On beş bin yıl önce mağara duvarına insan figürleri kazıyan sanatçı ne bırakmak istemişti ardına? Büyük Homeros’la, sapkın Sade’la, heretik Pascal’la, sürgün Marx’la yazgıdaş saymalı mı onu?
Yazıyla bedenin kesişiminde varlık bulan bir benzerlik değil sadece gördüğümüz; tarih öncesiyle ellerimizi kesiştiren bir dokunma, sarmallarıyla binlerce yıldır ağızlarımız içinde dolanıp duran, tenin nefesine bizi birbirimize bağlayan söylenemez olanın teması değil de ne?
Bedenin yerinden edilmesi ve ikame edildiğim yerden tekrar bedenime seslenişimdir yazı. Seslenişim, benin kendisine evrilmesidir. Kendine mal edilmiş bir beden olarak yazıyorum. Aşkınlıktan değil, aşkın kendisinden, bedenimizin yarıklara dokunduğu, yerimizden edilip tüm insanlığın bedenine seslendiğimiz, dokunuşun kendisi olduğumuz yerden bir duyuş. O yüzden bedene dokunmaktır yazmak.
Beden hakkında değil bedenin kendine dair bir arayış bu. Gerçeklik alanlarımızı aşan değil, birbirine maruz bırakan bir kendini doğuruş. Belki de yalnızca gereklilik ve ivedilik çağında değil et, deri ve yüzlerimizle; dövülen, sömürülen, dans eden, aç bırakılan, sevişen bedenlerimizin akışı her bir halka; diğer bedenlere ve tarihe sunulan bir imge, bir imgeler külliyatı.
Bedenden önce olan varlık bile değilse nedir? Tıpkı ölümün varlığın bedeni olması gibi, varlığın varlığıdır çünkü beden. Yalnızca birbirimize dokunduğumuz yer değildi karşılaşmalarımız, bizzat varoluştur corpus; daha doğrusu yazılmış olandır, varlığın yazgısının yoldaşlığıdır.
Birbirine aşkla dokunurken aşkınlığa teslim olmayan, birbirlerine ses olurken aradalıklarını sonsuza dek yenileyen bir dokunma. Tam da durduğumuz yerden, aşkın şapşallığıyla sokağın tininde salınan, kaybın ardından boşalan, darağaçlarında sallanan corpusun binlerce yıllık soluma çabası bu dokunma.
Dokunmanın imkânsız olduğu bir dünyada yazmak bedene dokunmaktır evet, ancak bu ufku yakalama gayreti sürekli bir sınırda olma yazgısını taşır içinde. Zamanın ıraksak kardeşliğinde, dünya halklarının açıkta kalan bedenidir aynı zamanda, ancak yazının bizi birleştirdiği düşünüm ve umutla dokunabileceğiz ona.
Henüz düşünülmemiş olanın peşinde, bedenlerimizi biz yapan şey olacak bu dokunuş; biz ise henüz karşılaşmadık. Kim bilir belki karşılaşırız bu seslenişle, yalnızca umutta ve düşünümde değil, varlığın türküsünün dokunuşlarımızı birleştirdiği bir mekânda: merhaba corpus.*
* Her merhaba gibi gecikmiş bir merhaba bu. İtalikleri başta olmak üzere bu yazı her şeyini Nancy, Lavelle ve Serres’e borçludur.