Muktedirin “Çatlak Ses” Korkusu

Eleştiri Hakkı ve Özeleştiri Üzerine

Her türlü çatlak sesin, barajın arkasında birikmiş halkın gürleyen sesine karışarak barajı yıkmaya katkı sunacağının gayet farkındadır muktedir.
Okuma listesi
Editör:

“Hiçbir korkuya benzemez, halkını satanın korkusu” dizeleriyle biter Nazım Hikmet’in Gazete Fotoğrafları Üstüne başlıklı şiirinin son bölümü. Şiirin son bölümünün başlığı adı üstünde “korku”dur. Bütün muktedirlerin en muktedir olduğu dönemleri her zaman korku içinde geçmiştir ve bütün muktedirlerin korkusunu, baskı ve zulüm daha da tetikler. 34. Osmanlı Padişahı Abdülhamid’in 32 küsur yıllık tahtının son yılları da korkularla geçmiştir. Bütün gazetelerde misal “Yıldız, burun, tepe, müsavat, hal, vatan” gibi daha nice kelimeyi yasak etmiştir. Bu kelimeleri kullanmadan yazı yazmanın güçlüğünü o dönemin münevverleri iliklerine kadar yaşamışlardır. Düşünün, aklınızdan bir düşünce geçiyor, onu ifade edecek en uygun cümleyi düşünüyorsunuz, ama bu cümlenin içindeki en vurucu kelimeyi yazamıyorsunuz. Sanırım bu hal hiç de yabancı olmadığımız bir hal son zamanlarda. Aklınıza halkın açlığı ve sefaleti geliyor; ardından bazı başkalarının ölçüsüz bir lüks içinde yaşadığına dair görüntüler düşüyor önünüze. İşin kötü tarafı bu çelişkiyi ve gelir uçurumunu aslında herkes de biliyor. Siz sadece bunu dillendirmek istiyorsunuz, ama son anda dilinizi ısırıp söylemekten ya da yazmaktan vazgeçiyorsunuz.

Bütün muktedirler birbirine benzer, korkular derinleştikçe baskı ve zulüm de derinleşir, muktedir korktukça halkını daha da çok korkutmak ister, halk korktukça sinmiş görünür, ama son kertede bu sinme halinin ila nihai olmadığını bütün muktedirler bilirler. Ama bu sarmaldan çıkabilmek mümkün değildir artık. Korkuyu korkuyla bastırırsınız, bastırdığınızı sandığınız korku yine karşınıza kendi korkunuz olarak dikilir. Mevcut iktidardan bu nedenle korkutmaya, baskıya ve yasaklamaya dayalı olmayan bir yaklaşım beklemek beyhudedir. Bu tarihin akışına ters bir beklenti olur. Çare nedir? Çare korkuya dayalı bütün psikolojik rahatsızlıklarda önerildiği gibi “korkuyla yüzleşmek ve üstüne üstüne gitmektir”. Ama bu tek başına bir çare değildir elbette. Korkunun üstüne birbirini anlamış, geçmiş hatalarından nedamet getirmiş, birbirinin yüzüne samimiyetle bakabilmeyi başarabilen insanlarla yan yana gelerek gitmektir asıl çare.

Türkiye’de yaklaşık on yıldır, toplumun bazı kesimlerinin kuşkuyla baktığı ama esasında sadece politik olarak iktidarı fena halde rahatsız etmekten başka bir “suçu” olmayan pek çok aktör hapishanelerde neredeyse rehin tutuluyor. İlk aklımıza gelenler Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ, Osman Kavala, Tayfun Kahraman, Can Atalay. Bu aktörlere hepimizin malumu olduğu üzere başta İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı ve CHP Cumhurbaşkanı Adayı Ekrem İmamoğlu olmak üzere, CHP ve DEM Partili Belediye Başkanları ve pek çok belediye çalışanı da dâhil edildi. TÜSİAD yetkililerinden ırkçılığı ve sığınmacı düşmanlığıyla meşhur bir partinin genel başkanına, önde gelen gazetecilerden youtuberlara kadar uzanan bir gözaltı ve tutuklama furyası iktidarın kendi korkusunu korkuyla bastırma stratejisini sonuna kadar kullanmaya devam edeceğine dair ipuçları veriyor. Bunu bir veri olarak kabul edip son Fatih Altaylı tutuklamasını buna göre değerlendirmek gerekiyor. Buna bağlı olarak şu gerçeği akıldan çıkarmamak da gerekiyor: Devlet denen kurumu fetişleştirip kutsar ve siyasi pozisyonunuzu ona göre belirlerseniz, karşınıza kendisini bizzat devlet ilan ederek çıkan aktörleri eleştirmekten ne çabuk men edildiğinizin farkına bile varamazsınız. Çünkü hukuk olmadığı sürece devlet bir avuç çıkar grubunun kriminal örgütü olarak işlev görür. Devleti kriminal örgütten ayıran tek şey etkin ve bütün yurttaşlara eşit bir şekilde uygulanan hukuktur. Devletin hukuk dairesinden çıkışına kendi ideolojik meşrebinize uygun şekilde kılıf bulmaya başladığınız anda, o devlet illa ki sizin de karşınıza dikilecektir. Fatih Altaylı, bu yanılgının eseri olarak yıllarca fetişleştirdiği ve toz kondurmadığı devleti gördü karşısında. Aynı akıbetle elbette ırkçılığı bayrak edinmiş partinin lideri de karşılaştı.

Fatih Altaylı, icra ettiği mesleği, yani gazeteciliği, halkı eksiksiz bilgilendirmek ve kamuoyunu aydınlatmak için değil, güç odaklarına eklemlenmek için kullandı. Açıkça dile getirmek gerekirse, aynı tavrı kendi Youtube kanalında da devam ettiriyor(du). AKP’nin tümüyle yandaş hale getirdiği ana akım medyanın da yaptığı buydu kuşkusuz. Yıllarca, ana akım medya güç dengelerini gözeterek, gazetecilik mesleğinin gücünü yine gazeteciliğin gereği olan ilkelerin hilafına küçük bir azınlığın çıkarını mümkün kılan hegemonyasını tesis etmek için kullandı. Bu nedenle itibarını kaybetti. Elbette bu itibar kaybına mevcut iktidar da katkıda bulundu. Mevcut iktidar uzun yıllardır, hem ana akım medyanın sahiplik yapılarıyla oynayarak hem mesleğin önde gelenlerini halkın önünde güçsüzleştirip saygınlığını yok ederek hem de mesleği hiçleştirerek ana akım medyayı tamamen yok etti. Bu yok oluş devam ederken, kendini batan gemiden sağ salim olmasa bile az hasarla kurtarabilmeyi başaranlar, dijital platformların verdiği olanaklarla varlık göstermeye çalıştılar, çalışıyorlar. Ana akım medya can çekişmeye başlamadan önce, hem bireysel hem de meslek onurunu pazarlık konusu yapmadan ana akımın dışına çıkabilenlerin başlattığı bu furyaya, sonradan Fatih Altaylı gibi meslek onurunu çoktan masaya koyup o masadan onurunun bedelini misliyle maddi karşılık şeklinde alarak kalkanlar da katıldı. Elbette onlar ana akımdan ayrılırken sadece maddi bedel alarak değil, aynı zamanda mesleki deneyim, network, pazarlama ve iş yürütme yollarının tümünden oluşan habitus da edindiler. Bu habitus sayesinde dijital platformlarda hızlıca varlık gösterdiler. Dijital platformlardaki bu yer yer tekil yer yer kurumsal denebilecek girişimler, zaten yok olan ana akımı ikame etmek için bir ihtiyaca karşılık geliyordu. Dijital platformlardaki bu varlık, elbette muktediri tedirgin edecekti. Muktedirin yüksek ya da alçak, yaygın ya da sınırlı herhangi bir çatlak sese tahammülü yoktu. Zira her türlü çatlak sesin, barajın arkasında birikmiş halkın gürleyen sesine karışarak barajı yıkmaya katkı sunacağının gayet farkındadır muktedir. Fatih Altaylı’nın varlığı kişiliğinden, mesleki donanımından, samimiyetinden, iş bilirliğinden bağımsız olarak bir ihtiyaca karşılık gelmişti. İşte tam da bu nedenle bu sesler büyümeden kısılmalıydı. Fatih Altaylı’nın başına gelen de budur.

Altaylı tutuklaması ne ilk ne de son olacak; bu koşullar altında daha hiç beklemediğimiz pek çok insan tutuklanacak, konuşmaktan, yazmaktan, siyaset yapmaktan men edilecek. Altaylı tıpkı siyaset alanında İmamoğlu’nun başına gelen durumda olduğu gibi bir simgedir. Bu simgenin işaret ettiği gerçek şudur: İster sağcı ister solcu, ister Türkçü, ister Müslüman, isterse de gayrımüslim ya da inanmayan olun, muktedire mutlak itaat etmediğiniz, onun yaptıklarını koşulsuz onaylamadığınız sürece dokunulmaz değilsiniz. Ancak muktedirin dokunduğu, rehin aldığı herkes sorgusuz sualsiz ne demokrasi kahramanı ve âşığı ne de halkın haber alma hakkını koşulsuz savunan ilkeli gazetecidir. Altaylı, gerektiğinde gazeteci ya da köşe yazarı olarak devletin “terörist, kötü, bozguncu” olarak işaret ettiği kişi ya da grupları gözünü hiç kırpmadan, zerrece vicdanı sızlamadan karalayabildi ve bunu gazetecilik mesleğinin gereğini yaptığını öne sürerek meşrulaştırabildi. Gerektiğinde iktidarın makbul tarikat şeyhlerini programına konuk ederek onun şeriat arzusuna meşru bir zemin yaratmasına çanak tutabildi. Yeri geldi yönetici olarak bulunduğu kanala gelen sansür ya da baskıları “çalışanlarımı korumam gerekiyordu, biz nihayetinde bir aileyiz” diyerek içine sindirip hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam edebildi. Nihayet bütün bu olan bitenlerden sonra varabileceği son sınıra ulaştığında çalıştığı kanaldan ayrılıp kendi mecrasını kurdu ve burada kendince dilediği gibi konuşabilmeye başladı. Burada yaptığı yorumlar geniş kitleler tarafından teveccüh görmüş olabilir, ki zaten bu teveccüh muktediri tedirgin etmiştir, ancak ne bu teveccüh tek başına Altaylı’nın geçmiş günahlarını aklayabilir ne de bu teveccühten yola çıkarak Altaylı’yı demokrasi havarisi ilan etmek mümkündür. Burada yapılması gereken şey, bir yandan Altaylı’nın ifade özgürlüğü hakkını koşulsuz savunmak için arkasında, yanında yöresinde dururken diğer yandan da geçmişte o ve ona benzer kişilerin yaptıkları yapmadıkları şeyleri hatırdan çıkarmayarak, bunun hesabını bizzat kendisinden sormamız gerekiyor. Sadece hesap sormak elbette yeterli değildir, her zaman özeleştiriye davet etmemiz gerekiyor. “Aman bu zamanlar özeleştiri zamanları değildir, onları bir yana bırakalım” demek, “ölenin ardından kötü söz söylenmez” âdeti kadar ikiyüzlüce bir davranıştır. O zaman, tıpkı ölenin yaptığı kötülüklerin unutularak bir zaman sonra kahraman haline gelmesi gibi, geçmişin hesabını vererek yola devam etmeyenler de karşımıza demokrasi havarisi olup çıkarak yeni güç ilişkilerine hiçbir şey olmamış gibi kolayca eklemlenebiliyorlar.

Ezcümle, mevzu Altaylı değil, mevzu gazetecilik mesleğini savunmak, ifade özgürlüğüne sahip çıkmak, konuşma ve eleştiri hakkının arkasında durmak; ancak bunları yaparken sırf bugün mağdur ve “demokrat” diye, geçmişin mağrurlarının peşine körü körüne takılmamaktır. Bilakis mevcut iktidarı eleştirirken, onları da hesap vermeye, yüzleşmeye ve özeleştiriye de davet etmektir.

Bunları okudunuz mu?