Hegel Gazze’de

Tarihin Ebedi Sonu

Hegel külliyatı Avrupalı olmayanlara dair utanmazca ırkçı tasvirlerle dolu… Gazze’de yaşanan trajedilerin anlaşılmasını engelleyen şey Minerva’nın Baykuşu’nun bilgeliğine duyulan sabırsızlık değil, Baykuş’un İsrail’in “demir ışın” patlayıcı mermisiyle vurulmasıdır.
Okuma listesi
Çeviren:
Redaksiyon:
The Philosophical Salon
Özgün Başlık:
The Everlasting End of History: Hegel in Gaza
3 Şubat 2025

Son on beş ay üzerine düşündüğümüzde, uluslararası liberal düzenin temellerinin boşluğuna ve ardından çöküşüne tanık olduğumuz için tarihin sonu düşüncesini anımsamak neredeyse bir klişe haline geldi. İsrail’in Gazze Şeridi’ne yönelik saldırısı en az 47.500 Filistinlinin ölümüne neden oldu (ki bu rakamın düşük kaldığı geniş kitlelerce kabul görüyor); ateşkesin başlamasından bu yana her gün enkaz altından cesetler çıkarılırken, altyapı ve geçim kaynakları da yok edildi. Saygın uluslararası örgütler, uzmanlar, akademisyenler ve hukukçular İsrail’in Gazze’de Filistin halkına karşı yürüttüğü savaşı bir soykırım olarak nitelendirmekle kalmadı, bu süreç hem uluslararası hukukun eksikliğini ve ABD destekli “kurallara dayalı uluslararası düzen”in kısırlığını ortaya çıkardı hem de bu düzenin, Batılı devletlerin uyguladığı dehşet verici şiddet için tam bir dokunulmazlık ağı olduğunu (hâlihazırda aşikâr değildiyse dahi) gözler önüne serdi.

Bazı akademisyenler, Hegelci tarihin sonu fikrine işte bu bağlamda yeniden başvuruyor. Bu kavram Francis Fukuyama’nın Sovyet devletlerinin tarihsel çöküşünü ve liberal demokrasinin görünürdeki “zaferini” yorumlama çabasıyla kullanıldığı Tarihin Sonu ve Son İnsan kitabıyla popülerlik kazandı. Bu kez, “tarihin sonu” Fukuyama’nın öngördüğü tasavvura karşıt bir kisveye bürünüyor: 2. Dünya Savaşı sonrası liberal uluslararası düzenin çöküşüne. Bu yazıda, Hegel’in Tarih Felsefesi kitabındaki felsefi projenin özünü keşfetmek, bu mevcut dönemi ve bize günümüz dünya tarihinin döngüsel çıkmazı hakkında neler söyleyebileceğini irdelemek istiyorum. Ardından Gazze’de gördüğümüz eşi benzeri görülmemiş dehşetleri, ilk bakışta pek mümkün görünmese de, Hegel’in tarih projesine içkin felsefi özgürlük kavramının ortaya çıkacağına dair bir umut kırıntısıyla ilişkilendirmeye çalışacağım.

Susan Buck-Morss’un Hegel, Haiti ve Evrensel Tarih adlı temel eserinde yer alan soruyu farklı bir amaçla yeniden sormamız gerek: Hegel ile Gazze arasındaki ilişkiye dair sessizliği bozmak neden önemli? Çünkü Hegel külliyatı Avrupalı olmayanlara dair utanmazca ırkçı tasvirlerle dolu olduğu için bunu sormak bilhassa önemli; Hamid Dabashi, Siyonist ideolojiyi tam da bu tasvirlerin etkilediğini öne sürer; ayrıca İsrail onları yok etmeye çalışırken bile İsrail’in soykırımcı kargaşasına çok daha kapsamlı eleştiriler ve kaçınılmaz analizler getiren Filistinli entelektüellerin çalışmalarına da erişimimiz mevcut. Burada, bu dönemin en vahim suçlarının işlendiği Gazze’nin, aslında hiç var olmamış Hegelci evrensel tarih projesinin tekrar eden yıkımını çarpıcı bir şekilde ortaya koyduğunu ve tarihsel ilerlemenin, kıyametvari şiddet içeren kurgusal teknolojik biçimler dışında gerçekleşemediğini savunuyorum. Bu argüman için, Hegel’i Gazze’ye sezgisel bir yöntem olarak yerleştiriyorum; böylece onun aracılığıyla, yalnızca Hegelci tarih projesini parçalarına ayıran değil, aynı zamanda evrensel özgürlük üzerine yeni bir bakış açısıyla aksine onu kurtaran farklı bir tarih yapısı ve anlamı görebiliriz. Hegel’i Marx’ın yaptığı gibi, baş aşağı etmekle kalmıyor, aynı zamanda çağdaş Avrupalı filozofların bir kısmının göz ardı ettiği zihnine ve belki de kalbine kavuşabileceği bir yere yerleştiriyorum.

Hegel’in Tarih Felsefesi’ndeki argümanını kısaca da olsa gözden geçirmekte fayda var. Genel olarak Hegel, dünya tarihinde birbirinin yerine geçtiğini iddia ettiği çeşitli aşamalar ortaya koyar. İnsan aklının diyalektik gelişimi, kabaca “kolektif bilinç” olarak düşünebileceğimiz Tinin (Geist) gerçekleşmesini sağlayan bu tarih hareketine güç verir. Bu süreç nihayetinde, “Tinin özü” olan özgürlüğün ortaya çıkmasını sağlar. Çok sayıda akademisyenin işaret ettiği gibi Hegel’de tarihin “gelişimi” ya da hareketi Doğu’dan Batı’ya doğrudur ve en “üstün” aşama Hegel’in dönemindeki Batılı seküler devlettir. Açıkça görüldüğü üzere Hegel, “geri kalmış” insanların yerini beyaz Avrupalıların aldığı insanlık tarihini oluşturmak için birbirinin yerini alan kültürel formlar ve bilinç biçimleri arasında bir hiyerarşi ortaya koyar. Hegel’deki ve daha geniş anlamda Alman İdealist felsefesindeki bu aşikâr kültürel ırkçılık, Küresel Güney’de “aklı” geliştirmek için sömürgeleştirme projelerini ve demokrasinin âdeta bir haçlı seferiyle dayatılmasını uzun zamandır meşrulaştırıyor. Susan-Buck Morss’un Hegel, Haiti ve Evrensel Tarih’te savunduğu gibi, Hegel’in ortaya koyduğu bu tarihsel plan, tüm dünyanın özgürlüğü gerçekleştirme nihai amacını takip etmeye mahkûm olduğu, bugün hala Batı siyasi söyleminde yerleşik olan teleolojik bir süreçtir.

Hegel Tarih Felsefesi’nde, Tinin sürekli tükenip yok olduğu, sonra da yerini daha “yüce, ulu…daha saf” bir Tine bıraktığı ilerlemeci bir tarih anlayışını detaylandırır; yani tarihin her bir “aşaması” diyalektik olarak önceki aşamayı kapsayarak aşar (Aufhebung); önceki unsurları korumakla birlikte gittikçe gelişen yeni, ‘yüce’ bir formda onu aşar. Bu sebeple, mevcut kronolojik bakış açımızdan geçmişi gözlemlediğimizde, Žižek’in Hiçten Az’da ifade ettiği gibi (bu ifadenin sık sık tekrarlanmasının nedeni de bu), bu Hegelci bakış açısıyla kendi çağımızı tarihin mutlak sonu olarak deneyimliyoruz. Ancak Hegel’i taşra Almanya’sından alıp Cibaliye mülteci kampına koyduğumuzda, bu liberal ilerleme hikâyesi eriyip gidiyor. On beş ay boyunca zaman trajik bir kesinlikle akıp gitti: Acımasız katliamlar, hastanelerin yıkılması ve okulların yakılması Gazze’de (ve şimdi Batı Şeria’da) aralıksız sürdü. Tarih, bir tür ilerlemeden ziyade Joyce’un Ulysses’inde yankılanan, kimsenin uyanamadığı, tekrarlayıp duran bir kâbusu andırıyordu.

Hegel, kültürel ırkçılıkla karışık açık Avrupa merkezciliği sebebiyle, tarih boyunca Tinin yüzeysel bir ilericilik anlayışıyla Aufhebung (kapsayarak aşma) olduğunu görmüştü. 1806’da arkadaşı Niethammer’e yazdığı mektupta, Napolyon Bonapart’ın çürümekte olan Prusya İmparatorluğu’nu yenmek üzere atıyla Jena’dan geçtiğine tanık olduğunu şaşkınlıkla anlatıyordu. Hegel’in mektubunda Napolyon, dünya Tininin ilerici hareketini temsil ediyordu ve tarih o anda Fransız lejyonlarının izinde gelişiyordu. Hegel’in, sarsıcı bir yıkım yaşayan Cibaliye kampında, evinden dışarı adımını attığını ve ABD’nin tedarik ettiği, 925 kg’lık, 350 metrelik öldürme yarıçapına sahip ve Batılı orduların kullandığı en ölümcül bombalardan biri olan Mark 84’ün,  Lockheed Martin’in küresel tedarik zincirinden tedarik ettiği bir İsrail F-16 savaş uçağı tarafından bir okula atıldığına tanık olduğunu hayal edin. Batılı askeri güçlerin tamamını, çoğunlukla yerlerinden edilmiş kadın ve çocukları barındıran bir eğitim tesisine yoğunlaştırmanın ilerlemeyi çağrıştırmadığını söylemeye gerek yok. Yüzeysel olarak, teknolojik gelişme kendi başına bir ilerleme biçimi olarak algılanabilse de bu tür bir teknolojik fetişizmin içeriği, barbarca bir şiddettir.

Gerçekten de Gazze’de Hegel’in epistemolojik bakış açısından tarihteki “ilerlemeyi” ya da herhangi bir ilerici hareket görmek imkânsız. Hegel Gazze’de olsa, Filistinlilerin katledilmesine, yaşamı idame ettiren altyapının tamamen yok edilmesine, İsrail askerlerinin erkekleri kadınlardan ayırarak kötü nam salmış esir kamplarına götürmesine ve İsrail Ordusu’nun yardımları kısıtlayarak Filistinlileri açlığa ve bebeklerini ölümcül hipotermiye maruz bıraktığına ilk elden tanık olurdu. Büyük Alman idealisti, Gazze’nin bu anında “tarihsel düşünecek” olsa yalnızca döngüsel, bitmek bilmeyen belirsiz bir zamana sıkıştırılmış, ölü doğmuş bir dünya tarihi algılardı. Hegel bu olaylarda tarihin ilerlemesinden ziyade Varşova Gettosu, Srebrenitsa Soykırımı, Ebu Gureyb Cezaevi, 1943 Bengal kıtlığı, Ruanda Soykırımı, Amerikan sınır bölgesi, Felluce, İkinci Boer Savaşı, 1945 Dresden Bombardımanı, 1948 Nakba ve diğer sayısız tarihsel vahşetin hepsinin birden tek bir dehşet anına sıkıştırılmış halde yeniden yaşandığını görürdü; 19. yüzyıl yerleşimci sömürgecilik ideolojisi bugün İsrail’in tanımsız, yayılmacı sınırlarında bile yeniden canlanırken tarih donmuş, zamanın içinde sıkışıp kalmış, bir türlü kurtulamıyormuş gibidir. Küresel çoklu krizler ve “zorlayıcı” acil durumlar ortamında İsrail’in Gazze’de gerçekleştirdiği soykırım, dünya tarihi fikrinin ve onunla birlikte Tinin ortadan kalkışını, yerini bitmek bilmeyen bir şiddet döngüsünün aldığını paradigmatik olarak gösteriyor; yaşanan trajedilerin hızı onları işleme, yas tutma ya da kavrama yeteneğini fazlasıyla aşıyor. Gazze’de her saat yaşanan trajedilerin anlaşılmasını engelleyen şey Minerva’nın Baykuşu’nun bilgeliğine duyulan sabırsızlık değil, Baykuş’un İsrail’in “demir kelebek” patlayıcı mermisiyle vurulmasıdır.

Tarihsel perspektifte Gazze tasvirleri dahi, tam anlamıyla tarihsel inkâra sıkışmış bir çöküşü ele veriyor. Daha önce Birleşmiş Milletler, Gazze’nin 2020’lerde yaşanmaz olacağını belirtmişti. Bugün, tersine bir Deus ex machina’da, İsrail’in sebep olduğu soykırım bu öngörüyü gerçeğe dönüştürmek için benzersiz bir çaba gibi görünüyor. Netanyahu’nun gelecekteki Gazze vizyonu, Gazze’nin Filistin kimliğinden epistemik olarak tamamen arındırıldığı, yapay zekâyla oluşturulmuş korkunç bir serbest ticaret bölgesidir. Hegel’in felsefi projesi perspektifinden bakıldığında İsrail’in bölgedeki soykırımıyla Gazze’nin geçmişi, bugünü ve geleceği, herhangi bir tarihsel hareketten onu mahrum bırakmak için kasıtlı olarak dondurulmuştur.

Fabio Vighi’nin belirttiği gibi, ister çevrenin görünüşte tekrarlanan ama giderek kötüleşen tahribatı, ister yüzyıllardır süregelen tarihsel dehşetlerin küçücük Gazze bölgesine sıkıştırılması yoluyla olsun, “dünyamızın geleceğinin âdeta kendi içine sıkışıp kaldığına” dair inkâr edilemez bir his mevcut. Hegelci tarih projesinde Gazze perspektifinden bakıldığında, geçen zamanla birlikte insan aklının ilerlemesini görmek mümkün mü? Walter Benjamin, Angelus Novus resmi üzerine yazarken, Hegelci tarih tezini büyük ölçüde göz önünde bulundurarak, ilerleme fırtınası tarafından geleceğe zorlanırken geçmişi düşünen bir melek imgesi betimler. Tarih felsefesinin felce uğradığını açıkça gören Hegelci bakış açısıyla Angelus Novus’u , şiddetle geçmişe sürüklenirken gerçekleşmesi mümkün olmayan bir geleceğe doğru bakıyor olarak yeniden yorumlayabiliriz. Bir anlamda günümüzde barbarca dökülen kanların yarattığı dehşet hissi de bu değil mi? İsrail tamamen içi boş, fetişist bir ilerleme biçimini temsil eden Lavender adlı yapay zekâ hedefleme sistemi gibi en yeni askeri teknolojileri geliştiriyor ve bunu kitlesel katliamın en sıradan biçimini uygulamak için kullanıyor.

Buraya kadar anlatılanlar ışığında şu soru sorulabilir: Gazze’deki soykırımın ortasında Cibaliye mülteci kampından Hegelci bakış açısının dünya tarihi için nasıl bir önemi var? Cevap, bunun tikel değil, evrensel bir görüş olmasıdır ve bu başarısız dünya tarihinin benzer şekilde can çekişen özgürlük fikriyle, yani Tinin özüyle olan bağlantısıyla ortaya çıkarılabilir. Hegel’in tarih felsefesi projesi bugün sadece Hegel’in Cibaliye kampında bizzat gözlemleyeceği tarihsel dehşetin tekrar eden döngüselliği nedeniyle duraksamamış, aynı zamanda evrensel özgürlük fikrinin engellenmesi nedeniyle de sakat kalmıştır.

Hegel’e göre tarih, Todd McGowan’ın Emancipation After Hegel (Hegel’den Sonra Özgürleşme) kitabında savunduğu gibi, özgürlük ancak herkes için erişilebilir hale geldiğinde uygun bir şekilde “sona erer”. 2025 yılında, özgürlüğün evrenselliğinden her zamankinden daha uzakta olduğumuz görülüyor. Gazze’nin otomatik ölüm sahalarında, Batı’nın militarize ve otoriter sokaklarında, eşi benzeri görülmemiş eşitsizliğin yoksul arka sokaklarında veya dünyanın dört bir yanında yükselen okyanuslarda… Bugün, hepimiz için özgürlüğün gerçek anlamını nerede bulabiliriz? Kavramsal hayal gücümüz, hem sermayenin yüzyıllardır süregelen açgözlü şiddeti hem de liberal demokrasinin şaşırtmacalı seraplarıyla tamamen çarpıtılıp zayıflatıldı; bu araçların her ikisi de Gazze’deki katliamdan fayda sağladı. Aslında en dehşet verici olan, tarihteki en barbarca anların döngüsel tekrara saplanıp kalmasını değil, tarihin sona ermediğini, çünkü özgürlüğün her zamankinden daha uzakta olduğunu fark etmek.

Bu acınası durumun ortasında bile, özgürlüğün yeniden canlandırılmasıyla Tini yine de gerçekleştirebilecek evrenselciliği görür gibi oluyoruz. Hegel’in Tinin Görüngübilimi’ndeki amaçlarından biri, gündelik insanın kendisini, kendi tikelliği içinde değil, daha geniş, evrensel insanlığın bir parçası olarak görmesini sağlamaktı. Birey ancak kendisini tarih boyunca Tinin evrensel hareketi –özgürlüğün farklı bir şeye, özgürleşmiş bir gerçekliğe doğru hareketi– içinde gören geniş bir perspektifi benimseyerek, kendisini anlık yaşamına bağlayan tikel, dar görüşünü aşabilirdi.

Hegel’in 1800’lerin başındaki hedefinin özetini yorumlayınca bunun, Filistinlilerin dünyanın dört bir yanındaki insanları evrensel insanlık, kolektiflik ve özgürlük fikirlerine bağlamak için her gün yaptıkları işin çarpıcı bir özeti olduğunu görmek mümkün değil mi? Filistinli gazeteciler, işçiler ve halk İsrail’in Gazze şeridinde işlediği suçları, Batılı siyasi yapının ve medyanın aksi takdirde memnuniyetle gizleyeceği dehşetleri sadakatle belgeleyerek, yorulmadan uluslararası dayanışma çağrısı yaparak ve yerleşimci sömürgeciliğin faşist arzularına karşı yılmadan kararlı bir şekilde durarak (ṣumūd) Hegel’in projesinin merkezinde yer alan evrensel insani değerleri temsil ediyorlar. Bu hareketin, özellikle kendi varoluşunun şiddet içeren koşullarını unutmuş olan Batı’da, kolektif insanlığın küresel bilincini özgürleştirdiğini gerçek zamanlı görebiliyoruz. Hayatlarımızı yöneten, kabul görmüş “resmi” ilkelerle senkronize olmayan bir ahlaki eğilimi de harekete geçiriyor bu süreç; ayrıca kampüslerdeki protesto çadırlarında, sokaklarda özgürlük için yürüyen milyonlarda veya vahşi şiddete hizmet etmeyi reddeden işçilerde kolektif özgürlüğün neye benzeyebileceğini görme olasılığı doğuruyor.

Susan Buck-Morss’un Hegel, Haiti ve Evrensel Tarih kitabına geri dönersek yazarın, burada son derece önemli bir noktaya değindiğini görürüz. Batı’da, Gazze’de yaşanan ve bizzat Filistinliler tarafından telefonlarımıza canlı olarak aktarılan haksız şiddete tanıklık ederken, kendi ahlaki doğru anlayışımız ile “gündelik dünyamızı yöneten ilkeler” arasındaki açık çelişkiden kaynaklanan yadsınamaz bir siyasi suçluluk duygusu ortaya çıkıyor. Filistinlilerin bitmez tükenmez çabaları sayesinde hepimizin açıkça görebildiği soykırım gerçeği, aynı anda kurulu düzenden çıkar sağlayan siyasi liderler tarafından reddediliyor ve böylece kendi ahlaki duygularımız toplumsal itaatle mutlak bir çatışma içine giriyor. Buck-Morss’un ifade ettiği gibi, toplumsal görevimizi yapmayı reddetmek, yani Gazze’de bizim gibi insanların katledilmesini görmezden gelmek (hatta desteklemek) kendi ulusumuza ihanet etmek anlamına gelir; bu nedenle kampüslerde protesto amacıyla kamp kuran öğrenciler, üniversitelerdeki akademisyenler, sokaktaki protestocular veya işyerlerindeki işçiler olsun, sesini çıkarmaya cesaret edenlere karşı bu kadar acımasız bir tepki görüyoruz. Filistinlilerle dayanışma eylemlerinin ardındaki ahlaki evrensellik, “direniş çerçevesinde” işler; bunlar “resmi değerler” tarafından yargılandığında “doğru” kabul edilmez, ancak adaletsizliği meşrulaştıran resmi sessizliği bozar. Evrensel insani değerlere bu tür bir yaklaşım Batılı ilerleme ve medeniyet anlatılarının düzeninin dışında kalan kolektif eylemlere öncelik verir. Angela Harutyunyan’ın belirttiği gibi, biz Batı’dakiler için, “her gün katledilenler ve ölmeyi reddedenler, kamplarda, üniversitelerde, sanat kurumlarında ve liberal hümanist post-tarih enkazının altında direnenlerin döşediği geleceğe doğru giden tarihi bir yol” mevcut. Bu anlamda, bugün zamanın donup kalmış gibi göründüğü Gazze’nin tam da ortası, çelişkili bir şekilde, Kant’ın ifadesiyle “sınırsız geleceğe açılan” yeniden canlanmış bir özgürlük fikrinin belirdiği yerdir.

Gazze perspektifinden bakan Hegelci tarih görüşü, klasik Hegelci projede derin bir ironiye sebep olur. Hegel, Tarih Felsefesi’nde  özgürlüğün gelişimine katkıda bulunabilecek tek halkın “dünya tarihini belirleyenler,” yani beyaz Avrupalı sömürgeciler olduğunu öne sürer. Dahası, özgürlüğün koşulları da ancak bir devletin gelişmesiyle sağlanabilirdi. Bu bağlamda, Filistin halkının, özgürlüğün ne anlama gelebileceğine dair bize bir fikir vererek, dünyanın dört bir yanındaki toplulukları harekete geçirerek “dünya tarihini belirleyen” halk olması ironik; bu halkın devlet olma hakkı kategorik olarak reddedilirken, bayrakları dünyanın her köşesinde dalgalanıyor. Tarih Felsefesi’nde “İbrahim’in dağlık Filistin’de dolaştığını” belirten Hegel bugün Cibaliye kampından durup baksa hiç şüphesiz, Filistin’den Tinin yeni bir şafağının doğduğu gözlemini aktarırdı.

Bunları okudunuz mu?