Sanırım Covid-19 Pandemisinin başladığı 2020 yılının ortalarıydı. Doğup büyüdüğüm ve hala aile bağlarımın ve bağlılığımın sürdüğü ve orada olumlu olumsuz ne olduysa kulak kabarttığım köyüm olan Antalya, Elmalı, Tekke Köyü’nün 80’li yılların başında kurulmuş inanç temelli derneğinin var olan yönetimini (esas olarak da başkanını) mevcut yönetmelikler ve dernek tüzüğüne uygun bir şekilde yönetimden uzaklaştırma girişimleri başlamıştı. Derneğin aktif üyesi olmasam da mevcut yönetime alternatif olma çabasıyla yola çıkmış görece genç adayların talebi üzerine uzaktan da olsa sürece müdahil olmak durumunda kalmıştım. Hem pandeminin özgün koşulları hem de mekânsal olarak uzakta yaşıyor olmam nedeniyle gelişen olayların tam olarak içinde sayılmazdım. Whatsapp grupları, kişisel yazışma ve haberleşmeler yoluyla dilim döndüğünce ve bilgimin ve deneyimimin sınırları çerçevesinde yeni yönetim kurulu adaylarına ve kalabalık sayılabilecek muhalif üyelere yer yer uyarılar ve tavsiyelerde bulunuyordum. Onlar zaten hedeflerini ve stratejilerini çoktan belirlemişler, derneğin misyonu ve köyün ihtiyaçları çerçevesinde hem ilkeleri hem de neyi yapıp neyi yapamayacaklarını büyük ölçüde netleştirmişlerdi. Ben her ne kadar köyde doğup büyümüş ve köyün sorunlarına ve ihtiyaçlarına duyarlı bir “okuryazar” kişi olsam da, köyün sorun ve ihtiyaçlarını onlar kadar bilme şansım yoktu. Hele ki köy içindeki ayrışmaları, klikleşmeleri ve bunların sosyolojik ve psikolojik dinamiklerini onlar kadar bilmem mümkün değildi.
Yeni yönetim adayları kuşkusuz ilkelerini, hedeflerini ve vaatlerini şekillendirirken mevcut yönetimin eksikleri, hataları, hukuksuzlukları ve yolsuzluklarına itiraz ederek yola çıkmışlardı. Öyle ya mevcut yönetimde her şey yolunda olsa onun alternatifine neden ihtiyaç duyulsun? Derneğe katkı sunmak isteyenler mevcut yönetime gider “bizi de sayın, ne gerekiyorsa sizinle beraber yapalım” der ya da mevcut yönetimin icraatlarını sessizce onaylayarak yola devam ederlerdi.
Mevcut yönetimin yanlışları çoktu. Her şeyden önce uzun yönetim süreci boyunca neredeyse taş taş üstüne koyulmamıştı. “Bir dernek, bir köyde hangi taşı neyin üstüne koyar?” demeyin. Derneğin bağışlar başta olmak üzere kaynakları mevcut ve bu kaynak ve desteklerle çok şey yapılabilir, daha önceleri de yapılmıştır. Öncelikle köyün tarihi bir türbesi ve türbenin içinde bulunduğu bir “dergâh” var ve bu dergâha Alevi-Bektaşi inancına sahip binlerce insan her yıl ziyarete geliyor, ayni ve nakdi bağışlarda bulunuyor. Hiç değilse dergâhın içinde bulunduğu mekânların çehresini düzeltmek bu bağışlar sayesinde mümkün olabilirdi, ancak olmamış, olamamıştı. Zira bağışlar belli ki kişisel menfaatler için kullanılmış; bu konuyla ilgili bir dava halen sürdüğü için fazlaca bir şey söylemek uygun düşmez. Velhasıl yeni yönetim adayları, mevcut yönetime dair bütün bu iddialara dayanarak ve kendi vaatlerini öne sürerek yapılacak ilk genel kurulda aday olacaklarını açıklamışlar ve köy sakinleriyle dernek üyelerine çağrı yapmışlardı. Zira derneğin yeni yönetiminin kimlerden oluşacağı sadece dernek üyelerini değil, köyün tümünü ilgilendiriyordu.
Hatırlayanlar olacaktır, pandemi koşullarında salgının hızını azaltmak için dernek, parti, vakıf vs. gibi tüzel kuruluşların rutin kurul toplantıları da bir süre ertelenmek zorunda kalınmıştı. Yasal zorunluluk nedeniyle dahi olsa, toplanmaya dair bu zorunluluklar pandemi nedeniyle bir süre askıya alınmıştı. Bu erteleme kararından da istifade ederek mevcut yönetim derneğin yapılması gereken genel kurul toplantısını sürüncemede bıraktı. Bir nevi krizi fırsata çevirdi. Bu süreçte çetrefilli pek çok ayak oyunlarıyla yeni yönetim adaylarını ya zor durumda bırakmaya ya da seçimi kaybedeceğini anladığı anda da yönetimi devretme konusunda ayak diremeye çalıştı. Bu ayak diremeler öyle bir hal aldı ki, iş deyim yerindeyse “karakolluk” oldu.
Bu aşamada mevcut yönetim/başkan bir yandan hem kendi hem de derneğin sosyal medya hesaplarından hamaset dolu açıklamalar yaparak yeni yönetim adaylarını karalıyor, diğer yandan da olayı ilçe kaymakamına ve valiliğe kadar götürüyordu. Maksat belliydi, başkan arkasına köy halkını alamadığı, daha doğrusu halkın desteğini yitirdiği için devletin ve kolluk güçlerinin gücüne yaslanmaya çalışıyordu. Bu gücün desteğini elde edebilmek için bir yandan kaymakama gidip dernek genel kurulunun neden yapılmaması gerektiğini anlatmaya çalışıyor, diğer yandan pandemi sırasında uygulanan sokağa çıkma yasakları sırasında bir araya gelerek her dini bayramda yapılan “türbe ziyareti”ni yerine getiren yeni yönetim adaylarını pandemi koşullarını ihlal ettikleri gerekçesiyle jandarmaya şikâyet ediyordu. Tabii ki ben bütün bu olup bitenleri uzaktan izliyordum. Mevcut başkan işi o noktaya getirdi ki yeni yönetim adaylarına dışarıdan yol göstererek destek olan dönemin köy sağlık ocağının aile hekimini ve bir köy öğretmenini “bir siyasi parti üyesi gibi çalışarak ortalığı karıştırmakla” itham ederek şikâyet etmişti. Bununla da yetinmeyerek köyün asayişinden sorumlu jandarma komutanlığına durumu bildirmişti. İş o boyuta ulaşmıştı ki, yeni yönetim adaylarının prensipte bir başkan belirlemeyip, yönetim kurulu belirlendikten sonra kendi aralarından belli bir süreliğine başkan belirleyeceklerine dair alınan ilke kararını da “eş başkanlık” iması şeklinde algılayarak valiliğe yazılı bir dilekçeyle PKK ile bağlantının delili olarak sunmuştu. Yeni yönetim adaylarının genel kurul öncesinde hazırladığı bildirgeyi de benim hazırladığımı belirterek valiliğe bu durumu da şu şekilde bildirmişti: “Söz konusu duyurunun metnini hazırlayan da PKK destekçisi olduğu sabit görülen ve görevinden ihraç edilen TEZCAN DURNA’dır. Bu hususta Tekke Köyü muhtarı ……. şahittir.” Bu şikâyet dilekçesinden benim olaylar olup bittikten bir hayli zaman sonra haberim oldu.
Nihayetinde genel kurul toplandı ve yeni yönetim seçimi kazanarak eski yönetimden görevi devralma aşamasına geldi. Devir teslim de elbette kolay olmadı. Yeni yönetim derneğin kullanıcı adı, şifresi, üye listesi ve gelir gider pusulasına dair belgeleri devralmakta epey güçlük yaşadı. Neyse ki görevi devralan yeni yönetim halen görevinin başında ve vaat edilen pek çok şeyi hayata geçirdi, yoluna devam ediyor. Bir not, hakkımda “PKK destekçisi olması nedeniyle görevinden uzaklaştırıldı” diyerek valiliğe şikâyet mektubu yazan eski dernek başkanı benim öz be öz kuzenimdir. Bu olaylar yaşandığından bu yana kendisiyle yüz yüze gelmedik. “Ağacın kurdu kendinden olurmuş” demek yeterli olur mu bilemiyorum.
Böylesine uzun ve çetrefilli, bir o kadar da etkisi ve temsil kabiliyeti sınırlı bir köyü ve köyün içindeki belli bir grubu ilgilendiren bu olaylar dizisini bu noktaya kadar bir sebeple okuduysanız, asıl nereye varmak istediğimi göreceksiniz. Belki ilginizi çekti diye, belki de “yazar nereye varmaya çalışıyor acaba?” diye meraktan okumuş olabilirsiniz yazının buraya kadar olan kısmını. Elbette sırf hikâye olsun diye anlatılmadı bunca olay. Ülkenin son on yılını bilinci yerinde olarak yaşamış herhangi sıradan/apolitik yurttaş dahi nereye varmak istediğimi sanırım çoktan anlamıştır. Zira buradaki eski dernek başkanının isminin, kimliğinin, mezhebinin, inancının, etnik kimliğinin ne olduğundan bağımsız olarak bu devrin başat bir politik figürü olduğunu çoktan anlamışsınızdır. Bu olaylar yaşanırken yaklaşık bir yıl önce 2019 yerel seçimleri yapılmış ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı ana muhalefet partisi adayı tarafından iki defa kazanılmıştı. Birinci seçimin ardından iktidar partisinin İstanbul İl Başkanının Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçiminin iptalinin gerekliliğine insanları ikna etmek için dile getirdiği “hiçbir şey olmadıysa bile bir şeyler oldu” sözü hâlâ en sıradan insanın bile hafızasına kazınmış durumda. Köy derneğinin eski başkanının başkanlığı kaybetmemek için çevirdiği bütün numaralar, yüz yüze baktığı en yakınlarına bile attığı iftiralar, bu olaylar yaşandığı sırada bana mevcut iktidarın iktidar taktiklerine çok benzer görünmüştü. Elbette daha yaşanacak çok şey varmış ve bu eski dernek başkanının yönetimde kalma stratejisi şimdilerde yoğunluğu görece azalmış olan “mutlak butlan” kararıyla kayyım olarak CHP’ye atanması beklenen Kılıçdaroğlu’nun stratejisine daha çok benziyormuş diye düşündürdü. Eski dernek başkanı da yitirdiği halkın desteği yerine devletin kendisini bir nevi “kayyım” olarak atamasını beklemiş ama beklentisi yerine gelmemişti. Kılıçdaroğlu’nun kayyım olarak CHP’nin başına geçip geçmeyeceği halen belli değil. Ne var ki bunun bir provası CHP İl Başkanlığı’na Gürsel Tekin’in kayyım olarak atanmasıyla yapıldı. Eğer bu provada az da olsa bir başarı emaresi görülseydi, Kılıçdaroğlu’nun kayyım olarak atanmasına garanti gözüyle bakılabilirdi.
Bugün geldiğimiz noktayı anakronizm riskini göze alarak mevcut iktidarın ve dahi dünyadaki tüm otoriter iktidarların toplumun kendisine destek vermeyen tümünü muhtelif yol ve yöntemlerle “kapolaştırma”1Kendisi de kamptan sağ olarak kurtulan Yahudilerden olan İtalyan yazar Primo Levi, Boğulanlar Kurtulanlar adlı anı kitabında Kapo kavramını Nazilerin Auschwitz toplama kampındaki işbirlikçi Yahudiler için kullanır. Levi, kamplarda kapoların varlığını, ahlaki yargının askıya alındığı “gri alan” kavramıyla açıklar. Kapolar, hem mahkûm hem de baskı aygıtının temsilcisi oldukları için ne tamamen kurban ne de tamamen faildirler. Levi’ye göre bu, totaliter sistemlerin bilinçli stratejisidir: baskıyı yalnızca dışsal olarak değil, kurbanların içinden seçilen aracılar üzerinden de yeniden üretmek (Levi, 1996: 38-39). stratejisi şeklinde değerlendirmek mümkündür. Kimdir Kapo? Kapo Nazi toplama kamplarında en pis işleri yapan, yapmaya gönül indiren, hem cinslerini gözünü kırpmadan öldürebilen, onlara en acımasız işkenceleri edebilen Yahudilerdir. Kendisi de Auschwitz Toplama Kampından bir şekilde sağ kurtulan, ancak bu kurtuluşun suçluluk duygusundan ömrü boyunca kurtulamayıp nihayetinde intihar eden İtalyan Yahudisi Primo Levi anılarında bir cümlesinde Kapolardan şöyle bahseder:2Levi, Primo (1996), Boğulanlar Kurtulanlar, (Çev. Kemal Atakay), İstanbul: Can Yayınları, s. 38.
1943 yılının sonuna kadar bir Kapo’nun herhangi bir tutukluyu döverek öldürmesi seyrek rastlanan bir olay değildi.
2000’li yılların başında İtalyan siyaset felsefecisi Giorgio Agamben çok çarpıcı saptamalarda bulunduğu bir kitap yazmıştı ve bu kitap Türkiye akademiyasında da pek çok çalışmaya ilham verdi. Kitabın orijinal adı “Homo Sacer”. Türkçeye Kutsal İnsan3Agamben, Giorgio (2003), Kutsal İnsan, Egemen İktidar ve Çıplak Hayat (Çev. İsmail Türkmen), İstanbul: Ayrıntı Yayınları. olarak çevrildi. Agamben, bu kitabında ve diğer çalışmalarında aslında bir istisna mekânı olan “kampı” modern siyasi toplumun bir paradoksu olarak değerlendirir ve aslında kampın günümüz modern toplumlarında bir istisna olmaktan çıkıp kural haline geldiğini dile getirir. Kamp, hukukun askıya alındığı ama aynı zamanda paradoksal olarak mutlak biçimde işlediği mekândır. Burada “çıplak yaşam” (bare life), yani yalnızca biyolojik varoluşa indirgenmiş insan, siyasal öznelliğini kaybeder ve gücün sınırsız, aracısız, ölçüsüz ve fütursuzca üzerinde uygulandığı saf bir bedene dönüşür. Bu noktada Agamben, Levi’nin anılarında yer verdiği “Kapo” öznesinden faydalanır ve toplumsal alandaki normatif olarak oluşturulan gri alanı bu öznenin varoluşsal ikileminden yola çıkarak tanımlar. Burada kapoyla etkileşim içinde bulunan asıl özne kutsal insan yani “homo sacer”dir. Agamben’in “homo sacer”i öldürülebilir ama kurban edilemez kişidir; hukuk tarafından hem dışlanır hem de içine alınır. Kamp ise bu paradoksun mekânıdır: Hukukun askıya alındığı, ama aynı zamanda mutlak biçimde işlediği istisna alanı. Auschwitz, bu mantığın en uç ifadesidir, ancak Agamben’e göre günümüzde bu mantık göçmen kamplarından havaalanlarına, sınır bölgelerinden kentsel gözetim alanlarına kadar yayılmıştır.
Günümüzde bu alanları daha da genişletmek mümkündür artık: Fabrikalardan maden ocaklarına, üniversitelerden kent meydanlarına, dizi setlerinden televizyon kanallarına, haber kuruluşlarından devlet dairelerine, AVM’lerden tatil beldelerine uzanan bir dizi mekân artık bir kamp mantığıyla deneyimlenmektedir. Zira bütün bu mekânlar deneyimlerken aynı anda hem homo sacer hem de kapo olma ihtimaliniz çok yüksektir. Kamp artık bir mekânla dahi sınırlı değildir bence; artık zihinler, algılar, ahlaki normlar, dini inançlar, kimlikler bizatihi kampa içkin olan hukukilikle hukuk dışılığın bir arada işlediği ve istisna olanın kural haline getirilerek içselleştirildiği mekânsal düzleştirmenin konusu haline gelmiştir. Bu istisnanın kural haline getirildiği tüm toplamsal alanın kamplaştırılmasıyla karşımıza çıkan zihinsel ve bilişsel kapolaştırma sürecini ise otoriter yönetimler esas olarak kimlikler üzerinden sürdürmektedir. Kendisine karşı oluşmuş ya da oluşma ihtimali olan siyasal bir bloku, bu blokun içindeki farklı yaralı kimlikleri kaşıyarak, onları birbirine karşı düşürerek nihayetinde her birine ya da bazılarına bir sahte (psudo) politik öznellik payesi vererek onları “kapo”laştırmakta ve politik olarak etkisiz hale getirmektedir. Bu uygulamaları muhalif partilere karşı bir kriminalleştirme bir muhatap alma şeklinde süren salınım süreçlerinde en net haliyle görürüz. İktidar açısından kamusal alandaki bütün politik, toplumsal ve ekonomik aktörler üzerinde hukukun sınırsızca uygulanabileceği “homo sacer”lerdir. Bunların bazıları aralarından seçilerek, kullanışlı kapolara dönüştürülebilir. Bu tamamen iktidarın tasarrufundan kaynaklanan ve konjonktüre göre değişebilen keyfi bir seçim sonucunda ortaya çıkar. Yeri gelir Ana Muhalefet Partisi liderinin eli yumuşama ihtiyacının muhatabı olarak sıkılabilir, yeri gelir korkunç bir “suç örgütü lideri” denilerek hukukun ve kolluğun hedefi haline getirilebilir. Eski Ana Muhalefet lideri yeri geldiğinde terör örgüt-lerinin işbirlikçisi olarak yaftalanır yeri gelir, bir kimlik siyasetinin en başat öznesi olarak öne sürülerek mevcut ana muhalefet liderinin karşısına dikilebilir. Burada kimin siyasal aktör kimin Kapo olacağının kararı muktedirin değil, bu teklifin kendisine yapıldığı kişinin seçimidir artık. Zira muktedirin seçimi tamamen keyfidir ve sorgulanamaz, o seçimini çoktan yapmıştır zaten.
Bu kapolaştırma olayını CHP İstanbul İl Başkanlığına kayyım atanması süreci üzerinden sistematik olarak analiz etmek mümkündür. Belediyelere atanan bütün kayyımları elbette kapo olarak adlandırmak yerinde olmaz. Zira buradaki kurduğumuz analojiyi içeri ve dışarı ayrımından yola çıkarak değerlendirmek ve bu değerlendirmeye belli bir mesafeyle yaklaşmak gerekir.
Kapolar ve Kayyımlar Arasındaki Analojik Mesafe:
CHP İstanbul İl Yönetimi’ne kayyum olarak atanan Gürsel Tekin ve diğer üyeler, kapo metaforu bağlamında “içerden aracı” olarak düşünülebilir. Kapo gibi onlar da örgüt içinden seçilmemiş, dışarıdan (mahkemeden) atanan yöneticilerdir. Bu, Levi’nin gri alan kavramı ile doğrudan örtüşür: arada kalan, ne tam kurban ne tam fail pozisyonu. Gürsel Tekin, bir zamanlar CHP’nin en etkili politik figürlerinden olmasına rağmen yeni parti yönetimiyle birlikte bu etkisini yitirmiş ancak yine de ne içerde ne de dışarda denilebilecek, yani esasında gri alanda var olmaya devam eden bir CHP’li politik figürdür. Bu anlamda aslında kapo figürüne tam da denk düşen bir isim olarak karşımızda durmaktadır.
İstisna Mekânı / İstisna Hâli (State of Exception):
İl yönetiminin görevden alınması, hukukî süreçlerin olağan dışı biçimde işletilmesi, seçim kurullarının ve mahkemelerin sürece müdahalesi, partinin örgütsel işleyişinin askıya alınması gibi uygulamalar, Agamben’in “istisna hâli”ne benzer bir durumun örneği olarak görülebilir. Bu olay, parti örgütü içinde ve kamuoyunda hukukun normal işleyişinin belirgin biçimde askıya alınmış olduğu algısını arttırmaktadır.
Gri Alanın Üretimi:
Görevden alınan ve yerine atanan geçici yöneticiler, partinin tabanında ve kamuoyunda meşruiyet tartışmalarına yol açmıştır; bu kişilerden bazıları görevi kabul etmemiştir — bu durum, Levi’nin tarif ettiği ahlaki belirsizliği yansıtır. Kim “kollukla birlikte devleti temsil eden iç aktör”, kim “örgütün üyesi olarak baskı altında kalıp direnebilen” belirsizleşmektedir.
Meşruiyet ve Normatif Bozulma
Bu tür kararlar, seçme-seçilme hakkının normatif önemini ve demokratik meşruiyeti doğrudan etkiler. Ek olarak, partinin içinden çekilen tepkiler (görev reddi, disiplin süreçlerinin başlatılması) hem iç meşruiyet krizini hem de iktidar karşısında muhalefetin moral ve örgütsel dayanıklılığını test eden unsurlardır.
Son bir yıl içinde iktidarın/muktedirin öyle ya da böyle gündemine aldığı konuları, hedef olarak belirlediği toplumsal grupları ve bunların temsil ettiği aktörleri göz önünde bulundurursak, kapo metaforunun nasıl açıklayıcılık kazandığını kolaylıkla görebilirsiniz. TÜSİAD yetkililerini gözaltına alarak ekonomi camiasından çıkan sesleri kısmak, bir anlamda bu camianın simgesel düzeyde de olsa yaşamla ölüm arasında bir seçime zorlanarak susanlar/susmak zorunda kalanlar dolaylı bir kapo rolünü benimsemişlerdir. Parti olarak CHP’ye ve CHP’li belediyelere yapılan operasyonlar, içeriden kapo olmayı benimsemek zorunda kalanları açığa çıkarmıştır. Aydın Büyükşehir Belediye Başkanı başta olmak üzere iktidar partisine transfer olan belediye başkanları, sadece transfer olmakla kalmayıp, geride kalanları (elbette kurumsal olarak CHP’yi) kriminal bir topluluk olarak işaretlemek zorunda kalmışlardır. Bu işaretlemenin kamplardaki kapoların hemcinslerine gönül rahatlığıyla işkence etmelerinden, en pis işleri içtenlikle yapmayı kabul etmelerinden farkı yoktur. Yaratılan gri alan içinde muktedir açısından fonksiyon görebilecek en işlevsel kapo olmak seçilen ve transfer edilen CHP’lilere ayrıcalık sağlamaktadır. Primo Levi, kamptaki kopalordan bahsederken “Kapolar arasında her türlü insan bulunabilirdi: eski işçiler, kabadayılar, politik mahkûmlar. Ama sistem onları aynı amaca yönlendirirdi: mahkûmları daha çok çalıştırmak, daha çok bastırmak, böylece kendi ayrıcalıklarını korumak.”
Bugün muktedirin kamusal alandaki bütün toplumsal kesimlere ya da kimliklere uyguladığı yöntem budur. Ya yoksunluk/yoksulluktan simgesel şiddete, yaftalanmadan baskı görmeye, soruşturmalara uğramadan işsiz bırakılmaya, gözaltına alınmaktan hapse tıkılmaya, malının mülkünün “müsadere edilmesinden” güvencesiz koşullarda yaşatılmaya kadar şiddetin her türlüsüne maruz kalacağın büyük ölçekli bir ülke/kampın mahkûm yurttaşları olacaksın, ya da bu mahkûmlara sırf ayrıcalık kazanmak için bile isteye işkence etmeyi/iftira atmayı/ispiyonlamayı kabul eden kapolar olacaksın. Elbette herkesin seçim hakkı vardır ve herkes kendisine yakışanı seçer. Muktedirin kapo adaylarını en hassas yerlerinden yakaladığı aşikâr: Bu kimlikleridir. Kimlikler neoliberal otoriter toplumların en temel tahakküm aracıdır. Bu bağlamda kimlik hem bir yara hem de bir zırhtır. Yarayı kaşıdıkça zırhın sertliği ve kalınlığı artar. Bu zırhın sertliği ve kalınlığı arttıkça yara daha çok kanar. Bu içinden çıkılmaz paradoksu dünyanın bütün muktedirleri iyi bilirler ve toplumun eşit yurttaşlardan oluşan bir bütün olmasını engellemek için bu paradokstan çıkışın imkânsız olduğunu vazeder. Herkes yarasının kaşınarak kanamasıyla savunmaya geçer, bu savunma kimliklerimizi yeniden bir zırha dönüştürür. Bundan kurtulmanın tek yolu, kimliklerimizi paranteze alıp eşit yurttaşlık hakkını herkes için savunmaktan geçer.
Son söz olarak, adını hala belki de kimsenin ezberden söyleyemediği, ama kısaca “süreç” diye bilinen Kürt siyasi hareketi ile Türkiye Cumhuriyeti arasındaki müzakere ve barışma durumunda da bir politik aktör ya da kapo olma arasında bir ikilemin yaşanma riskinin işaretlerinin ortada olduğunu hatırlatarak yazıyı bitireyim. Müzakere sürecine dâhil olan Kürt siyasi aktörleri gerçek birer aktör mü olacak, yoksa sadece yıllardır kanatıla kanatıla kangrene dönüşmüş Kürt kimliğine sığınarak muktedirin uygun gördüğü psudo politik aktör ya da kapo olmayı mı seçecekler? Bunun yanıtı verilmeden sağlıklı bir barışma sürecinin yaşanacağı çok kuşkulu.