Karl Marx’ın yapıtını genellikle üç geleneğin biçimlendirdiği düşünülmüştür: Alman felsefesi, İngiliz siyasal iktisadı ve Fransız sosyalizmi. Belki de şaşırtıcı bir şekilde, Marx’ın döneminde işçi sınıfı tabanında sosyalizmin rakibi bir ideoloji ve siyasi formasyon olan cumhuriyetçiliğin etkisine çok daha az dikkat edilmiştir. Ancak son zamanlarda, cumhuriyetçiliğin Marx’ın fikirlerini şekillendirmedeki rolünü vurgulayan çeşitli girişimler olmuştur. Bunların arasında Bruno Leipold’un yeni çıkan kitabı Citizen Marx: Republicanism and the Formation of Karl Marx’s Social and Political Thought [Yurttaş Marx: Cumhuriyetçilik ve Karl Marx’ın Toplumsal ve Siyasal Düşüncesinin Oluşumu] da yer alıyor.
Leipold, Marx’ı tarihsel bağlamına yerleştirmenin, onun düşüncesinin karmaşıklığını ve günümüzdeki önemini anlamak için önemli olduğunu savunuyor. Başlangıçta Marx’ın keyfi iktidarın yokluğu olarak tanımlanan cumhuriyetçi özgürlük kavramına bağlı olduğunu ve yurttaşların aktif olarak halk egemenliğini kullandığı demokratik bir cumhuriyeti savunduğunu ileri sürüyor. Ancak zamanla, cumhuriyetçi geçmişindeki temel unsurları korumasına rağmen, Marx komünizme doğru kaymıştır.
Bu söyleşide Leipold ile, Marx’ın düşüncelerinin izlediği güzergâhı ve bunların sosyalistlerin hâlâ kapitalist egemenliğin keyfiliğiyle şekillenen bir dünyada özgürleştirici mücadeleleri nasıl anlamaları gerektiği bakımından önemini tartışıyoruz.
Kitabınızın adı Yurttaş Marx: Cumhuriyetçilik ve Karl Marx’ın Toplumsal ve Siyasal Düşüncesinin Oluşumu. Kitabın içeriğine geçmeden önce, neden bu başlığı seçtiğinizi açıklayabilir misiniz?
19. yüzyılda, tüm radikaller birbirlerine “Yurttaş” diye hitap ediyordu ve bunun Fransız Devrimine kadar uzanan cumhuriyetçi bir geçmişi vardı. Esasen bu aristokratik unvanlar yerine eşitlikçi bir alternatiftir. “Yurttaş” sözcüğünün yerini “Yoldaş” sözcüğünün almaya başlaması ancak daha sonra, 19. yüzyılın sonlarına doğrudur. Örneğin, Uluslararası Emekçiler Komitesi’nin tüm tutanaklarında ondan Yurttaş Marx olarak söz edilir. Bana göre bu, sosyalizmin unutulmuş cumhuriyetçi geçmişini yansıtıyor. Yani bu sadece Yurttaş Kane‘e bir gönderme değil, Marx’ın dönemine ait gerçek bir tarihsel pratiktir.
Cumhuriyetçiliğin ve ona özgü özgürlük anlayışının Marx’ın çalışmalarını anlamak için gerekli olduğunu savunuyorsunuz. Cumhuriyetçilik teriminin daha önce çeşitli şekillerde kullanılmışlığı var, siz nasıl kullanıyorsunuz bu terimi tartışmanızda?
Gerçekten de “cumhuriyetçi” kelimesi çok çeşitli şekillerde kullanılmıştır. Bugün bunu genellikle çağdaş anlamıyla düşünüyoruz: Amerika’da genellikle Cumhuriyetçi Parti anlamına geliyor; Birleşik Krallık’ta sadece monarşi karşıtlığı anlamına geliyor; Fransa’da ise Sağ tarafından ele geçirilmiş durumda. Yani çok büyük bir anlam çeşitliliğine sahip. Elbette bunların hepsi terimin eski anlamıyla bağlantılı, ancak zamanla oldukça farklı anlamlar kazanmışlardır.
Benim için gerçekten önemli olan, Marx’ın yazdığı ve politik olarak aktif olduğu dönemde cumhuriyetçiliğin ne anlama geldiğine dönmektir. Bu, aktif bir siyasal formasyon ve ideolojik olarak cumhuriyetçiliğe dönmek anlamına gelir, tıpkı şu anda Muhafazakârlar, Liberaller ve Sosyalistler olduğu gibi. Cumhuriyetçilik, ki bu çok kolay unutuluyor, Marx’ın zamanında işçi sınıfının desteği için ana rakipti. Kitapta yaratmaya çalıştığım şey, Marx’ın bu siyasi hareketten nasıl beslendiği, neler öğrendiği ve aynı zamanda ona nasıl karşı çıktığıdır.
Peki 19. yüzyıl cumhuriyetçiliği neyi savunuyordu?
En temelde, cumhuriyetçiler demokrasi fikrine ilişkin belirli bir anlayışa sahipti. Erkeklere genel oy hakkı tanıyan ama bundan çok daha fazlasını hedefleyen demokratik rejimler yaratmaya çalışıyorlardı. Gerçek anlamda halk egemenliğini tesis etmek için temsilciler üzerinde kapsamlı bir kontrol, yurttaşların katıldığı bir kamu yönetimi istiyorlardı. Bu arada, 19. yüzyıldaki liberallerin aynı şekilde demokrasiye bağlı olmadıkları sıklıkla unutuluyordu; genel oy hakkını desteklememişler, bunun yerine oy verme şartı olarak mülkiyet ve eğitim yeterliliklerini öne sürmüşlerdir.
Cumhuriyetçiliğin bir diğer ayırt edici unsuru ise özgürlük anlayışıdır ve aslında bu, çeşitli taahhütleri birbirine bağlayan unsurdur. Cumhuriyetçiler özgürlüğün keyfi gücün yokluğu anlamına geldiğine inanırlar. Bu, üzerinizde size ve yaşamınıza istediği gibi müdahale etme gücüne sahip bir efendiniz olduğunda özgür olmadığınız anlamına gelir. Bu efendi iyiliksever olsa ve çoğunlukla istediğinizi yapmanıza izin verse bile, hâlâ özgür değilsiniz çünkü hâlâ size hükmetmekte, hâlâ üzerinizde kontrol etmediğiniz bir güce sahiptir. Siyasi alanda bu, cumhuriyetçiliğin geleneksel kaygısı olarak mutlak monarşinin eleştirisine yol açar. Ancak cumhuriyetçiler 19. yüzyılda özgürlük anlayışlarını, kapitalizm de dahil olmak üzere yeni ortaya çıkan keyfi güç veya tahakküm biçimlerini eleştirmek için de kullandılar.
Cumhuriyetçiler genel olarak kapitalizme oldukça eleştirel yaklaşır ve pek çokları bunu unutur. Kapitalist patronların işçilerine tahakküm kurmasına itiraz ederler. Ancak özel mülkiyeti ortadan kaldırmak yerine evrenselleştirmeye inandıkları için kapitalizm eleştirilerinde sosyalizmden ayrılırlar. Yani temelde küçük köylüleri, küçük zanaatkârları vb. destekleyen bir siyasal iktisatları var. Dolayısıyla, 19. yüzyıl cumhuriyetçiliğinin portresi, özgürlük vizyonuyla birbirine bağlanan, halkçı bir siyasal iktisadı savunan, demokrasiye bağlı bir ideolojidir.
Marx’ın cumhuriyetçi sosyal programın birçok bölümüne katıldığını ancak cumhuriyetçi olmaktan ziyade sosyalist bir siyasal iktisadı desteklemeye karar verdiğini belirtiyorsunuz. Marx neden küçük ölçekli bağımsız üreticilerin özel mülkiyetinin evrenselleştirilmesini desteklemedi?
Marx başlangıçta küçük ölçekli bağımsız üreticilerin özel mülkiyetinin evrenselleştirilmesi fikrini küçük burjuva bir ideal olarak reddeder. Ancak daha sonra, Kapital’de, William Clare Roberts’ın da belirttiği gibi, bu konuya daha olumlu yaklaşır. Bu belki de Uluslararası Emekçiler Birliği’ndeki zanaatkârlarla doğrudan ilişkisinden kaynaklanıyordu. O dönemde cumhuriyetçiliğin popülerliği göz önüne alındığında, Marx’ın retorikte izlediği strateji, bu idealin bireye gerçek bir bağımsızlık sağladığı için ne kadar cazip olduğunu göstererek başlamaktır.
Daha sonra, bu ideal ne kadar cazip olursa olsun, kapitalist sanayinin ilerlemesiyle buldozerle bir kenara atılacağını anlatır. Marx’ın cumhuriyetçi siyasal iktisada karşı ileri sürdüğü argüman, özgürlüğü tesis etme girişiminin piyasanın dayattığı zorunluluklarının gerçekleriyle karşılaşacağıdır; zanaatkârlar yerlerini büyük ölçekli sanayii ve onun verimli proleter işgücüne bıraktıkça mümkün olduğunca ucuza üretme zorunluluğunu gerçekleştirmekte giderek daha yetersiz kalır. İşte bu yüzden Marx, özgürlüğün ancak farklı bir siyasal iktisatla, üretim araçlarının işyeri kooperatifleri ve demokratik bir ekonomik plan aracılığıyla kolektif mülkiyete dayalı bir sistemle elde edilebileceğine inanır.
[Amerikalı iktisat tarihçisi] Robert Brenner’ın “dikey” ilişkiler kavramı veya [filozof] Sören Mau’daki sessiz zor1Dan. Stum tvang. İktidarın kapitalist ilişkiler altında gayrişahsi ve soyut bir biçimde yeniden üretilmesine atıfta bulunan bir kavram. -ed. n. gibi Marksist açıklamaları tekrarlayarak, kapitalistlerin bile piyasa güçlerine uymaya zorlandığını savunuyorsunuz. Sizce piyasa yasalarının herkesi etkilediğini vurgulamak neden bu kadar önemli?
Marx’ın siyasal iktisada getirdiği eleştirinin bir parçası olarak bunu vurgulamak benim için gerçekten önemli. Kapitalizm eleştirimizi sadece bireysel keyfilikle sınırlayamayacağımızı anlamamız gerek. Elbette Marx, kapitalist işverenlerin tek tek işçilere tahakküm kurduğu ve onları işyerinde her türlü korkunç keyfi müdahaleye maruz bıraktığı fikri hakkında kapsamlı yazılar yazmıştır. Bu, işçilerin kapitalizmde neden özgür olmadıklarına dair hikayenin bir kısmını anlamak için kesinlikle önemli ve bu Marx’ın Cumhuriyetçilerle ortaklaştığı bir şey. Ancak Marx bunun ötesine geçmemiz gerektiği konusunda da ısrar etmiştir.
Kapitalizmde tahakküm aynı zamanda gayri şahsi ya da soyut bir fikirdir; bu da tüm toplumun piyasa zorunlulukları tarafından tahakküm altına alınmasıdır ve bu tek bir kişiye ya da tek bir kapitaliste indirgenemez. İşte bu yüzden, Marx’ın analizinde, diyelim ki iyi kalpli ve işçilerine iyi ödeme yapmak isteyebilecek iyi kapitalistler bile, piyasa tarafından bunu yapmamaya zorlanırlar çünkü aksi takdirde işlerini yürütemezler. Bu piyasa tahakkümü fikri, işyerimizdeki bireysel ilişkilerden daha derin bir tahakküm düzeyini yakalamayı amaçlamaktadır ve her zaman iki tahakküm biçimi arasındaki etkileşimi anlamaya çalışmamız gerekir.
Kitabınızda da açıkladığınız gibi, Marx’ın en bilindik biyografileri, onu 19. yüzyıla yerleştirmenin, Marx’ın geçerliliğini yalnızca o dönemle sınırladığı izlenimini veriyor. Buna karşılık, kitabınızın “Marx’ın düşüncesinin tarihsel bağlamı içinde incelenmesinden çok şey kazanılacağı anlayışıyla” yazıldığını savunuyorsunuz. Neden Marx’ın eserlerini tarihsel bir perspektiften incelemenin ufuk açıcı olabileceğini düşünüyorsunuz?
Genel olarak, siyasi düşünce tarihi alanında bir çalışma yürütürken, düşünürleri kendi bağlamlarına yerleştirmenin temel bir öneme sahip olduğuna inanıyorum. Bana göre bu, o dönemde içinde bulundukları siyasi tartışmaları yeniden inşa etmek ve ne gibi müdahalelerde bulunmaya çalıştıklarını görmek anlamına geliyor ve bunu Marx için yapmak özellikle faydalı. Bildiğimiz gibi Marx, belki de diğer sözde kanonik düşünürlerden çok daha fazla oranda, pek çok katmanda yanlış bir şekilde yorumlanmıştır. Marx’ın durumunda bağlamsalcı bir yaklaşımın yapabileceği şey, bu yanlış yorumlama katmanlarından bazılarının soyulmasına yardımcı olmak ve yazdığı dönemde ne yapmaya çalışmış olabileceğine geri dönmeye çalışmaktır.
Ne yazık ki, yakın dönemde yazılan bazı Marx biyografileri, Marx’ı bir bağlama oturtmanın onu siyasallaştırmanın bir yolu olduğu bakış açısıyla yazılmıştır. Gareth Stedman Jones ve Jonathan Sperber’in biyografileri bazı açılardan değerli olmasına rağmen, Marx’ı kendi bağlamına oturtmanın, onu bir şekilde tarihin tozlu sayfalarında kaybetmeye yol açacağına inanıyor gibi görünüyor.
Tam tersine, bağlamsalcı bir okumanın Marx’ın yalnızca soyut felsefi tartışmalara girmediğini; aynı zamanda siyasi bir aktör olduğunu, siyasi muhalifleri, siyasi müttefikleri olduğunu ve metinleriyle insanları kendi fikirlerine çekmeye çalıştığını ortaya koyabileceğini düşünüyorum. Etrafındaki insanların kim olduğunu ve o dönemde neyi tartıştıklarını anlamadan Marx’ın ne yapmaya çalıştığını tam olarak anlayabileceğimizi sanmıyorum.
Marx’ın çalışmalarının üç farklı evreye ayrılabileceğini ve bu evrelerin Marx’ın kendi döneminin cumhuriyetçi geleneğiyle ilişkilenme biçimine göre farklılaştığını iddia ediyorsunuz. Bu evrelerin neler olduğunu kısaca açıklayabilir misiniz?
Evet, yani ilk aşama Marx’ın en erken siyasi angajmanını temsil ediyor. O sıralar Prusya’nın Renanya bölgesinde bir gazetenin editörüydü. Her ne kadar bu dönemde sıklıkla bir liberal olarak ele alınmış olsa da, bunun kısmen bazı yorumcuların liberalleri cumhuriyetçilerden net bir şekilde ayırt etmelerini sağlayacak tarihsel bağlamı gerektiği gibi ele almamış olmalarından kaynaklandığını düşünüyorum. Ayrıca o dönemde oldukça karmaşık bir siyasi stratejiye sahip olduğunu da fark etmiyorlar.
Dönemin siyasal baskıları sonucu Marx, cumhuriyetçiliğini ve radikalliğini açık edemiyor ve kamusal alanda ifade edilebilir olanla yetinmek zorunda kalıyor. Bununla birlikte, cumhuriyetçiliğe olan bağlılığı kamusal gazeteciliğinde (özellikle de yayımlanmamış özel yazılarında) kendini göstermektedir. Buralarda, ister Prusya monarşisi, ister seçkin Prusya bürokratları, isterse de sansürcüler olsun, keyfi iktidardan duyduğu genel bir endişe görülmektedir.
Daha sonra 1844 yılı civarında cumhuriyetçi tutumundan komünizme doğru yavaş yavaş nasıl geçiş yaptığını ele alıyorum. Marx’ın komünizme geçişinin, dönemin komünizmine geçiş olmadığını vurgulamak benim için önemli; çünkü komünizm o dönemde inanılmaz derecede anti-politikti. Marx’ın yaptığı şey, cumhuriyetçilikten kendisine kalan mirası, yani siyasete ve demokrasiye olan bağlılığını, komünizm anlayışına dahil etmektir. Bence Marx’ın daha sonra yaptığı şey bir tür cumhuriyetçi komünizm kurmak oluyor. Ancak aynı zamanda, bu dönemde, daha radikal siyasi fikirlerinden bazılarının kaybolduğunu da iddia edebilirim; temel olarak, temsil ve kamu yönetimine yönelik bazı erken eleştirileri ilk yazılarındaki kadar açık değildir. Ancak Paris Komünü’nün etkisi altındaki üçüncü dönemde, erken dönem radikal cumhuriyetçi bağlılıkların geri gelerek Marx’ın sosyal cumhuriyet dediği şeyin önemli parçaları haline geldiğini düşünüyorum. Bu da halkın kendi hükümeti ve kamu yönetimi üzerinde kapsamlı bir kontrol ve katılıma sahip olduğu bir cumhuriyettir. Marx, bu siyasi kurumların toplumsal dönüşüm için kesinlikle gerekli olduğunu düşünür. Kanaatimce, bu son aşama onun cumhuriyetçiliğinin ve sosyalizminin daha bütünlüklü bir sentezidir.
Marx’ın çalışmalarında siyasetin ve siyasi kurumların önemini vurgulamakta ısrar etseniz de, onun birçok kez “anti-politik” bir düşünür olarak sunulduğu doğru.
Marx’ın politik olmadığı yönündeki eleştiri beni en çok rahatsız eden eleştirilerden biri çünkü ya Marx’ın çalışmalarıyla çok sınırlı bir ilişki kuruluyor ya da Marx’ın bağlamı anlaşılmıyor. Örneğin 1848 devrimlerine giden yolda, yapmaya çalıştığı şeyin kendi döneminin egemen anti-politik sosyalizm biçimlerine karşı çıkmak olduğu apaçık ortadadır.
Bunlar, ciddi ciddi bir devrimde işçilerin çıkıp cumhuriyeti desteklememesi gerektiğini savunuyorlardı. Bu arada şunu da vurgulamak isterim: Bugün Marx’ın zamanında sosyalizmin ne denli anti-politik olduğunu gerçekten bilmiyoruz. O dönemde pek çok sosyalist, cumhuriyetin de monarşi kadar işe yaramaz olduğunu ve bir şekilde insanlara sosyalizmi barışçıl bir şekilde yaymaya teşvik edecek çeşitli komüniteryen deneyler yapılması gerektiğini düşünüyordu. Marx bunun çılgınca ve tehlikeli olduğunu düşünüyordu ve bu anti-politik unsurlara karşı çıkmak onun en büyük katkılarından biriydi. Bu nedenle, çalışmalarını tarihsel olarak yeniden inşa ettiğimizde, Marx’ın anti-politik bir düşünür olarak kabul edilemeyeceği bana göre açık.
Marx’ın komünist bir toplumda siyasetin rolünün nihayete ereceğine inandığı da ileri sürülmüştür.
Kitabın en sonunda ele aldığım bir sorun bu. Marx’ın siyasete karşı olduğuna dair ileri sürebileceğiniz en iyi argümanın, geleceğin komünist toplumunda siyasetin ve devletin ortadan kalkacağı fikri olduğunu düşünüyorum. Bunun en iyi argüman olduğunu düşünmeme rağmen, yine de yanlış olduğunu düşünüyorum. Yanlış çünkü devletin ortadan kalkması ile siyaseti birbirinden ayırmamız gerekiyor. Marx’ın devletin ortadan kalkacağını söylediği açıktır, ancak bu, ortak kaygılar hakkındaki yetkili karar alma mekanizması olarak tanımlayabileceğimiz siyasetin ortadan kalktığı anlamına gelmiyor. Marx’ın bunun ortadan kalkacağını düşündüğünü gösteren herhangi bir kanıt göremiyorum.
Zaten buna inanmak oldukça saçma bir şey olurdu. Komünist bir toplumda siyasetin devam edeceğine ve etmesi gerektiğine inanmak için cumhuriyetçi temelden yükselen çok güçlü gerekçeler vardır. Bunlar arasında, sınıflı bir toplumu yeniden tesis etmeye yönelik oligarşik dürtüyü tamamen ortadan kaldırabileceğimiz fikrine yönelik cumhuriyetçi bir şüphecilik de yer alıyor. Bu nedenle, toplumun oligarşik tehditlerden korunması için radikal demokratik kurumların gerekli olduğuna inanıyorum.
Sizin de belirttiğiniz gibi, Marx hayatının sonlarına doğru ve özellikle Paris Komünü’nden sonra, sosyalizmi gerçekleştirmek için hangi siyasi kurumların gerekli olduğu sorusuyla ciddi bir şekilde ilgilenmiştir. Marx’ın tahayyül ettiği sosyal cumhuriyetin burjuva cumhuriyetinden farkı nedir?
Öncelikle, bir burjuva cumhuriyetinin Marx’ın düşündüğü türden bir sosyal cumhuriyetle paylaştığı kurumlardan bahsedebiliriz. Genel oy hakkı ve eşit yurttaşlık haklarına bağlılık açısından bunlar birbiriyle örtüşmektedirler. Marx bu kurumların çok önemli olduğunu düşünse de, burjuva cumhuriyetlerinde temsil mekanizmasının işleyiş biçiminin halkı yanlış temsil ettiğine ve halkın sonuçta seçkin bir sınıf tarafından yönetildiğine inanır. Bu nedenle Marx, gerçekten halkın kontrolü altında olan bir cumhuriyeti savunur; bununla, temsilcilerinizi kontrol etmenin önemine odaklanan bir cumhuriyeti kasteder. Özellikle, temsilcilerinize bağlayıcı talimatlar verdiğiniz zorunlu yetki denilen şeyi savunur; temsilcileriniz geri çağrılabilir ve seçimler çok daha sık yapılır.
Savunduğu bir diğer kurum ise devlet bürokrasisinin dönüşümüdür. Halktan ayrık olarak var olan bu seçkin profesyonel yapıya sahip olmaktan ziyade, bürokrasinin büyük bir bölümünü seçimle göreve getirerek, benzer şekilde bu geri çağırma kontrol mekanizmalarına tabi tutulacak olan bu kurumun bir anlamda uygun şekilde halkın kontrolü altına gireceğini düşünüyor. Sanırım bu, bir sosyal cumhuriyetin burjuva cumhuriyetinden ne derece farklı olacağını düşündüğü hakkında bir fikir verir.
Kitabınız, çalışmanızdan hareketle yararlanılabilecek çeşitli kaynaklar öneren bir sonsözle sona eriyor. Bunu akılda tutarak, 19. yüzyılda Marx ve cumhuriyetçilik üzerine yapılacak bir çalışma, günümüzün dayattığı meselelere uygun bir sosyalizm tahayyülünün oluşturulmasına nasıl katkıda bulunabilir?
Siyasetin bazen oldukça araçsal bir anlamda düşünülmesi, sanki siyasi kurumların tasarımı önemli değilmiş ya da sosyalizme ulaşmak için geliştirdiğimiz siyasi kurumların sonrasında pek de önemli olmayacak gibi ele alınması sosyalizm için kesinlikle bir sorun olmuştur. Marx’a cumhuriyetçilik merceğinden bakmanın bana siyasetin aslında toplumsal özgürleşmenin merkezinde yer aldığı anlayışına dair bir kaynak sağlayacağını umuyorum. Burada elde etmeyi umduğum ikinci kaynak ise bugün özgürlüğün ne anlama geldiği konusunda oldukça dar bir anlayışa sahip olduğumuzdur. Özgürlüğü genellikle müdahelesizlik anlamında özgürlük olarak düşünüyoruz; devlet ya da bir başkası bize müdahale etmediğinde özgür oluyoruz; bu fikir iş yerinde özgür olduğumuza inanmamızı kolaylaştırıyor çünkü bu ilişkilere bizi kimsenin zorlamadığını varsayıyoruz.
Kapitalizmin insanları neden özgür kılmadığını göstermek için kullanabileceğimiz daha ilgi çekici bir özgürlük tipinin olduğunu düşünüyorum. Cumhuriyetçi özgürlüğün, özgürlükten anladığımız şey hakkında önemli bir şeyi yakaladığını düşünüyorum. Yani, birileri sizin üzerinizde keyfi bir güce sahip olduğunda, sizi aşağılayabildiğinde, size keyfine göre davranabildiğinde özgür olmadığınızı ve bunu yapmasalar bile, sadece bu güce sahip oldukları gerçeğinin bile -ki cumhuriyetçilerin asıl kıymetli içgörüsü budur-sizi özgür kılmadığını düşünüyorum.
Bence bu, Marx’ın özgürlük konusundaki görüşünün çoğunlukla ihmal edilmiş bir parçasıdır. Bir bakıma, bugün muhafazakârların ve liberallerin özgürlüğün değeri hakkındaki tartışmalara hâkim olmalarına izin verdik. Sosyalistler olarak bunun yeniden sahiplenmemiz gereken bir değer olduğunu düşünüyorum ve eğer bunu yapacak olursak, bence özgürlük kavrayışımızın bir parçası cumhuriyetçi özgürlük olmalıdır.
Notlar
(1) Dan. Stum tvang. İktidarın kapitalist ilişkiler altında gayrişahsi ve soyut bir biçimde yeniden üretilmesine atıfta bulunan bir kavram. -ed. n.
Orijinal Başlık: How Karl Marx Became a Communist
Yazar: Bruno Leipold
Söyleşi: Hugo de Camps Mora
Türkçeye Çeviren: Sümeyye Şahin
Editör: Uğur Şen
Redaksiyon: Bekir Demir