadar sürüp giderdi. Platon’un öğrencisi Aristoteles daha sonra buna “üçüncü adam” [argümanı] ismini verecektir.
Bu durumda, köpeğim Sogno’nun davranışlarıyla ilgili düşüncelerim, belki de onun türdeşlerini tanıyabilmesi için bunun öncesinde mutlaka zihninde bir köpek ideasına sahip olması gerektiğine dair yanlış bir önyargıya dayandığı için belki de tamamen hatalıdır. Çünkü bu durumda Sogno’nun bu hemcinslerini tanıyabilmesi için belki de bir “üçüncü hayvana” ihtiyacı olacaktır. Köpeğim, karşılaştığı hayvanları zihnindeki bu “köpek” kavramıyla kıyaslayacaktır ve içgüdüsel veya öğrenilmiş olarak bu hayvanların bu idea ile ortak noktalarını fark edip onları bu şekilde tanıyacaktır. Bu bence doğru değildir. Aslına bakarsanız ne hayvanlar, ne de biz insanlar birbirimizi tanımak için kavramlara ihtiyaç duyarız. Tıpkı fenomenolojide sıklıkla söylendiği gibi, duyusal deneyimin ortaya çıktığı anda, Merleau-Ponty’nin “ezgisel” (mélodique) olarak betimlediği belli-belirsiz bir imge köpeğin zihninde belirmektedir ve bu imge onların yakınlaşma davranışını tetiklemektedir. Diğer köpekleri bir çeşit öteki-ben/alter-ego olarak algılamalarını sağlayan şey de bu ezgisel-belirsiz imgedir. Ben de bu durumdan, köpeklerin tıpkı bilge kişi gibi “düşüncesiz” oldukları sonucunu çıkartıyorum.
Orijinal Başlık: Un chien a-t-il des idées ?
Yazar: Martin Legros
Fransızcadan Çeviren: Göktuğ Uslubaş
Editör: Bekir Demir