Sidney Tarrow, Power in Movement: Social Movements and Contentious Politics eserinde, toplumsal hareketlerin dalgalar halinde yükselip bastırıldığını, ardından yeni biçimlerde yeniden ortaya çıktığını belirtir. Bu döngüsel yapıyı “çekişmeli döngüler” (contentious cycles) olarak tanımlar. Tarrow’a göre direniş zamanla solabilir, biçim değiştirebilir ama asla tamamen yok olmaz.
Doğaldır ki bu döngüsellik her toplumda aynı sonucu doğurmaz. Bazı yerlerde bu direniş fazları zamanla bir yılgınlık hâline evrilerek sönümlenir; bazı yerlerdeyse bir sonraki kıvılcımı mümkün kılan hafızaya sahip çıkar.
Birçok Ortadoğu ülkesinde, temeli köklü bir ilkeselliğe dayanmayan protesto dalgalarının zamanla sönümlendiğine şahit olduk. Bu tür toplumsal hareketler, uzun vadeli dönüşüm hedefi kuramamış, bu nedenle de sürdürülebilir olamamıştır. Zamanla bu tepkisel çıkışların yerini umursamazlık ve yılgınlık almış, çaresiz kabulleniş sokakları sessizleştirmiştir.
Oysa direnişin sürekliliğini sağlayan şey, dışsal baskılara karşı oluşan tepkisel bir çıkış değil; eşitlik, adalet, özgürlük, yaşam hakkı gibi temel değerler etrafında örgütlenen bir ilkeselliktir. Bu ilkelerin sürdürülebilir olması ise ancak ortaklaşa benimsenmiş, kapsayıcı ve çoğulcu bir çerçevede yapılanmalarıyla mümkündür. İlkesellik, ancak onu taşıyan kolektif bir yapıyla etkili olabilir; çünkü bireysel duruşlar direnişi başlatabilir ama onu taşıyan, dönüştüren ve süreklileştiren şey örgütlü bir ortaklıktır. Direnişin gücü, bu ilkeleri çoğula yayabilen bir kapsayıcılıktan ve birlikte düşünme, birlikte hareket etme yetisinden beslenir.
Türkiye özelindeyse, baskının en yoğun hissedildiği dönemlerde dahi toplum, direnme refleksini tümüyle yitirmemiştir. Buradaki sürekliliğin yalnızca ilkesellikle ve örgütlülükle ilişkilendirilmesi zor olsa da, tarihsel bir “inat damarının” varlığı, direnişe dayanma gücü vermiş olabilir.
Ayşe Zarakol’un After Defeat (2011) eserinde işaret ettiği gibi, Türkiye’de devlet figürü tarihsel olarak hem Batı’ya benzeme arzusunun taşıyıcısı hem de içeride otoriter bir düzenin uygulayıcısı olmuştur. Devlete karşı duyulan güven ile güvensizlik arasında gidip gelen bu toplumda; devletle ilişki, sadece itaate değil zaman zaman hesap sormaya da meyilli, dinamik bir ilişkidir.
Ayşe Zarakol’un The Politics of the Periphery adlı bir başka çalışmasında bahsettiği ‘yarı-merkez’ konumu gereğince; Türkiye, ne Batı’nın yerleşik merkez ülkeleri gibi durağan ne de bazı çevre toplumlar gibi yılgın ve edilgen bir yapıdadır. Bir yandan bu ara konum, Türkiye’yi sürekli bir gerilim hattında tutarken, diğer yandan modernleşmenin çelişkilerden mürekkep tarihi, farklı sınıfların, kimliklerin ve siyasal görüşlerin iyi kötü temas hâlinde yaşayışı, sendikal geçmiş, öğrenci hareketlerinin sürekliliği ve entellektüel üretimin tamamen sönümlenmemiş olması da toplumun gerektiği anda harekete geçme, yani direniş refleksini diri tutar.
Derinde çalışmaya devam eden bu inat ve ısrar hâli; Boğaziçi direnişinde, Gezi’de, Akkuyu’da, Soma’da değişe-dönüşe, yine-yeniden kendini gösterir. Hatta bu inat, bazen de yalnızca “hayır” demekten ibaret olabilir. Nihayetinde, direniş, yalnızca politik değil, aynı zamanda ahlaki bir tavırdır. Hannah Arendt’in sivil itaatsizlik tanımıyla örtüşen bu duruş, direnişi sadece stratejik değil, vicdani bir yükümlülük haline getirir.
Mesleği ne olursa olsun, hakikati savunma inadından vazgeçmeyen idealist doktorlar, dürüst memurlar, etik gazeteciler, onurlu öğretmenler, sanatçılar, akademisyenler, avukatlar ve hâkimler… Sayıları günden güne azalsa da hâlâ varlar. Türkiye’de direnişi ayakta tutan da budur.
Tüm bu övgüye değer inadına rağmen, Türkiye’de toplumsal direnişlerin kalıcı ve sistemsel dönüşümlere evrilememesinin en ciddi nedenlerinden birinin cezasızlık kültürü olduğu görüşündeyim. Geçmişin acılarıyla yüzleşmeyen, tarihindeki zulüm ve katliamları inkâr eden ve bu inkârı bir yönetim pratiğine dönüştüren bir toplumda, hakikate duyulan en samimi ısrar bile zamanla kısır döngüye hapsolur. Çünkü inkâr üzerine inşa edilen bir düzende, her türlü hak arayışı eninde sonunda duvara çarpar.
Bugün yaşanan pek çok hak ihlali de, bu kemikleşmiş cezasızlık kültürünün bir devamı olarak görülebilir. Bu nedenle, toplumsal hafızanın korunması, işlevsel bir direnişin temel şartlarından görülmelidir. Ancak hafıza tek başına yeterli değildir; direnişin gerçekten sürdürülebilir ve dönüştürücü olabilmesi için, hatırlamanın yüzleşmeye, yüzleşmenin ise hesaplaşmaya evrilmesi gerekir.
Sonuç olarak, direnmek bu coğrafyada dün olduğu gibi bugün de güçlü ve etkili bir toplumsal nitelik. Ancak direnişin, mevcut düzenin gerilimlerini yalnızca geçici olarak boşaltan bir “drenaj hattına” dönüşmemesi gerekir. Anlamlı bir direniş; basınç yaratan tepkilerin, sistemin sürekliliğini sağlamak adına kontrollü biçimde tahliye edilmesine yarayan değil; hesap soran, onurlu inadıyla ve evrensel ilkeleriyle hareket eden bir toplumun direnişidir.