Hasan Ali Yücel Klasikleri

Ulusal Burjuva Hümanizm Çağının Sonu

Hümanizm bilmem kaç bin yıllık amentüsünü yitirdiğinde, yazı dışında yeni bir dostluğu nasıl kuracağız?
Okuma listesi
Editör:

 

Hümanizma ruhunun ilk anlayış ve duyuş merhalesi, insan varlığının en müşahhas şekilde ifadesi olan sanat eserlerinin benimsenmesiyle başlar. Sanat şubeleri içinde edebiyat, bu ifadenin zihin unsurları en zengin olanıdır. Bunun içindir ki bir milletin, diğer milletler edebiyatını kendi dilinde, daha doğrusu kendi idrakinde tekrar etmesi zeka ve anlama kudretini o eserler nispetinde artırması, canlandırması, ve yeniden yaratmasıdır. İşte tercüme faaliyetini, biz, bu bakımdan ehemmiyetli ve medeniyet davamız için müessir bellemekteyiz. Zekasının her cephesini bu türlü eserlerin her türlüsüne tevcih edebilmiş milletlerde düşüncenin en silinmez vasıtası olan yazı ve onun mimarisi demek olan edebiyat, bütün kütlenin ruhuna kadar işleyen ve sinen bir tesire sahiptir. Bu tesirdeki fert ve cemiyet ittisali, zamanda ve mekânda bütün hudutları delip aşacak bir sağlamlık ve yaygınlığı gösterir. Hangi milletin kütüpanesi bu yönden zenginse o millet, medeniyet aleminde daha yüksek bir idrak seviyesinde demektir. Bu itibarla tercüme hareketini sistemli ve dikkatli bir surette idare etmek, Türk irfanının en önemli bir cephesini kuvvetlendirmek, onun genişlemesine, ilerlemesine hizmet etmektir. Bu yolda bilgi ve emeklerini esirgemiyen Türk münevverlerine şükranla duyguluyum. Onların himmetleri ile beş sene içinde, hiç değilse, devlet eli ile yüz ciltlik, hususi teşebbüslerin gayreti ve gene devletin yardımı ile, onun dört beş misli fazla olmak üzere zengin bir tercüme kütüpnemiz olacaktır. Bilhassa Türk dilinin, bu emeklerden elde edeceği büyük faydayı düşünüp de şimdiden tercüme faaliyetine yakın ilgi ve sevgi duymamak, hiçbir Türk okuru için mümkün olamıyacaktır.

Hasan Âli Yücel
Milli Eğitim Bakanı
23 Haziran 1941

Roman türünün ilk başarılı örneği olarak kabul edilen Don Quijote, Jale Parla’nın deyimiyle pek de masum olmayan bir önsözle başlar. Don Kişot ilk sayfadan bize şöyle seslenir: “Aylak okur: Bu kitabın, zihnin, düşünülebilecek en güzel, en zarif, en akıllıca ürünü olmasını isterdim; buna yeminsiz inanabilirsin… Bu bir anlaşma, uzlaşma, kontrat önerisi, bir okuma davetidir. Ama henüz ne tür bir kitap sunulduğuna ilişkin ipucu yoktur.”1Jale Parla, Don Kişot’tan Bugüne Roman, İstanbul: İletişim, s. 23-24. Öyle ki Cervantes’in okura seslenmesinin ardında yatan saik, okura sunulan yapıt türünün öncekilere benzemezliği olduğu kadar henüz adı konmamış̧ yeniliğidir de. Yine Parla’nın deyimiyle, Türkçeye ilk kısmî çevirisi 1942 yılında yapılan Don Kişot’un orijinalindeki önsöz, Cervantes’in bu yeniliği anlatma çabası ve tarzı gereği okurla yapılmış bir sözleşme olarak görülmelidir. Şüphesiz Don Kişot’un ilk temsillerinden birisini sunduğu roman ve sonraki klasiklere yazılan önsözler farklı beklentiler, sebepler ve usuller ile dünya edebiyatındaki gizli özne konumlarını koruyorlar. Ancak bunlardan belki de hiçbiri, klasiklerin ilk Türkçe çevirilerinin başına dönemin Maarif Bakanı Hasan Âli Yücel tarafından konmuş bir önsöz kadar ne zamana direnebilmiş ne de bunca farklı milletin yazarlarının takdimini üstlenebilmiştir.

Bu yazı, okuma eylemini bireysel bir etik ya da deneyim alanı olarak ele almaktan ziyade, onu belli bir tarihsel hümanizm projesi bağlamında kavramaya yöneliyor. Erken Cumhuriyet döneminde şekillenen ve Hasan Âli Yücel’in önsözlerinde kurumsallaşan bu proje, yazınsal metinler aracılığıyla bir ulusun kültürel inşasına girişmişti. Ancak metnin asıl ilgisi, bu hümanist tahayyülün tarihsel kökenlerine olduğu kadar, onun bugüne taşınma biçimleri, günümüzde nasıl algılandığı ve yazınsal cemaat fikrinin güncel geçerliliği üzerinedir de. Dolayısıyla odak, okuma ile deneyim arasındaki bireysel bağdan çok, yazı aracılığıyla kurulan kamusal anlam ve aidiyet biçimlerinin dönüşümüdür.

1956 yılında Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’nın da kuruculuğunu üstlenen, 1940’ların Kemalist kültür politikalarına Millî Eğitim Bakanı olarak müdahil olmuş Hasan Âli Yücel, kendi adıyla anılan klasikler serisinden çıkmış her esere eklenen o meşhur önsözünde,  Türk Hümanizmi’nin köşe taşlarını edebiyat şubesinden hareketle belirler. Ancak, 1941’de yazılan bu önsöz, sadece Erken Cumhuriyet döneminin modern inkılaplarının kavuşma noktasını değil, Türk Edebiyatı’nın ilk postmodern romanı Tutunamayanlar’ın2Oğuz Atay, 2023, Tutunamayanlar, İstanbul: İletişim başkarakteri Selim Işık’ın kendisine kalan tek takadini klasiklere önsöz yazarak harcama niyetini de gösterir: “Hep önsözlerde kalıyorum! Biraz daha ilerleyebilsem, hiç olmazsa ‘Giriş’e kadar gelebilsem!”3Peter Sloterdijk, 2001, İnsanat Bahçesi İçin Kurallar, İstanbul: Everest, s.6 Selim Işık bu ülkede önsöz okumaya meraklı yüz binlerce insanın varlığından da o yüz binlerce insanın arzusuna cevap verme gerekliliğinden de haberdardır. Sadece Selim’in değil, Anayasa olması hasebiyle ülkecek orada kalakaldığımız 82 Anayasası’nın önsözünün Hasan Âlli Yücel’in önsözüyle paylaştığı hassasiyetler de bu açıdan önemlidir: “Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılapları ve medeniyetçiliği”.

Yücel bu önsözü 1941’de yazar.  Birinci Türk Neşriyat Kongresini takip eden yıl olan 28 Şubat 1940’ta kurulan Tercüme Heyeti, tam da İlhan Selçuk’un bahsettiği o Kemalist inkılaplara sinen naftalin kokusunu gardırobun dışına taşıma ve ülke sathında kurumsallaşma çabalarına denk düşer. Tercüme Heyeti, esasen Anadolu ve Türklerin kadim tarihine ışık tutma amacıyla 1935’te kurulan Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde verilen klasik tarih ve edebiyat derslerinin de katkısıyla, Erken Cumhuriyet’in eğitim ve kültür faaliyetlerine, cumhuriyete layık ve laik yurttaş yetiştirme misyonundan ayrı düşünülemez. “Ulusun manevi varlığının hümanist ölçütlerle değerlendirilmesi”ne eşlik eden dünya klasikleri çevirisi, Yücel’in beş sene içinde 100 cilt eser çevirme hedefini sadece üç yıl sonunda dört misli aşmıştı.

Tam da bu çerçevede, Erken Cumhuriyet’in hümanist çeviri siyaseti, yalnızca metinlerin aktarımı değil, aynı zamanda yeni bir okuma topluluğunun yani yazı aracılığıyla terbiye edilen bir cemaatin inşası anlamına geliyordu: Talim, terbiye… Sloterdijk’a göre hümanizmin özü olarak ele alınması gereken bir ortaklaşmacı hayal, “tarafların kanonik okumalarla, kendilerine esin veren göndericilere duydukları ortak sevgiyi keşfettikleri yazınsal bir toplum modeline dayandırılır.”4Peter Sloterdijk, 2001, İnsanat Bahçesi İçin Kurallar, İstanbul: Everest, s.6 Sloterdijk, kültürlü Romalıların humanitas adı verdikleri şeyin vahşet tiyatroları, gladyatör oyunları ve cezalandırma törenlerinin başına toplanan kalabalıktan, kitle kültüründen uzak durmak istemelerinden ayrı düşünülemeyeceğini söylerken, okumanın ehlileştirici ve uygarlaştırıcı etkisini vurgulamaktadır. Bu açıdan, Erken Cumhuriyet’in okumayı öğretme faaliyetlerinde başvurduğu poster, yazı ve sembollerin, Geç Osmanlı’yı kültürlü Romalıların gladyatöre atfettiğine benzer şekilde betimlemesi şaşırtıcı değildir. “Annesini daha yeni kaybetmiş olan ve ailesinde kimse olmayan yeni öğretmen öğrencilerine şunları söyler: ‘İstiyorum ki siz benim evlatlarım olasınız. Ben kimseye ceza vermek istemem.’”5Benjamin Fortna, 2013, Geç Osmanlı ve Erken Cumhuriyet Dönemlerinde Okumayı Öğrenmek, İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları, s. 95

Bu sembolik evren, hümanizmin ehlileştirici vaadini devlet eliyle tecessüm ettirirken, okuma edimini bir yurttaşlık erdemi olarak kurumsallaştırmanın ideolojik zeminini de görünür kılar; bu zemin, yalnızca bir eğitim politikası değil, aynı zamanda Erken Cumhuriyet’in Osmanlı’nın çoğulcu ve dağınık mirasına karşı kendisini hem rasyonel, laik ve evrensel değerlere hem de akıl, terbiye ve ilerleme ile tanımlayan bir ulus devlet olarak meşrulaştırma arzusunun ifadesidir. Bu çabanın temelinde, okumanın yalnızca bir hak değil, aynı zamanda bir yurttaşlık görev olarak tasarlandığı bir yazı kültürü yer alır.

‘Bozkırdaki Çiçek’ Köy Enstitüleri ile de aynı yıl doğan Tercüme Heyeti, kendisinden yıllar önce, 1932’de açılan Halkevleri’nin ülke çapına yayılma süreciyle de akrandır. 1932-38 arası sayısı 209 olan Halkevleri, 1940’lı yıllardan kapatılacağı 1951’e kadar 404’e ulaşmıştı. Dünya Edebiyatından Tercümeler Dizisi, faaliyet gösterdiği 1940-66 arasında 1120 eserin çevirisine imza atmış ve 1966 sonrası yerini 1000 Temel Eser dizisine bırakmıştır. 1940-50 arası 676 çeviriye mukabil 50-60 arası sadece 199 çeviri yapılması kadar 1940’lardan itibaren her yıl muntazam artan çeviri sayısının heyetin üyelerinden Sabahattin Ali’nin öldürülmesiyle üçte bir oranında azalması da dikkat çekicidir. Türkiye siyasal hayatının geneline etki eden bir paradigma değişimi olarak ‘Batı’nın kıta değiştirmesi’ de eserler üzerinden de takip edilebilir. 1940-1950 arası Fransız (225), Alman (102) , Eski Yunan (76), İngiliz (54) klasikleri kendilerine geniş bir yer bulmaktadır. Amerikan Edebiyatı’ndan ise sadece 3 eser çevrilmiştir. Her ne kadar bu sayı 1950-60 arası değişim göstermese de Avrupa’dan yapılan çevirilerin bu dönemde oldukça azalması dikkat çekicidir. Amerikan Edebiyatı’ndan yapılan çevirilerin iki on yıllık dönemde aynı kalmasına rağmen, Demokrat Parti’nin Soğuk Savaş ve Marshall Yardımları ile şekillenen Amerikanlaşma politikası dolaylı etkisini 1940lar boyunca yapılan 64 Rus Edebiyatı çevirisinin 1950-60 arası 11’e inmesinde göstermektedir.6Taceddin Kayaoğlu, 1996, Türkiye’de Tercüme Müesseseleri, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi Evet, Demokrat Parti’nin Amerikancılığı, şehir planlarından otoyollara; yedek parçası olmayan traktörlerin ithaline ve Hilton otellerine değin ortada. Peki neden klasikler? Hasan Ali Yücel’in önsözünü 2025’e dahi taşıyan bu hale niye?

Bu soru, edebiyat özelinde okuma ve görme biçimlerine olduğu kadar politika sahnesinde deneyimleme ve karşılaşma anlarına da tekabül eder. Bunu Arjantinli yazar Ricardo Piglia’nın7Ricardo Piglia, 2008, Son Okur, İstanbul: Delidolu Che Guevera için kullandığı bir kavramsallaştırma olan son okur üzerinden tartışmak mümkün görünüyor.

Piglia için Che’nin kendisi kadar onun etrafına örülen haleler de yazı ile deneyim, düşünce ile eylem, okuma ile politika ve nihayet teori ile pratik arasında kurulan özgül irtibat, modern entelektüel imgesinden ayrı düşünülemez. “Okunan şeyler, deneyime anlam katmayı mümkün kılan filtrelerdir.”8Piglia, Son Okur, s.261 Piglia’nın Don Kişot’tan Che’ye varana kadar okumanın deneyimle kurduğu ilişkiyi bir kişinin layıkıyla nasıl öleceğine dair Sokratik etiğe bağlama sebebi, yaşamın kurgusal olan üzerinden çekip çıkartılan anlam ile yönlendirilmesini anlatır. Che, bu minvalde kuşkusuz özgün bir figürdür zira hem ölmek üzereyken aklına Jack London’ın hikayelerindeki ‘ölümü onuruyla kucaklayan’ karakteri getirir hem de Bolivya’da gerilla savaşının ortasında ağaca tırmanıp kitap okumasıyla hatırlanır. ‘Eylem adamı’nın küresel simgesi olan Che’nin okuma edimiyle kurduğu bu ilişki, Piglia için Benjamin’in kendi yaşadığı deneyimi sözlü yoldan karşısındaki canlı muhataba aktardığı hikaye anlatıcısından farklıdır elbet. “Deneyimi kuran ve aktaran yalnız başına yapılan okumadır. Anlatıcı, yaşanmış bir şeyin anlamını aktardığında okuyucu kaybolup gitmiş bir deneyimdeki anlamın peşine düşecektir.”9Piglia, Son Okur, s.262 Burada, Jale Parla’nın10Jale Parla, 2015, Don Kişot’tan Bugüne Roman, İstanbul: İletişim, s.24 Cervantes’in Don Kişot’u okuyucuyla önceden yapılmış bir kontrat, anlaşma ve uzlaşma önerisi olarak kurguladığını söylemesi düşünüldüğünde, Cicero’dan Montaigne’e, Nietzsche’den Kant’a kitapların gelecekteki dostlara gönderilmiş mektuplar olarak düşünülmesi de bir bağlama oturur.

Piglia da tıpkı Ferit Edgü gibi, darbelerin edebiyata yaptığının farkındadır ve metnin olanaklarının yaratıcı bir tarzda sorgulanmasının sadece yeni üsluplar inşa etmekle değil kimi zaman da eskilerinin üzerinden geçerek onları okunamayacak hale getirmekle mümkün olduğunu gösterir. Bu yüzden, Piglia’nın Arjantin’de faşist cuntanın katliamlarını, darbeyi hazırlayan ve onun yarattığı ortamı anlattığı Suni Teneffüs11Ricardo Piglia, 1999, Suni Teneffüs, İstanbul: Ayrıntı mektup tarzında yazılmış bir romandır. Yayıncının arka kapağa düştüğü not gibi, bu “artık modası geçmiş bir tarzdır”. Ancak Piglia’nın bu modası geçmiş mektup tarzında yazdığı romanı, sözgelimi Ferit Edgü’nün Tezer Özlü’ye yazdığı mektuplardan farkı, ikincisinin artık yazmayıp eskiden yazılmışlarını okuduğumuz mektuplara ya da telefon operatörlerinin paket ve tarifleri ile internet uygulamaları öncesi SMS’lere benzemesidir.12Yağız Ay, 2020, Mutlu Yalnızlık: Gilles Deleuze’ün Mektupları. Birikim

18. yüzyılda burjuva toplumunun temel iletişim biçimi mektup olduğundan nasıl mektup yazılması gerektiği, hangi kurallara uyulması gerektiği gibi konular yazarları epey meşgul etmişti. Mektup kolayca, rahatça yazılmalıydı, basit konulardan bahsetmeliydi, kullanılan diksiyon üzerine çok emek harcanmamalıydı ve anlatılan konular herhangi bir süsleme, mecaz olmadan, sanatsızca, makyajsız bir halde, yüz yüze konuşurken nasılsa öyle ele alınmalıydı. Q. D. Leavis’e göre büyük mektup yazarlarının çoğu sıkıcı kişiliklerdi, mektupları da okuması zor, meşakkatliydi. Leavis, büyük mektup yazarlarının mektuplarında çok fazla şeyden bahsettiklerini, halbuki türün buna müsait olmadığını söylüyordu. Edebiyat eleştirisinin ilgilendiği mektuplar iyi yazılmış mektuplar değil, “ilginç bir zihin” sunan mektuplardı.

Deleuze’ün Proust okumasında da filozoflar, her şeyden önce, şeylerin, sözcüklerin ve fikirlerin anlam ve değerleri hakkında apaçık uzlaşan iyi niyetli dostlara benzerler.13Gilles Deleuze, 2016, Proust ve Göstergeler, İstanbul: Alfa, s.38 Bu aynı zamanda, Deleuze için, felsefenin en büyük yanlışıdır çünkü yazınsal topluluğun kanonik cemaatinde “kimseyi tehlikeye sokmayan ve hiçbir şeyi allak bullak etmeyen” hakikatlere ulaşılır.14Gilles Deleuze, Proust ve Göstergeler, s.24 Bu açıdan Jean Paul Sartre’ın hümanizm ile varoluşçuluğu birbirine eşitlediği yerin Dostoyevski’nin “Tanrı olmasaydı her şey mubah olurdu” sözünden çıkarması tesadüf değildir. Sartre için, insanın özgürlük üzerinden etik bir sorumluluğa kavuşuyor olmasının sebebi insanın bu öznelliği yani kendisini nasıl yaparsa öyle olma halidir.15Jean Paul Sartre, 2022, Varoluşçuluk, İstanbul: Say Tekrar pahasına bir kez daha söylemek gerekirse, Sloterdijk, kültürlü Romalıların humanitas adı verdikleri şeyin kitle kültüründen uzak durmak istemelerinden ayrı düşünülemeyeceğini söylerken, okumanın ehlileştirici ve uygarlaştırıcı etkisini burjuva toplumların oluşumuyla ayrı düşünmememiz gerektiğini söylüyordu. Hasan Ali Yücel Klasikleri’nin gayesi, kendisini vazifelendirdiği iş de budur belki…

Yine de gözden kaçırmamak için vurgulamak gerekir ki “geç Osmanlı ve erken cumhuriyet dönemlerinde üretilmiş ders kitaplarının çeşitliliği ve sayısı, yeni devlet eğitimi sisteminin bir okuma materyalleri piyasası yaratma konusundaki yeteneğine dair iyi bir ipucu sunmaktadır. Bu piyasa hem yeni okuma materyallerinin tüketicilerini, hem de o materyalleri üretenleri birbirine bağlıyordu.”16Benjamin Fortna, 2013, Geç Osmanlı ve Erken Cumhuriyet Dönemlerinde Okumayı Öğrenmek, İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları, s.101-102 Bu açıdan incelediğimiz klasikler serisinin tam adını da analım: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları Hasan Ali Yücel Klasikleri.

Daha geniş bir nazardan bakılacak olursa, Piglia, okuyan özne figürünün entelektüelin ve halkın modern inşasının ayrılmaz bir parçasını oluşturduğunu söylemekte haklıydı. Yazılı metinlerin antik çağlardan beri gelen kanon üzerinden cemaat inşa edici görevi ile ehlileştirici, insanileştirici ve uygarlaştırıcı etkisi belki de herkesin Che’nin öldüğü zaman yanında olan sırt çantasına bir kitap yerleştirmek istemesinin de nedenidir. Öyle ya Che’nin çantasından Nutuk çıktığına dair havadisler gündemi bir ara bir hayli meşgul etmişti… Liderlerin, eylem adamlarının en insanî addedilen fotoğraflarında karşımıza bir okur olarak çıkmaları da boşuna değil. Bu sadece Erken Cumhuriyet’in otoriter kültürel politikalarının ve Hasan Ali Yücel’in ve Tercüme Odası’nın klasiklerin çevirilerine yazdığı hümanist önsözlerin zoraki sonucu ya da solun kendi içindeki tatlı su sosyalisti imgesiyle ele alınamaz. Burada milliyetçi-muhafazakârların ve İslamcıların gönül yarası olarak kitap ve kültürle kurdukları ilişkiyi de, o kültür hegemonyasını da hesaba katmak gerekir. Ara Güler’in bir zamanlar Recep Tayyip Erdoğan’ı kütüphanesinde kitap karıştırırken fotoğraflamasında o meşhur kültürel hegemonya yarasının ya da toplumsal bilinçdışının hiçbir tazyiki yok mudur sahi?

Sloterdijk’ın yazının bu işlevini antik çağlar ile başlatması, modern çağın uluslarının “aynı yazıları okumak suretiyle aynı şeyleri düşünen dostlardan oluşan, okuyan insan birlikleri” olarak kavranmasını da engellemez. Aslında bir kitle teknolojisi olarak kitabın matbaa ile doruk noktasına ulaştıktan sonra savaş sonrasının yeni kitle teknolojileri olan radyo ve televizyon ile girdiği rekabetten yenik çıkana kadarki etkisini gösterir. 1789-1945 arası, Sloterdijk’a göre ulusal hümanizmler çağıdır:17Peter Sloterdijk, 2001, İnsanat Bahçesi İçin Kurallar, İstanbul: Everest, s.9-11

Ulusal burjuva hümanizm çağının sonu gelmiştir, çünkü dostlardan oluşan bir ulusa, sevgi esinleyen mektuplar yazma sanatı, ne kadar profesyonelce icra edilirse edilsin, modern kitle toplumunun sakinleri arasındaki uzaktan iletişim bağını kurmaya yetmemektedir… Modern büyük toplumların, siyasal ve kültürel sentezlerini yazınsal, mektup türündeki ve hümanist medyalar üzerinden üretmeleri, artık sadece bir marjinallik olarak mümkündür. Bu durum, “edebiyatın sonu” anlamına gelmez, ama sui generis bir alt-kültür halinde farklılaşmıştır ve ulusal tinlerin taşıyıcısı olarak el üstünde tutulduğu günler geçmişte kalmıştır. Bu arada yeni siyasal-kültürel telekomünikasyon medyaları önderliği ele geçirmiş ve yazıyla doğan dostluklar şemasını mütevazı bir sınıra geriletmiştir.

Sloterdijk’ın savaş sonrası yeni kitle teknolojileri ve Piglia’nın son okuru olarak Che, belirli bir tarih aralığında etkilerini daha yoğun hissettirebilmiş olsalar da, edebiyat eleştirisi için bundan sonraki dönemler oldukça zengindir. Nitekim edebiyat ve bilhassa roman eleştirisinin elinin altında kimlik, kent yoksulları, toplumsal cinsiyet ve sınıfsal tabakalaşma gibi konularda oldukça zengin bir miras birikmiş ve kültürel çalışmaların ayrılmaz bir parçasını oluşturagelmiştir. Bugün, hâlâ, hepimizin kütüphanesinin el yordamıyla çekip çıkarılamayacak yerinde, muhtemelen yan yana ama en üst raflarında Hasan Ali Yücel Klasikleri dizili. Halka yazılan bu mektuplar cevapsız kaldığında, artık ulusal burjuva hümanizmlerinin sonu geldiğinde, yazıyla kurulan dostluklar yetmediğinde, hümanizm bilmem kaç bin yıllık amentüsünü yitirdiğinde; yazı dışında yeni bir dostluğu nasıl kuracağız, bunu düşünmeye çok geç kalmadan başlamalıyız.

Notlar

(1) Jale Parla, Don Kişot’tan Bugüne Roman, İstanbul: İletişim, s. 23-24.

(2) Oğuz Atay, 2023, Tutunamayanlar, İstanbul: İletişim

(3) Tutunamayanlar, s.393

(4) Peter Sloterdijk, 2001, İnsanat Bahçesi İçin Kurallar, İstanbul: Everest, s.6

(5) Benjamin Fortna, 2013, Geç Osmanlı ve Erken Cumhuriyet Dönemlerinde Okumayı Öğrenmek, İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları, s. 95

(6) Taceddin Kayaoğlu, 1996, Türkiye’de Tercüme Müesseseleri, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi

(7) Ricardo Piglia, 2008, Son Okur, İstanbul: Delidolu

(8) Piglia, Son Okur, s.261

(9) Piglia, Son Okur, s.262

(10) Jale Parla, 2015, Don Kişot’tan Bugüne Roman, İstanbul: İletişim, s.24

(11) Ricardo Piglia, 1999, Suni Teneffüs, İstanbul: Ayrıntı

(12) Yağız Ay, 2020, Mutlu Yalnızlık: Gilles Deleuze’ün Mektupları. Birikim

(13) Gilles Deleuze, 2016, Proust ve Göstergeler, İstanbul: Alfa, s.38

(14) Gilles Deleuze, Proust ve Göstergeler, s.24

(15) Jean Paul Sartre, 2022, Varoluşçuluk, İstanbul: Say

(16) Benjamin Fortna, 2013, Geç Osmanlı ve Erken Cumhuriyet Dönemlerinde Okumayı Öğrenmek, İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları, s.101-102

(17) Peter Sloterdijk, 2001, İnsanat Bahçesi İçin Kurallar, İstanbul: Everest, s.9-11

Bunları okudunuz mu?