Cephede Bir Filozof

Wittgenstein

Defterler’de şöyle yazıyordu Wittgenstein: “Dün üzerime ateş açıldı. Dağıldım! Ölümden korktum! Şimdi öylesine güçlü bir yaşama isteği duyuyorum ki!... İşte “günah” tam da budur: anlamsız bir yaşam, yaşama dair yanlış bir bakış.”
Okuma listesi
Editör:

2008 yapımı popüler bir gerilim filmi olan Oxford Cinayetleri’nin (Oxford Murders) açılış sahnesinin filmden daha popüler olduğunu söylemek abartı olmaz. Film çok şiddetli çatışmaların yaşandığı bir siperde başlıyor; her yana kurşun, bomba yağarken ve bütün askerler sağa sola koşuştururken bir askeri, ortalık bir yerde oturmuş elindeki küçük not defterine hararetle bir şeyler yazarken görüyoruz. Asker sisler içinde yavaş yavaş kaybolurken bir dış ses, “etrafında vızıldayan şarapnel parçalarına rağmen yazıyordu, çünkü o deftere yazacağı şeyler bekleyemezdi, kelimeler zihninde şekillendiği anda yazmak zorundaydı, bir saniye bile geciktiremezdi” diyerek merakımızı iyice arttırıyor. Daha sonra sesin sahibiyle tanışıyoruz, üniversite amfisinde ders anlatan bir hoca ve meraklı öğrenciler var karşımızda. Daha sonra buranın Oxford Üniversitesi’nde bir matematik amfisi olduğunu, dersi verenin de bir matematik profesörü olduğunu öğreneceğiz. Profesör devam ediyor: “Hayatını tehlikeye atacak kadar önemli olan şey neydi? Diğer askerler gibi ayağa kalkıp koşması gerekirken orada durmuş ne yazıyordu?” Profesör sorusunun cevabını elindeki kitabı kaldırarak kendisi veriyor: Tractatus Logico-Philosophicus (TLP). Filmin en çok akılda kalmayı hak eden kısmının bu olduğunu ve bundan sonrasında felsefeye ve TLP’ye meraklı olanlara özel bir şey vadetmediğini söylemek isterim. Avusturyalı filozof Ludwig Wittgenstein (1889-1951) hayattayken yayımlanmış tek kitabı olan TLP’yi gerçekten de büyük oranda I. Dünya Savaşı’nda cephedeyken kaleme aldı. Sadece yedi önerme ve bunların açıklamalarından oluşan hacmi küçük bu kitabın, düşünce dünyasında bıraktığı etki düşünülecek olursa yazarının çalkantılı hayatının popüler kültürün ilgisini cezbetmesi anlaşılır hale gelecektir. Öyle ki, The Economist’te, eserin yayımlanmasının 100. yılı münasebetiyle yayımlanan ve TLP’den sonra felsefenin geri dönülemez şekilde değiştiğini iddia eden bir yazıda, I. Dünya Savaşı’nın insanlığa armağan ettiği tank, poşet çay, fermuar gibi yenilikler arasında TLP en zarif olan olarak tasvir ediliyordu.

Bu yazı TLP’nin önemini ya da orada dile getirilen fikirleri ele alan bir felsefe yazısı olmayacak, kitabın savaş yıllarındaki hazırlığının felsefi değil şahsi boyutuna odaklanmaya çalışacağım.1Bu yazının son okumasını yaptığım sırada, büyük bir rastlantıyla Zeki Özcan’ın çok kısa bir süre önce blogunda Wittgenstein’ın savaş yılları hakkında yayımladığı bir yazıya rastladım. Özcan, bu yazının ardından, konuyla bağlantılı olarak TLP’deki etik anlayışını ele alan bir yazı daha kaleme almış. İlgilenenler için bloğun adresini buraya bırakıyorum: https://zekiozcan52.blogspot.com/2025/06/wittgenstein-savasta-felsefe-yapan-tek.html Ancak söz konusu olan Wittgenstein olduğunda deneyimlerinin felsefi boyutuyla şahsi boyutu arasında bir ayrım yapmanın çok da kolay olmadığını söylemek isterim. Wittgenstein’ın, yaşamı en çok ilgi çeken filozof olduğunu söylemek abartı olmaz. Bunun başat nedeni tabii ki, inişli çıkışlı, uçlarda gezen, delilikle dahilik arasında salınan bir figür olmasıdır. Ancak tek nedenin bu olduğunu düşünmüyorum, hayatı ile düşünceleri fazlasıyla iç içe geçen bir figür olmasının da bu ilginin makul bir nedeni olduğunu düşünüyorum. Wittgenstein’ın biyografisini bu nedenle felsefesini anlamak, veciz ifadelerini düşünsel bağlamlarına oturtmak için işlevsel bir araç olarak kullanabiliriz. Tam da bu nedenle Wittgenstien’ı anlamak için mükemmel iki entelektüel biyografi örneğinden söz etmek istiyorum. Bunlardan ilki Brian McGuinness’in Young Wittgenstein: Wittgenstein’s life, 1889-1921 isimli eseri, bu biyografi içerdiği detaylarla o kadar kapsamlı bir çalışma ki “Wittgenstein kendisi okusaydı şaşıracağı şeylerle karşılaşabilirdi” diye düşünmeden edemiyor insan. McGuinness’in ikinci cilde ömrü vefa etmediği için çalışmasının yarım kalmış olması Wittgenstein çalışmaları açısından çok büyük kayıp. İkincisi ise Ray Monk’un meşhur Wittgenstein: Dahinin Görevi isimli eseri. Türkçede olmasının büyük bir şans olduğunu düşündüğüm bu eser, bugün birçok düşünür tarafından “Bir entelektüel biyografi nasıl olur?” sorusunun cevabı olarak düşünülüyor. Wittgenstein’ın düşüncelerini ve bu düşüncelerin ortaya çıkış sürecindeki yaşam deneyimlerini o kadar profesyonelce harmanlıyor ki, filozofun yaşamı ve düşüncesi arasındaki bu bağ olmadan fikirlerini özümsemek mümkün değilmiş duygusu uyandırıyor. Başlığında Wittgenstein olan bir yazıyı okuyan okur için bu iki tavsiyeden söz etmesem olmazdı.

Avrupa’nın en zengin ailelerinden birisinin -kimine göre en zengini- çocuğu olarak Viyana’da dünyaya gelen Wittgenstein’ın, ilgi çekici yaşam hikâyesinde parayla kurduğu ilişkinin zayıflığına hep vurgu yapılır. Nitekim babası ve annesinin ölümünden sonra kendisine kalan hatırı sayılır mirası kardeşlerine ve dönemin sanatçıları ve entelektüellerine dağıtma süreci hakkında okuduklarım çoğu zaman bende, paradan kurtulmaya çalıştığı izlenimi uyandırmıştır. Ancak parayla kurduğu bu ilişki, sahip olduğu maddi olanakların onun hayatında ne derece belirleyici olduğunu gözden kaçırmaya neden olmamalı. O dönem, dünyanın entelektüel açıdan başkentinin Viyana olduğu ne kadar gerçekse Wittgensteinların evinin Viyana kültür sanatının kalbi olduğu da o kadar gerçektir. Wittgenstein’ın ilk gençliğinin böyle bir yerde geçtiğini her zaman akılda tutmakta yarar var. Viyana’dan Manchester’a gidip mühendislik eğitimi almak birçokları için çok zordu ama imkansız değildi ancak bu eğitim sırasında matematiğin kökenlerine merak salıp bu merakın peşinden Gottlob Frege ve Bertrand Russell gibi dünyanın en önemli matematik ve mantıkçılarıyla iletişime geçebilmek çoğu kişi için imkansızdı. Ailesinin zenginliğinin ve entelektüel ilişkilerinin Wittgenstein’ın dehasının açığa çıkması konusunda yarattığı imkanlar bu nedenlerle gözden kaçırılmamalı.

“Nasıl oluyor da kağıt üzerinde yaptığım matematiksel bir hesap, bu hesaba göre yaptığım bir uçurtmanın hareketlerini kestirebiliyor?” gibi naif göründüğü kadar derin bir felsefi sorunun peşine düşmüş genç bir dehanın, matematiğin son kertede mantığa indirgenecebileceğini ispat etmeye ömrünü adayan Frege’yle ve Frege’nin bu iddiasını dile getirdiği devasa eseri Aritmetiğin Temel Yasaları’na yönelik sarsıcı ve haklı bir eleştiri geliştiren Russell’la karşılaşabilmesi sadece şansla açıklanabilir olmasa gerek. Wittgenstein, Russell’a ilk defa 1911 yılının sonunda Cambridge’te tanışır ve bu tanışıklık her iki düşünür için de bir milattır. Russell bu tanışıklık sırasında Frege’nin eserine yönelik eleştirisinden beri peşinde olduğu matematiğin temellerine ilişkin soruyla uğraşmaktadır. Alfred North Whitehead’le beraber bu soruya kapsamlı bir yanıt vermek üzere hazırladıkları Principia Mathematica adlı eserlerinin ilk cildi 1910 yılında yayımlanmış, ikinci ve üçüncü cilt üzerinde yoğun bir şekilde çalışmaktadırlar. İşte, Wittgenstein’ın TLP’de dile getirdiği mantığa, dünyaya ve dile ilişkin düşünceleri ve merakları böyle bir ortamda Cambridge’te şekillenir. Ray Monk’un tespitiyle, Russell’ın çömezi olarak başladığı bu süreç bir yıl gibi çok kısa bir süre içinde Russell’ın ustası olmaya doğru evrilir. Wittgenstein’ın dehasının ne olduğunu merak edenler için 1912 yılının sonbaharıyla 1913 yılının sonbaharı arasındaki yaklaşık bir yıllık süreç ve Russell’ın bu sürece ilişkin tanıklıkları ve kanaatleri çok ilginç anekdotlar barındırıyor. Yaklaşık bir yıllık çok da uzun sayılamayacak ancak TLP’nin temel sorularının şekillendiği bu Cambridge macerasının ardından bu sorulara verdiği yanıtların büyük oranda şekillendiği bir Norveç inzivası geliyor. Norveç’te bir fiyort kıyısında ücra bir köyde, izole bir kulübede geçen yedi ayın ardından Wittgenstein kısa bir Cambridge ziyareti yapar ve ardından Avusturya’ya döner. Wittgenstein’ın bu dönemdeki mektuplaşmaları ve G. E. Moore’un tanıklıkları TLP’nin birçoğu savaş sırasında yazıya dökülecek olan temel fikirlerinin bu dönemde şekillendiğini göstermektedir.

Wittgestein’ın ilk gençliğinin şekillendiği fin-de-siécle Viyanası’nı (yüzyıl sonu Viyanası) Ray Monk, “öz yıkım laboratuvarı” olarak tanımlıyordu. Bu dönem; eskinin içinden yeninin çıktığı, imparatorluğun kolektif ruhu karşısında bireyin varlığını ispat etmeye çalıştığı; anlam arayışının etik bir sorumluluk addedildiği, yerleşik olanın kaybedecekleri için, yeni olanın doğuracakları için sancı çektiği; arzuyla normun, asimilasyonla aidiyetin karşı karşıya geldiği; entelektüel olduğu kadar bunalımlı bir dönemdir. Modern bireyin bunalımı olarak tarif edebileceğimiz ve 20. yüzyılın ilk yarısında tüm Avrupa’ya yayılan bu ruh halinin, Viyana’nın kasvetli ve umutsuz olduğu kadar bilge ve entelektüel de olan ortamında doğduğunu söyleyebiliriz. Wittgenstein, tabiri caizse bu kasırganın en hararetli noktasında dünyaya gelir, aklı ve kişiliği bu kasırganın etkileriyle şekillenir. Bu ruh halinin Viyana’daki önemli etkilerinden birisi de entelektüel intiharlarıdır; yaşamın anlamına dair umutsuzluk duygusu, içinden çıkılamaz dilemmaların yarattığı ruh hali dönemin Viyanası’nda sıklıkla entelektüel intiharlarının ortaya çıkmasına yol açar. İntihar bu anlamsızlığa karşı entelektüel bir erdem olarak görülür. Çağın ruhunun, ölümle bu yakın ilişkisini en iyi hissedenlerden birisi Wittgenstein’dır. Wittgenstein ailesinin evi, tüm bu entelektüel ortamın merkezi konumundayken, bu entelektüellikle gelen ikilemlerden ve bunalımlardan kaçamaz. Wittgenstein’ın üç abisi çok da uzun olmayan aralarla intihar eder. Tüm bunlardan hareketle, anlam arayışının ve buna eşlik eden ölüm duygusunun Wittgenstein’a sürekli eşlik ettiğini söyleyebiliriz. Önce Frege’ye, sonra Russell’a ulaşarak peşine düştüğü mantık problemleri, bu anlam arayışının bir sonucudur. Ölüm fikri, bir uçurumun dibinde ne olduğunu görebilmek için kenarına yaklaşmak gibi onu kendine çeker durur. Sanki bu hayatın anlamını görebilmek için, bu hayatın dışına çıkması gerekmektedir. İronik bir şekilde ifade edecek olursam, Wittgenstein’ın bu arayışında I. Dünya Savaşı imdadına yetişir.

Savaşın henüz ilk haftasında, 1914 yılının ağustos ayında Avusturya-Macaristan ordusuna gönüllü piyade olarak yazılır. Sonbahara kadar Krakow’daki kışlalarda eğitim görür ve ekim ayında bugünkü Polonya ve Ukrayna sınırındaki bir bölgede, Rusya ile savaşmak üzere görevlendirilir. Burada mekanik bilgisi ve mühendislik eğitimi geçmişi nedeniyle Vistül Nehri üzerinde görev yapan Goplana isimli bir torpido botunda makinist olarak görevlendirilir. Daha sonra aynı bölgede topçu subayı olarak görev yapar. 1915 yılının sonlarına doğru İtalya sınırında görev yapmak üzere Güney Cephesi’ne gönderilir. 1918 yılının sonbaharına kadar Güney Cephesi’nin çeşitli bölgelerinde topçu subayı olarak görev yapar. 3 Kasım 1918’de Alpler’de İtalyan ordusu tarafından esir alınır. Esirliği İtalya ile Avusturya-Macaristan arasındaki bir ateşkes sürecine denk geldiği için koşulları çok ağır olan bir esirlik değildir. Önce Como Gölü yakınlarındaki bir esir kampında tutulur daha sonra Verona ve Venedik arasında bulunun Montecchio Maggiore kasabası yakınlarında bir esir kampına nakledilir. Nihayet, 1919 nisanında yaklaşık 5 aylık bir esaretin ardından Viyana’ya geri döner.

Bu oldukça kısa kronolojiden de anlaşılacağı gibi Wittgenstein burada anmadığım kısa bir izin arası dışında tüm I. Dünya Savaşı boyunca cephededir. Bu sürenin büyük bir çoğunluğu cephe gerisindeki teknik hizmetlerde, koşulları kötü olmayan bir esir kampında geçmiş olsa da Wittgenstein’ın savaşın en şiddetli ve çıplak gerçeğiyle burun buruna geldiği yaklaşık dört aylık bir dönemi olmuştur: Brusilov Taarruzu. Adını kumanda eden komutandan alan bu taarruz Rusya’nın I. Dünya Savaşı boyunca düzenlediği en etkili hamle olarak anılır ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ordusunun tüm direncini kırar. İmparatorluk açısından savaşın kaderinin bu taarruzla değiştiğini söyleyebiliriz. Bugün elimizde kesin bir veri olmasa da, tüm kaynaklar bu dört ay içinde İmparatorluk ordusunun 500.000 ila 1.000.000 asker kaybettiğini yazar. Wittgenstein ise, bu denli büyük bir yıkımın yaşandığı bu kısa sürede cephededir; birçok hararetli çatışmaya ve ölüme bizzat tanıklık eder.

Bütün bu macerası boyunca filmde resmedildiği karedeki defteri yanındadır. Wittgenstein metinlere son halini vermeden evvel aklına gelen hiçbir şeyi kaçırmamak adına sürekli defterlere not alarak çalışan bir düşünürdür. Bazı çalışmalarının renklerle anılıyor olmasının sebebi de bu defterlerin renkleridir. Wittgenstein, düşüncelerini daha sistemli hale getirdiği defterlerinin çoğunu 1950 yılı civarında imha etmiştir. Neyse ki 1914 ile 1916 yılları arasındaki notlarını tuttuğu defter, o sırada ablasının evinde olduğu için korunmuş ve bu döneme ait düşüncelerine ulaşabilmemizi sağlamıştır. Ve yine şanslıyız ki bu defterlerin Türkçe çevirisi 2004 yılında Ali Utku tarafından yapıldı. Defterler 1914-1916 özellikle erken dönem Wittgenstein çalışacaklar açısından oldukça değerli bir kaynak. TLP gibi kompakt bir eserin düşünsel izini sürebilmek Wittgenstein’ın veciz üslubunu doğru bir bağlama oturtmak açısından oldukça işlevsel. Ancak bu yazıda defterlerin başka bir tarafını konu edineceğim: defterlerin sol sayfası.

Wittgenstein, savaş sırasında tuttuğu defterlerin sağ sayfalarına dil ve mantık çalışmalarını not alırken, sol sayfalara ise alfabenin harflerini baştan sona eşleyerek (a = z gibi) yaptığı bir şifreleme yöntemiyle kişisel notlarını yazar. Muhtemelen, bu şifreleme ortaokulda öğrendiği basit bir şifreleme yöntemidir. Defterlerin 1961 yılında Wittgenstein’ın birçok eserinin elimize ulaşmasında çokça emeği olan G. H. von Wright ve G. E. M. Anscombe tarafından düzenlenip İngilizceye çevrilen ilk basılı versiyonunda bu sol sayfalardaki notlara çok az yer verilir. Bu kısmın büyük oranda sansürlendiğini söyleyebiliriz. Çünkü bu kısım dil ve anlam tartışmalarından ziyade Wittgenstein’a dair çok özel ve kişisel notlar içermektedir. Tam da bu yüzden Wittgenstein tarafından şifrelenmişlerdir. Filozofun hislerini, nefretlerini, günlük ruh hallerini, korkularını, ölüme yaklaşma deneyimlerini, cinsel dürtülerini bu satırlardan okuruz. Norveç’teki Bergen Üniversitesi tarafından yürütülen ve Wittgenstein’ın tüm eserlerini düzenleyip dijitalleştirmeyi amaçlayan kapsamlı proje (Wittgenstein’s Nachlass: The Bergen Electronic Edition) kapsamında, defterlerin sol sayfalarındaki şifreli metinler ilk kez tamamen çözüldü. Bu sayfalar, 2022 yılında Marjorie Perloff’un çevirisi ve editörlüğüyle sansürsüz olarak Private Notebooks 1914-1916 başlığıyla İngilizceye kazandırıldı. Wittgenstein, hakkında en çok biyografi kaleme alınan düşünürlerden biridir. Kanımca, onun yaşam öyküsünü bu denli ilgi çekici kılan yalnızca uçlarda geçen çalkantılı hayatı ya da çoğu zaman delilikle dahilik arasında salınan sıra dışı deneyimleri değildir. Bu magazin odaklı ilginin etkisini yadsımamakla birlikte, Wittgenstein’ın yaşadığı gibi düşünmesi ve düşündüğü gibi yaşaması, yani düşüncesi ve yaşamı arasındaki güçlü bağ, biyografilerine duyulan ilginin asıl nedeni olarak görülmelidir. Tam da bu özelliği nedeniyle, fikirlerini çağın düşünce dünyasıyla ilişkilendirmekte birçok filozoftan daha çok veri sunar. İşte bu özel günlüklerin de böyle bir işlevi var. İçeriği nedeniyle, sıklıkla birer düşünsel magazin örneği olarak karşımıza çıkacağından emin olsam da bu özel notların filozofun düşünsel hattının şekillenmesi hakkında bize yeni şeyler söylediğini düşünüyorum.

Bu iddiamın gerekçesi olarak Brusilov Taarruz’u sırasındaki notlarına dair birkaç şey söylemek isterim. Wittgenstein’ın notları taarruz başlamadan yaklaşık bir hafta evvel 29.05.1916’da “Tanrı benimle olsun” diyerek kesiliyor (Wittgenstein, 2022, s. 175). Sonra temmuz ayının başına kadar bir şey yazmıyor.2Defterler’in ilk basımında 11.06.1916 tarihli bir not var ancak Nachlass’ta bu not 04.07.1916 düzeltilmiş bu nedenle 29 mayıs’tan 4 temmuz’a kadar bir not yazmadığı konusunda bir kabul var. Çok şiddetli çatışmaların yaşandığı ve binlerce askerin öldüğü bu dönemde tam olarak neye şahit olduğunu bilmiyoruz ama bunun hemen ardından notları hakkında çokça tartışılan yepyeni bir tonla tekrar başlıyor. Tanrı ve yaşamın anlamı notlarının temel problemi olarak ortaya çıkıyor. TLP’nin Tanrı ve etikle ilgili önemli ve bolca tartışılan önermeleri defterin sağına temmuz ayının hemen başında kaleme aldığı bu notlarda şekilleniyor. Defterin solunda ise son aylarda muazzam işler çıkardığını, her şey hakkında düşündüğünü söylüyor ancak bunları matematiksel düşünce zinciriyle henüz tam olarak bağıntılandıramadığından şikayet ediyor. Bu şikâyetiyle aynı gün, defterin sağ tarafında “yaşam sorununun çözümü, bu sorunun ortadan kalkmasında görülür” (Wittgenstein, 2004, s. 92) derken, bir gün sonra defterin sol tarafında ise “[a]ncak bağıntı bu noktada kurulmuş olacak! Söylenemeyecek olan, söylenemez” (Wittgenstein, 2022, s. 179) ifadesine yer veriyor. Ölümün bir yaşam olayı olmaması gibi dünyanın anlamı da bu dünyada değildir ve bu dünyada olmayan tam da bu nedenle bu dünyada dile gelmez. Onun için, Tanrı’ya inanmak demek dünyanın ve dolayısıyla yaşamın bir anlamı olduğunun farkında olmak demektir. Bu Hristiyanlığın Tanrısı değil, dünyanın nasıl bir yer olduğuna dair bir farkındalık. Bu dünyada olan her şeyin rastlantısal ve değerden bağımsız olduğunu, başka bir ifadeyle “olduğu gibi olan her şeyin sadece olduğu”nu; iyinin kötünün, güzelin çirkinin ve her türlü değerin, bütün olup bitenlerin anlamının ise bu olguların dışında olduğunu ifade eden bir farkındalık.

Bütün hayatını yaşamın anlamına yönelik bir arayışa vakfeden Wittgenstein’ın, Tanrı gibi, etik gibi bu dünyanın parçası olmayan şeylerden söz etmesinin ölümü en çıplak ve yoğun şekilde deneyimlediği bir dönemin ardından gelmesinin rastlantı olmadığını düşünüyorum. Cambridge’te başlayıp, Norveç’teki kulübesinde olgunlaşan ve savaşın ilk yıllarında kaleme aldığı mantık çalışmaları bu dünyanın nasıl bir yer olduğuna dair yanıt verdiği bir dönemdir. Dile gelenlerin nasıl dile geldiğine, mantıktan hareketle yanıt verir. Dil dünyanın resmidir ve dile gelen her şey bu dünyaya dair bir şeyi dile getirir. Dil ve dünya arasındaki bu kusursuz ilişki, ikisinin de mantıksal biçiminin aynı olmasından kaynaklanır. Ancak bu kusursuz resmin içerisinde değere yer yoktur. Bir siperin içerisine top mermisi düşmesi, siperdeki gencecik askerlerin ölmesi iyi, kötü ya da feci değildir. İyi, kötü ya da feci, olguların mantıksal dünyasının dışındadırlar ve Wittgenstein bunu fark etmiş olmayı çok önemser. Bu dünyada olmadığını iddia ettiği şeyleri bu dünyanın dışına çıkmaya çok yaklaştığında görmesi ve kaleme alması hiç de şaşırtıcı değildir. Mantığın kristal saflığında kusursuz bir şekilde birbiriyle eşlediği dünya ve dil, belli ki bu dünyanın dışını görmesine vesile olan ölüm deneyimiyle eksiğini tamamlar. Gözümüzün önünde olan bu dünyada gizem yoktur, her şey olduğu gibidir, Wittgenstein’a göre bir gizem varsa o da bu dünyanın olmasından başka bir şey değildir. Dilin ve dünyanın sınırına yaklaşmak, bunların dışına çıkabilme ihtimali yani ölüm deneyimi bu dünyanın dışındakileri yani dile getirilemeyecek olanları ona gösterir. Tam da çatışmaların ortasında 02.08.1916’da defterine şöyle yazar: “…Evet, çalışmalarımın kapsamı mantığın temellerinden dünyanın doğasına doğru genişledi” (Wittgenstein, 2022, s. 187). Belli ki mantığın temellerine yönelik soruşturmasıyla dile gelenlerin anlamına ulaştığında peşinde olduğu anlam sorusunun tam olarak bu olmadığını görmüştür. Dilin anlamını dünyada, dünyanın anlamını dünyanın dışında buluyor. Ölüm deneyimi Wittgenstein’ın, dile gelemeyecek olanı sancılar çekerek görmesine yol açıyor. Söylenebilir olandan kendini kurtarabildiği ölçüde, görülebilir olanı görüyor.

Son olarak Wittgenstein’ın ölüme çok yaklaştığı bir anda yaşama karşı duyduğu tutkuyu, ölümden korkmayı ve ondan kaçınmayı, bu anlamsız hayata hapsolmak olarak tanımlayışını, içsel kurtuluşu bu dünyada olmayan yani dile gelmeyende görüşünü çok güzel özetleyen bir notuyla bitirelim:

Dün üzerime ateş açıldı. Dağıldım! Ölümden korktum! Şimdi öylesine güçlü bir yaşama isteği duyuyorum ki! İnsan bir kez hayata tutkuyla bağlanınca, ondan vazgeçmesi o kadar zor ki. İşte “günah” tam da budur: anlamsız bir yaşam, yaşama dair yanlış bir bakış. Zaman zaman bir hayvana dönüşüyorum. O anlarda yemekten, içmekten ve uyumaktan başka bir şey düşünemiyorum. Korkunç! Sonra tıpkı bir hayvan gibi, içsel bir kurtuluş imkanı olmadan acı çekiyorum. İştahlarımın ve hoşnutsuzlarımın insafına kalıyorum. O zaman gerçek bir yaşamı düşünmek bile mümkün olmuyor (Wittgenstein, 2022, s. 185).

Notlar

(1) Bu yazının son okumasını yaptığım sırada, büyük bir rastlantıyla Zeki Özcan’ın çok kısa bir süre önce blogunda Wittgenstein’ın savaş yılları hakkında yayımladığı bir yazıya rastladım. Özcan, bu yazının ardından, konuyla bağlantılı olarak TLP’deki etik anlayışını ele alan bir yazı daha kaleme almış. İlgilenenler için bloğun adresini buraya bırakıyorum: https://zekiozcan52.blogspot.com/2025/06/wittgenstein-savasta-felsefe-yapan-tek.html

(2) Defterler’in ilk basımında 11.06.1916 tarihli bir not var ancak Nachlass’ta bu not 04.07.1916 düzeltilmiş bu nedenle 29 mayıs’tan 4 temmuz’a kadar bir not yazmadığı konusunda bir kabul var.

Kaynaklar

de la Iglesia, Á. (Yönetmen). (2008). The Oxford murders [Film]. Telecinco Cinema.

Monk, R. (2005). Wittgenstein: Dahinin Görevi (B. Kılınçer & T. Er, Çev.). İstanbul: Kabalcı Yayınevi.

McGuinness, B. F. (1988). Young Wittgenstein: Wittgenstein’s life, 1889–1921. Oxford University Press.

Wittgenstein, L. (2022). Private notebooks, 1914-1916. (Perloff, Marjoire, Çev.). NewYork: Liveright publishing corporation.

Wittgenstein, Ludwig. (2004). Defterler 1914-1916. (Ali Utku, Çev.). İstanbul: Birey.

Bunları okudunuz mu?