Demo v1.0

5 Şubat 2025, Çarşamba

Beta v1.0

Scorpion ile Felix ve Yeniden Marx

Scorpion ile Felix başarılı olsaydı, onda ısrar etseydi, belki de yayın dünyasıyla bambaşka bir ilişkisi olacaktı. Gitgide daha beğenilen romanlar yazmakla uğraşacaktı mesela, Kutsal Aile’de eleştirdiği Eugene Sue gibi romanlar yazacaktı.

Başlıklar

Marx’ın gençlik romanı Scorpion ile Felix’i 2018 yılında çevirinin politik ekonomisine dair bir çalışma yapabilir miyim, yeni çeviri ve yayın teknolojilerini yeniden yorumlamak için Marx’tan nasıl yararlanabiliriz diye araştırırken keşfettim. Geçmişte okuduğum Marx’ları, altı çizili, kenarları çıkmalı, gençlik yadigarı eski çevirileri kurcalarken bir tesadüf oldu; sahaf Kitap ve Kahve’de Moskova baskılı İngilizce Marx-Engels külliyatı takım halinde buldum, bunları alıp kurcalarken Scorpion ile Felix’le karşılaştım.

Küresel şirketler dünyasında dijital çeviri verilerinin saklanması ve kullanılması konulu makalemizde Marx’tan kısmen yararlandık;1A call for a fair translatiosphere in the post-digital era, Mehmet Şahin-Sabri Gürses, Paralleles, 34(2), Haziran 2023. o sırada GPT’ler, LLM’ler yeni yeni çıkıyordu, yabancı çeviribilimcilerin şimdilerde tartışmaya başladığı bazı temaları ilk olarak söylemiştik, ama makaleyi hemen yayınlamadılar, süründürdüler, sonra baktık bizim bahsettiğimiz konular makalemiz okunmuş gibi parça parça başka yerlerde dile getiriliyor. Makaleyi zaman içinde değiştirerek yayınlayabilmemiz birkaç yıl sürdü –çeviri yayıncılığının yeni koşullarda alabileceği şekiller ve önlemler açısından önemli öneriler var makalede.

Bu arada, Scorpion ile Felix’i Marx’ın ne denediğini anlamak için çevirdim. Bu roman girişiminin diğer yarım işler, Grundrisse, 1844 Elyazmaları gibi metinler kadar konuşulmamış olmasına çok şaşırdım. Eser ilk kez Türkçede ya da Türkçede ilk kez keşfedilmiş değil, yirminci yüzyıl sonunda İngilizce, İtalyanca ve İspanyolca çevirileri yapılmış, ama nedense özel bir tartışma-konuşma alanı yaratmamış. Oysa, en basitinden, Marksist kültürel incelemeler içinde, Marksist edebiyat anlayışı içinde bir tartışması olmalıydı. Romanı ilk inceleyenlerden biri olan Mihail Lifşits’in sanat felsefesi konulu bir çalışması İngilizceye hem de Eagleton’ın önsözüyle (ve Türkçeye, Murat Belge tarafından; Kuzey, 1984; Fol Kitap, 2019) çevrilmiş olduğu halde bu romanın ıskalanmış olması başlıbaşına bir konu. Burada Bahtin’e bakışımızı bile değiştiren bir durum var. Çeviriye yazdığım önsözde metnin Sovyetlere uzanan tarihini bu çerçevede ele aldım (“Başka bir Marx mümkün,” Scorpion ile Felix, Karl Marx, Src Kitap, Aralık 2024).

I

Marx’ın girişiminin tarihsel bağlamını anlamak için 19. Yüzyıl sonunda mizahın nasıl bir yere sahip olduğuna bakmakta da yarar var. 7 Mayıs 1877 günü, Osmanlı’nın Birinci Meşrutiyet Meclisi’nde “Matbuat Nizamnamesi” tartışılıyor. Nizamnamenin sekizinci maddesi şöyle: “Mizah gazete ve dergilerinin neşri memnudur. Memalik-i Şahanede mizah gazete ve mecmuaları neşredilemez ve hariçte intişar edenlerin ithali memnudur.”

“Madde okunduğu zaman Edirne mebusu Rasim Bey söz alıyor: “Efendim… Bu ne demektir? İnsanlar, dünyaya geldikleri günden beri düşünmek, gülmek, ağlamak gibi hâdisatın üzerlerindeki tesirlerini ifade ve tecelli imkânına sahiptirler. Bu haklarını ellerinden nasıl alırsınız? Gülmek ve düşünmek men edilebilir mi?

Matbuat Müdürü Macit Bey: Efendim… Mizah gazeteleri ve mecmuaları lüzumsuz ve faydasız olduğu gibi zararları da azîmdir. İsbat edeceğim. Malumdur ki gazetelerin iki vazifesi vardır: Birincisi hakların muhafazası, ikincisi mürebbiliktir. Bu gibi mühim mesâilde yâvegûluk, soytarılık ve hoppalığın ne lüzumu var? Avrupa’da dahi mizâha karşı devletlerin tedbirler aldığını görüyoruz. Resimler insanların hissiyatını âlî mülâhazalara sevkedermiş. Hangi resimler? Açık-saçık resimler mi? Devleti tenkid eden hayali resimler mi? Değil gençlerin, yaşlı başlı kimselerin dahi nasıl yoldan çıktığını görüyoruz. Sonra daha mühimi bunlar, devletin siyasiyatını öylesine tenkid ve teşbihlerle cinâslar yaparak o hale getirirler ki halkda devlet vekar ve ciddiyet mefhumu pâyimâl olur. Hukemâ bundan müştekîdir. Mizâha ait resimler ki, bunlara frenkler karikatür demektedirler, terbiye-i siyâsiyeyi de rencîde ediyorlar. Geçenlerde, mağlub olan bir devletin ordusunu, galibin bacakları arasından geçiren bir resim neşrettiler. Bir diğeri kanatlı merkep yapıp uçurmuş. Bu resme bakanlar hâşâ, merkebi melek mi zannedecekler? Böyle türrühât ve haşviyattan memleket ne fayda görür? Bu itibarla mizâh gazete ve mecmualarının neşri ve böyle nâbecâ resimler yapılması suret-i kat’iyede men’edilmelidir.

Hasan Fehmi Efendi (İstanbul mebusu): Efendim… Bazı nâbecâ resimler neşredildi diye mizâh gibi, beşerî tefekkürün kadim devirlerden beri mergub olmuş nüktedânlığı toptan reddetmek, bir kısmı mikroplu diye hiç su içmemiye benzer” (Nelere Gülerlerdi, Cemal Kutay, Türk Kitaplığı, 1970).

II

Marx’ın hayattayken yayınevleriyle kurduğu ilişkilerin tarihi pek incelenmemiş, ama eldeki bilgileri yan yana koyarsak şöyle bir manzara çıkıyor: Şiirlerini, yarım kalmış romanı Scorpion ile Felix’i rafa kaldırdıktan ve üniversitede kadro bulamadıktan sonra, gazete yazarlığı yapmaya başlıyor Marx. Bunun için 1842’de gittiği yer Rheinische Zeitung/Rhein Gazetesi adını taşıyan gazete; zamanla yazarlıktan editörlüğe yükseldiği, liberal, sol eğilimli küçük bir gazete. Engels de makalelerini burada yayınlıyor. Sansür kurulunun 1843’te kapattığı bu gazeteyi, 1848 yılında Marx tekrar canlandıracak; gazete Neue Rheinische Zeitung, yani Yeni Rhein Gazetesi adıyla, bu kez Komünist Birliği için yayınlanacak. Marx’ın bu gençlik döneminden iki tasviri var; ikincisi bu gazetede sansür tarafından eli kolu bağlanmış Prometheus olarak tasvir edildiği, etkileyici bir çizim.

Marx’ın kapısını çaldığı ilk yayınevi, Rütten & Loeing Yayınevi. Engels’le birlikte yazdıkları Die heilige Familie/Kutsal Aile 1845 yılında burada basılıyor. Kutsal Aile’nin burada basılması ilginç, çünkü yayınevi bu kitabın eleştirdiği aile tam da burada; Bauer, Eugene Sue vd.leri de yayınlanıyor burada, tam bir aile kitabı o yüzden. Yayınevinin büyüdüğü söylenebilir; 20. yüzyılda Oswalt ailesi tarafından sürdürülüyor ve Naziler yayınevine Aryanlar adına el koyuyorlar, Nazilerden sonra aile yayınevini tam olarak geri alamamış.

Aynı yıl, 1845’te Engels İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu’nu Feurbach, Stirner vd.lerinin yayıncısı olan Otto Wigand’a yayınlatıyor. Bu yayıncı daha sonra, 1865’te Kapital’in ilk baskısına da katkıda bulunacak.

Marx ile Engels’i üç yıl sonra Brüksel’deki Komünist Birliği için yazdıkları Manifest der Kommunistischen Partei/Komünist Parti Manifestosu’nu Londra’daki Alman matbaacı J.E. Burghard’a bastırırken görüyoruz. 46, Liverpool Street, Bishopsgate’te basılan kitap orada pek bir etki uyandırmasa da, Bund der Kommunisten’in, bir bakıma partinin kurulmasını sağlıyor.

Marx 1850’de, Neue Rheinische Zeitung’ta Fransa’da Sınıf Mücadeleleri’ni yayınlıyor.

1852’de Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Joseph Arnold Weydemeyer’in New York’ta kurduğu Die Revolution dergisinde yayınlanıyor. Weydemeyer bir asker, Marx’la 1840’larda Rhein Gazetesi’ni okuyarak tanışmış ve daha sonra Komünist Birliğe katılmış. Brumaire’in İngilizce çevirisi New York Daily Tribune’de 1861’de çıkıyor.

1865’te Engels Prusya askeri sorunu ve Alman İşçi Partisi adlı bir çalışmasını Otto Meissner’e yayınlatıyor. 1867’de Kapital’in ilk baskısını yapan yayıncı Meissner oluyor. Marx öldükten sonra Engels Kapital’in 2. Cildini 1885, 3. Cildini de 1894’te Meissner’e yayınlatıyor.

Bu kitapların hiçbiri, bilindiği gibi, büyük satışlar getiren, hatta büyük okurlar getiren yayınlar değil elbette. Yayıncıların hepsi de orta karar, kendilerini sosyal mücadeleye ya da kültüre adamış kişiler. Büyük sermayeler, bankalar, okul müfredatı yayıncıları vs. yok aralarında. Marx tümüyle sol, entelektüel çevreden, uluslararası sosyalist mücadelenin içinde olan yayıncılarla çalışıyor. Kitaplardan kazandığıyla geçinmiyor; Engels’in ve karısı Jenny’nin desteğiyle sürdürülen bir hayat. Böyle bakınca ilginç: Scorpion ile Felix başarılı olsaydı, onda ısrar etseydi, belki de yayın dünyasıyla bambaşka bir ilişkisi olacaktı. Gitgide daha beğenilen romanlar yazmakla uğraşacaktı mesela, Kutsal Aile’de eleştirdiği Eugene Sue gibi romanlar yazacaktı. Diğer yandan, Rus devrimciler aşırı bir ilgi göstermeseydi çalışmalarına, dünya tarihine etkisi belki bir Proudhon kadar olacaktı.

III

Bu spekülasyonlardan bizi daha yakından ilgilendiren başka konulara geçmek mümkün belki de: Kültürel iktidarın kimde olduğu tartışmalarına. Türkiye’de yakın zamana dek kültürel iktidarın solda olduğu, sağın bunu ele geçirmeye çalıştığı bir söylem kalıbı olarak yerleşmiş gibi. Ama durum pek böyle değil aslında. Solun kültürel iktidarının karşısında sağ yoktu, solun toplumcu kültürel iktidarı Sovyetlerin dağılması sonrasında güçten düştü, ezildi. Onu ezen iki şey oldu, birincisi birdenbire hayal kırıklığına kapılmış gibi yapan, toplumsal çalışmalarda bireyliğin ihmal edildiğini, kendilerini büyük toplumsal davalara adayıp insanlıklarını unuttuğunu iddia eden solcular; ikincisi, bu hayal kırıklığından yararlanan, bunun tadını onları devşirerek çıkartan sermaye. Kültür ortamının bütün ruhunu değiştiren, seksen öncesiyle bağını kopartan şey “büyük” sermayenin kültüre girmesi, şık dergiler, holding ödülleri, gazete ve eğitim kampanyaları, reklamcılık ve banka yayıncılığıyla gelen bir monetizasyon dalgası oldu. Bunu tam olarak anlamak için sol yayıncılığın seksen sonrası dönüşümünü, yetmişlerden günümüze kalan ve seksenlerde yükselen yayınevleriyle birlikte incelemekte yarar var. Bugün yayın sektöründeki aydınların, çevirmenden editörüne, dizgici ve dağıtımcısına kadar herkesin içinde yaşadığı güvensiz çalışma ortamı böyle şekillendi. Şimdi, toplumsal bir davası, toplumcu bir talebi olmadan, piyasa odaklı bir kültürcülük içinde sürüklenip gidiyor yayıncılık. Ve yayın dünyasındaki sermaye yapılanması hakkında elle tutulur bir çalışma yok –o eski “halk edebiyatı-divan edebiyatı” kalıbına benzer kalıplarla idare ediyor, Bourdieu’lardan vs. vs. izdüşümler, yabancı incelemelerden soyutlamalar yapıyoruz. Şöyle bir soru dönüyor kafamda: Marx bugün Türkiye’de hangi yayınevleriyle çalışırdı? Ya da bir Marx kimlerle çalışırdı? Gülünç göründüğü kadar ciddi bir soru bu: Marx basmayı, Marx okumayı övmeyecek, bu oyunu oynamayacak bir büyük sermaye yayıncısı var mı? Marx’ın mizah ya da edebiyatını bize metinsel bir oyun olarak yorumlatmalarına, Marx’ı sosyalizmden arındırmalarına engel olmak mümkün mü –yoksa sermayenin Engels rolünü üstlenebileceğini mi varsayacağız?

IV

Bizim kuşaktan, yetmiş doğumlulardan birçok çocuk yayın ortamının bu dönüşümünü adım adım yaşadı –deyim yerindeyse, Orhan Kemal’ler, Gorki’lerden Yüzüklerin Efendisi’ne geçtik. Ben de toplumcu, sosyalist bir Türkiye fikrine hayatını veren bir ailede yetiştim. Seksenlere otuzlu yaşlarında TİP, TÖB-DER, MADEN-İŞ, TÜM-DER üyesi olarak girdiler, sekiz yaşında bir çocuktum o sırada, toplumcu bir kütüphane-evin ortasına doğmuştum. Yazdıkları, 1977 Yunus Nadi Ödülü’nü alan Dünya’da ve Türkiye’de Gençlik adlı sosyoloji çalışması gerçekten insanca bir kültürün, gençlerin yeteneklerini özgürce, kaygısızca geliştirebileceği bir dünyayı yaratmanın mümkün olduğunu savunuyordu. Ama o inancın önemli bir dayanağı, Sovyetler Birliği 1991’de dağıldı ve sermaye kültürü iyice yerleşti hayata. Babamla annem Bizim Ofset matbaasını, Sosyalist Yayınlar’ı kurup inançlarını yaşatmaya çalıştılar, ama çok geçti, yeni hayatla uyumsuzlukları kansere dönüştü bedenlerinde ve genç yaşta, ellilerinde, kararlı toplumcular olarak çekip gittiler. Bu arada beni de uyumsuz bir roket gibi indirmiş oldular bu dünyaya; kaygılı çocukluk, yalnızlık, yoksulluk derken şiir kurtardı beni vs. vs. O zamandan beri onların başlattığı kültür birikimi, dilsel eğitim ve öğrettikleri halk sevgisiyle yararlı, beni hayatta tutacak işler yapmaya çalıştım. Edebiyat çevirmenliği ve bilimle ilgilenmek toplumla ilişkimde dengeyi sağlar diye umdum, çeviribilimi de yeni bir sosyoloji olarak gördüm. Çeviri incelemeleri, çeviribilim toplumumuzu anlamak için iyi bir araç olabilir, çünkü içinde yaşadığımız kültür baştan aşağı çevirinin ürünü sayılabilir, diye inandım. Sonuçta ilk Budist çevirilerden beri çeviri Doğunun başkahramanı.

V

Bu başkahramanı, bir diğer güncelliğini yitirmemiş ya da yine kazanmış kahramanla birlikte, 1877 meclis tartışmasında görmek anlamlı. Tartışma sırasında önce Rusya’nın adı geçiyor, sonra yasakların yol açabileceği kasıtlı, yanlış ya da yanıltıcı çeviriler sorunu dile getiriliyor:

“Rasim Bey (Edirne mebusu): Macit Beye uzun cevab vermiyeceğim: Huzurunuzda soruyorum: Bana bir Avrupa memleketi göstersin ki, mizâh mecmua ve gazetelerini yasak etmiş olsun… Bir misâl versin. Veremez… Amma ben kendisine haber vereyim ki, dünya yüzünde bir tek memleket mizâh gazetelerini yasak etmiştir. O da Rusya’dır. Hükümet nereden ilham alarak mizâh matbuatını yasak etmek istiyor? (Şamatalar ve müdahaleler.)

Vasılaki Bey (İstanbul mebusu): Efendim… Diyelim ki biz men ettik, memâlik-i Osmaniyede mizâh gazeteleri çıkmadı. Avrupa’dan gelenleri nasıl sokmıyacaksınız? Yasak ettik diyelim. Emin olun yine okunacak, hiç olmazsa resimlere bakılacak, lisan bilenler içinde efkâr-ı fâside sahipleri yanlış tercüme ederek büsbütün fenalık yayılacak. Teessüf ederim. Bunlar asırlarca evvel halledilmiş meselelerdir.”

Bu tartışmadaki güncellik, yani Rusya’nın, sansürün ve çeviri kültürünün güncelliği Marx’ın girişimine ya da başlangıcına ayrı bir anlam katıyor. Rusya’yla bu tekerrür incelemeye değer.

Babamla annem doğduğumda Devrim adını koymuşlar bana, sonra ben ilkokulda okurken tehdit telefonları gelmeye başlamış, o zaman başıma bir şey gelmesin diye mahkemeye gidip dedemin Çanakkaleli ulema dedesinden gelen Sabri adını vermişler bana. Bu Marx çevirisinde Devrim adını geri almaya karar verdim. Yaşadığımız ortamda, sermayenin serseme çevirdiği yayın ve kültür dünyamızdaki haksızlıklar karşısında, yaşadığım haksızlıklar karşısında başka bir yol göremiyorum. Şaka bir yana…

EK

Yeni Dergi’nin 1969 yılındaki bir sayısı toplumcu dönemde Marx’ın kültürümüz içindeki yerini göstermek açısından yararlı olabilir. Paul Lafargue’nin yazısında Marx’ın sadece şiir yazdığından bahsediliyor.

 

Notlar

(1) A call for a fair translatiosphere in the post-digital era, Mehmet Şahin-Sabri Gürses, Paralleles, 34(2), Haziran 2023.

 

Editör: Bekir Demir