1924 yılı Ağustos ayı sonlarına doğru Mars’ın ve Dünya’nın yörüngeleri bu iki kardeş gezegeni yaklaşık bir asırdır olmadığı kadar birbirine yaklaştırdı. Bu olayın yarattığı heyecan Amerika Birleşik Devletleri’nin dört bir yanına yayıldı. New York Times’ta yayımlanan bir makalede gökbilimcilerin “Mars’ta yerleşim olup olmadığı sorusunu kesin olarak çözebilecekleri” öngörülüyordu. Hükümet gezegenlerin birbirine en yakın olduğu günlerde ülke genelinde her saat başı beş dakikalık tam bir radyo sessizliği talep etmişti, böylece Marslılar tarafından yayınlanan herhangi bir sinyali tespit etme şansımızın artacağı ümit ediliyordu.
Hiçbir mesaj gelmedi.
Yıldızların arasında olabilecek dünyalara baktıkça, buralarda yaşam olmasını hem umduk hem de varsaydık. Mars yüzeyinden gelen ilk görüntüler gözlemlenebilir bir yaşam olmadığını gösterince bu yöndeki haberleri hayal kırıklığı ve şokla karşıladık. O zamandan beri, on yıllar boyunca diğer çorak dünyaların görüntülerine alıştık.
İyi de gerçekten orada bir yerde yaşam varsa bile anlayabilecek miyiz? Canlılar dünyasının içindeyiz ama kendi Dünyamızdaki tüm yaşamı bile tanımıyoruz.
İnsanlık tarihinin büyük bir bölümünde, çevremizdeki her şeyin yüzeyinde -hatta bizzat bizim içimizde bile- yaşayan ve ölen bakteri lejyonlarının farkında değildik. Yaşamla dolu mikroskobik bir dünyayı nihayet görebilmemiz için 16. yüzyılın sonlarında mikroskobun teknolojik olarak icat edilmesi gerekti. Virüslere dair ilk göstergemiz, neden oldukları bulaşıcı hastalıklardaki şifreli örüntülerdi fakat varlıkları ancak 19. yüzyılın sonlarında doğrulandı. Okyanus tabanının en karanlık derinliklerindeki hidrotermal bacaların yakınında gelişen ekosistemlerden de 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar haberimiz yoktu; ta ki yoğun basınca dayanabilen denizaltılar bizi onları gözlemleyebileceğimiz kadar yakına getirene dek.
Yaşamı tanımlama girişimleri şimdiye kadar başarısız oldu çünkü bu girişimler yaşam kavramını evrimsel soylar yerine bireyler açısından ele almaya odaklanmıştı.
Yeni yaşam biçimlerinin keşfi, dünyayı yeni yollarla duyumsamamızı ve keşfetmemizi sağlayan teknolojilerin ortaya çıkmasını gerektiriyor. Fakat bizzat bu teknolojileri neredeyse hiçbir zaman yaşam olarak görmeyiz. Mikrop yaşamdır da mikroskop katiyen değildir. Öyle değil mi? Peki ama teknoloji ile yaşam arasındaki fark nedir? Büyük dil modelleri gibi yapay zekâlar, ürkütücü bir şekilde insan gibi görünen veya hayvanlardan ayırt edilemeyecek şekilde hareket eden robotlar, biyolojik parçalardan türetilen bilgisayarlar; yaşam ve teknoloji arasındaki sınır bulanıklaşıyor.
Makinelerin biyolojik yaşamın yerini alacak kadar zekâ kazandığı bir dünya kâbusumuz oluyor. Ama teknolojinin yapaylığına ilişkin bu korku, teknolojilerin canlı dünyaların evrimsel gidişatında oynayabileceği potansiyel olarak geniş kapsamlı rolü gözden kaçırıyor.
Karmaşık teknolojik nesneler, aksi yöndeki popüler söylentilere rağmen, evrende kendiliğinden ortaya çıkmaz. Hücreler, köpekler, ağaçlar, bilgisayarlar, siz ve ben, var olmak için gerekli bilgiyi üretmek için bir soy boyunca evrim ve seçilim gerektirir.
Dünya gezegeninde bu durum kayalarda bile açıkça görülmektedir: Mineral çeşitliliği, örneğin organizmaların kabuklarını veya iskeletlerini güçlendirmek ya da başka bir amacı gerçekleştirmek için mineraller ürettiği biyomineralizasyon süreci yoluyla yaşamla birlikte evrimleşmiştir. Küresel kaya kayıtları kelimenin tam anlamıyla yaşam tarihinin fosilleşmiş kalıntılarını içerir, çünkü yaşam jeosferi çok belirgin bir şekilde değiştirmiştir. Bu nedenle, yaşamın olmadığı dünyaların, onları oluşturan cansız malzemelerde bile Dünya’dan farklı bileşimlere sahip olmasını bekliyoruz.
Birçoğumuz mineral çeşitliliğini “yaşam” olarak kabul etmeyiz, tıpkı bu metni okuduğunuz bilgisayar ekranını ya da dergiyi “yaşam” olarak kabul etmeyeceğimiz gibi, ancak bunlar yalnızca Dünya’da gerçekleşen bir dizi evrimsel olayın ürünüdür. Bu bir kuzgun için olduğu kadar ChatGPT gibi büyük bir dil modeli için de geçerlidir. Her ikisi de birkaç milyar yıllık seçici adaptasyonun ürünüdür: Dinozorlar ve kanat ile tüylerin evrimi olmasaydı kuzgunlar da var olamazdı ve insan soyu maymunlardan evrimsel olarak farklılaşmasa ve dilini geliştirmeseydi ChatGPT de var olamazdı.
Yaşamı tanımlama girişimleri şimdiye kadar başarısız oldu çünkü bu girişimler yaşam kavramını evrimsel soylar yerine bireyler açısından ele almaya odaklanmıştı. Her zaman bir şeyler “canlı” kategorisine dahil edilmiş veya bunun dışında bırakılmıştır, ki muhtemelen olmaması gereken bir şeydi bu. Eğer sınırı kendi kendine üremek ya da kendi kendini idame ettirmek ölçütü üzerinden çizerseniz, virüsler veya parazitler canlı kategorisinin dışında kalırlar. (Virüsler genellikle tam da bu nedenle sınır vaka olarak gösterilir.) Eğer çizgiyi enerji tüketimine göre çizerseniz, kesişim noktasına ateşi yerleştirmek gayet makul olacaktır. Diğer tanımlar da benzer sorunlarla karşı karşıyadır. İlk olarak NASA çalışma grubu tarafından geliştirilen popüler tanım ilk bakışta pek de zararlı görünmüyor: “Yaşam, Darvinci evrim yeteneğine sahip, kendi kendini idame ettiren kimyasal bir sistemdir”. Ama daha yakından kavramsal olarak incelendiğinde, bu tanım da aynı tuzaklarla karşı karşıya. Sadece popülasyonlar evrimleşir, bireyler evrimleşmez. Ve bu tanım bir cevap vermekten ziyade bir soruyu gündeme getirir: Tüm yaşam var olmak için kimyasal reaksiyonlara mı dayanmalıdır?
Teknoloji, tıpkı biyoloji gibi, evrimin yokluğunda var olamaz. Teknoloji yapay bir biçimde yaşamın yerini almıyor, yaşamın bizzat kendisidir o.
Bu döngüsel tartışmaların ötesine geçmek için, her şeyi “yaşam” ya da “yaşam değil” şeklinde ikili kategorize etme alışkanlığımızı aşmamız gerekiyor. Halk arasında “yaşam” olarak adlandırdığımız olguların altında yatan daha derin yapıya dair bir anlayış geliştirmeden önce, yaşamın ne olduğuna dair naif varsayımlara dayalı örnekleri dışlamamalıyız.
Hareketin doğasının keşfini düşünün. Fizikçiler harekete dair konuşurken, hareket eden şeylerin farklı örneklerinin ayrıntıları pek sorun yaratmaz. Renk, boyut, doku, yaş bunların hiçbiri nesnelerin uzayda nasıl hareket ettiğini hesaplamak için önemli değildir. Biz sadece kütle, konum ve hızı (artı türevleri) önemseriz. Hareket eden şeylerin sadece birkaç gözlemlenebilir değişkenle tanımlanabileceğini fark etmek, türümüz tarafından yapılan büyük bir kavramsal sıçramaydı. Isaac Asimov’un sözleriyle, “Hepimiz düştüğümüzü biliyoruz. Newton’un keşfi ise Ay’ın da düştüğüdür, hem de bizimle aynı kurala tabi olarak.”
İster Dünya’da ister gözlemlenebilir evrenin diğer ucunda olsun, tüm hareketler aynı şekilde tanımlanabilir. Bu keşif -hareketin soyut tanımını oluşturan yasaların bu gelişimi- yeryüzünde olanlarla gökte olanları birleştirdi. Hareketi böylesi bir derinlik ve soyutlama düzeyinde anlamadan önce, göklerin Dünya ile aynı yasalar tarafından yönetildiği hakkında hiçbir fikrimiz yoktu.
Tıpkı eski atalarımızın Dünya’daki hareketi yöneten kuralların gökler için de geçerli olmasını bekleyemeyecekleri gibi, yaşamın altında yatan derin soyut yapının da mevcut beklentilerimize uyması gerekmez. Yaşamın replikasyon veya metabolizma gibi pek çok örnekte gözlemlenebilen pek çok özelliği olsa da, bunlar tamamen evrensel değildir, her birinin istisnaları vardır.
Yaşamı açıklayan derin ve soyut bir matematiksel çerçeve arayışında ister Dünya’da ister evrenin başka bir yerinde olsun, evrendeki tüm yaşamın paylaşmasını beklediğimiz özellikleri arıyoruz. Hareket konusunda evrensel yasalar geliştirdikten sonradır ki, henüz gözlemlemediğimiz hareketli nesnelerin özelliklerini tahmin edebilir olduk. Aynı şekilde, eğer “yaşam yasalarını” tanımlarsak, uzaylı örneklerin özelliklerini de tahmin edebilmeliyiz. Ve tıpkı harekette olduğu gibi, daha evrensel ve dolayısıyla daha derin bir anlayışa ulaşmak için birçok ayrıntıyı göz ardı etmemiz gerekecektir.
Teknoloji Evrimleşti
En iyi tahminlerimize göre gezegenimizdeki yaşamın kökeni yaklaşık 3,8 milyar yıl öncesine dayanıyor. Bugün yaşayan biyolojik varlıklar, genomlar aracılığıyla zaman içinde geriye doğru en eski yaşama kadar izlenebilen bir enformasyon soyunun parçasıdır. Ancak evrim genomik enformasyondan fazlasını üretmiştir. Evrim, geleneksel anlamda ““yaşam” olarak kabul edilmeyen şeyler de dahil olmak üzere çevremizdeki her şeyi üretmiştir. İnsan olmasaydı teknolojisi de var olamazdı, dolayısıyla yaşamın kökeni ile ortaya çıkan da aynı eski enformasyon soyunun bir parçasıdır.
Teknoloji, tıpkı biyoloji gibi, evrimin yokluğunda var olamaz. Teknoloji yapay bir biçimde yaşamın yerini almıyor, yaşamın bizzat kendisidir o.
Burada “yaşam” ile kastedileni “canlı”dan ayırt etmek önemlidir. “Yaşam” derken, evrenimizde ancak bir evrim ve seçilim süreciyle üretilebilen tüm nesneleri kastediyorum. Buna karşın “canlı” olmak ise evrim ve seçilim dinamiklerinin aktif bir şekilde uygulanmasıdır. Bazı nesneler, mesela ölü bir kedi, “yaşamı” temsil eder (çünkü evrende yalnızca evrim yoluyla ortaya çıkarlar) ancak kendileri “canlı” değildir.
Bu nedenle yaşamı anlamak için biyolojik ve teknolojik olanı birleştirmemiz gerekebilir, tıpkı hareketle ilgili açıklamalarımızda göksel olan ile yere ilişkin olanı birleştirmemiz gibi.
Teknolojinin kabul gören tanımı, bilimsel bilginin pratik kullanım için uygulanmasıdır. Tarihsel olarak, felsefe ile teknolojinin kesiştiği yerlerde amaç, yeni teknolojiyi anlamak için eski felsefi fikirleri uygulamak olmuştur. Bununla birlikte, zihin filozofu David Chalmers’ın da işaret ettiği gibi, teknofelsefe alanında bu mantık tersine çevrilebilir: Teknoloji, felsefedeki eski sorulara dönmek için yeni bir mercek olarak kullanılabilir.
Ayrıca, teknolojiyi neyin oluşturduğuna dair insan merkezli olmayan daha geniş bir bakış açısıyla ne gibi yeni kavrayışlar elde edilebileceğini ve bunun felsefe ve biyolojideki eski soruları yeniden araştırmak için nasıl kullanılabileceğini de sorabiliriz. Teknoloji bilimsel bilgiye dayanır, fakat bilimsel bilginin kendisi de biyosferimizde ortaya çıkan bir bilgidir. Onsuz mümkün olamayacak şeylerin mümkün olmasını sağlar.
Yaşamı anlamak için biyolojik ve teknolojik olanı birleştirmemiz gerekebilir, tıpkı hareketle ilgili açıklamalarımızda göksel olan ile yersel olanı birleştirmemiz gibi.
Uyduları düşünelim. Newton yerçekimi kanunlarını icat etmeseydi, uyduları uzaya fırlatmak gezegenimizde mümkün olmazdı. Yüzyıllar önce insanlık geometrinin matematiğini anlamaya başlamasaydı ya da saniyeleri takip etmemizi sağlayan zaman ölçme cihazları inşa etmeseydi, zaten Newton da bu yasaları icat edemezdi. Ve şüphesiz, biyosferimiz en başta bu gibi soyutlamalar yapabilecek organizmaları evrimleştirmemiş olsaydı bunların hiçbiri gerçekleşemezdi.
Yerçekimi kanunları bilgisi biyosferimizde bir kez kodlandıktan sonra, uydular da dahil olmak üzere yeni teknolojiler mümkün hale geldi. Uydular ölü dünyalardan ya da sadece mikrobik yaşamın olduğu dünyalardan fırlatılmaz. Enformasyon edinimi için daha uzun bir evrimsel gidişat gerekiyor. Bu çizgiyi türümüzün tarihi içinde izleyebilirsiniz ama muhtemelen Dünya’daki yaşamın kökenine kadar izlenmesi gerekir.
En geniş anlamıyla teknoloji, bilginin (zaman içinde seçilen enformasyonun) uygulanmasıdır ve bu bilginin yokluğunda mümkün olmayan şeylerin mümkün olmasını sağlar. Aslında teknolojiler, var olmak için seçilmiş olanlardan ortaya çıkar. Aynı zamanda olası gelecekler arasından seçim yapan ve onları inşa eden de onlardır. Sadece insanların değil, Dünya’daki çok çeşitli türlerin gelecekteki evrimsel gidişatını değiştirebilecek güçlü karbon giderme teknolojisini düşünün.
Teknolojiyi sadece insana özgü olarak düşünmeye alışkınız, ama daha geniş olan bu tanımda, biyolojik alemde birçok örnek mevcut. Yaşam nesneleri arasında kalemler ve uydular olabileceği gibi, teknoloji de kanatları ve DNA tranaslasyonunu içerebilir. Fotosistem I ve II- bitkilerde ve fotosentez yapan diğer canlılarda bulunan çok proteinli kompleksler, reaksiyonları katalize etmek için ışık enerjisini kullanmak üzere fotonları toplar. Evrimsel yenilikler olarak bu teknolojiler, yaklaşık 2,5 milyar yıl önce siyanobakterilerin büyük miktarda atmosferik oksijen ürettiği ve daha sonra çok hücreli yaşamı destekleyen koşullara katkıda bulunduğu bir dönem olan Büyük Oksidasyon Olayı’nda Dünya’nın iklimini kökten değiştirmiştir.
İnsanlar biyolojik evrim ile teknoloji inşa ederken insanların niyetleri arasında ayrım yapmak isteyebilir. Sonuçta, yazılım geliştiriciler ve şirketler, kuzgunların uçmak için kanatlarını evrimleştirmesinden farklı bir şekilde teknoloji üretmeyi seçerler. Fakat her ikisi de temelde aynı seçilim ilkelerine dayanır.
Muhtemelen, insanların yaptığı türden bir seçilim, biyolojik popülasyonlar üzerindeki doğal seçilimden çok daha etkilidir. Daha doğrudandır ve bu da ancak bizlerin milyarlarca yıl boyunca inşa edilmiş yapılar olmamızla mümkündür. Bizler evrim tarafından rafine edilmiş ve nasıl var olduğumuzun tarihini somutlaştıran olasılıklar demetleriyiz. Yarattığımız şeyi nasıl seçtiğimizi yöneten fizik, evrim tarafından nasıl seçildiğimizden (doğrudanlık derecesi haricinde) farklı olmayabilir. Ne de olsa bizler, var olmamızı sağlayan fiziğin bir tezahürüyüz.
Biyolojik Yenilikler Teknolojidir
Yaklaşık 3,8 milyar yıl önce, şu anda gezegenimizde bulunan en eski teknolojilerden bazıları ilk kez icat edildi. Bunlar arasında translasyon kimyası da yer almaktadır.
Translasyon, DNA dizilerinde saklanan enformasyonun hücrenin translasyon sistemi tarafından okunarak belirli protein dizilerinin üretilmesini sağlar. Tüm organizmalar tarafından (küçük varyasyonlarla) kullanılan evrensel bir kod -nükleobaz diziliminde dijital olarak kodlanmış- bir organizmadan gelen genlerin diğeriyle paylaşılmasına ve anlamlarını korumasına izin verecek şekilde evrimleşmiştir. Bu teknoloji o kadar sağlamdır ki neredeyse 4 milyar yıldır varlığını sürdürmektedir ve şu anda bu gezegende yaşayan neredeyse her şeyin bir parçasıdır. Henüz insanlar tarafından icat edilen hiçbir teknoloji bu kadar uzun ömürlü olmayacaktır, ama olur da ne olduğumuzu anlamaya başlarsak bir şeyler farklı olabilir.
İnsanlardan çok daha önce, birçok teknolojiyi icat eden biyosferdi. Milyarlarca yıl boyunca, görme ve işitme inovasyonları, pek çok diğer inovasyonun yanı sıra, evrim ve seçilim yoluyla ortaya çıkmıştır. Yaşam ilk ortaya çıktığında Dünya’nın neye benzediğini tam olarak bilmiyoruz. Aslında o dönemde var olan yaşamın nasıl göründüğünü de bilmiyoruz. O zamanlar yaşayan hiçbir şeyde görme yetisi yoktu. Foton reseptörlerinin ve nihayetinde gözlerin evrimi, daha önce tek hücreli organizmalar tarafından uzun zaman içinde yapılan diğer birçok inovasyona dayanıyordu. Görmek için yaklaşık 70 farklı özelleşmiş hücreye ihtiyaç duyan memeliler gibi çok hücreli canlılar, görme teknolojisini daha da geliştirdi, ama bunu sadece daha önce gelenlerin üzerine inşa ederek yaptı. Mantis karidesi belki de en karmaşık çok hücreli gözü geliştirmiştir: Bağımsız hareket eden ve 16’ya kadar (bizim gözlerimizde üç tane var) renk reseptörüne sahip bileşik gözlere sahiptir.
Dünya üzerindeki yaşamın tarihi, eski yaşamın derin tarihine kadar, daha önce gelenler üzerinde yenilikler yaparak teknolojiler geliştiren yeni ve daha iyi organizmalarla doludur. Yaşamın temel bir özelliği de bu evrimsel olumsallıktır: Yeni nesneler ancak oluşumlarını destekleyen bir tarih olduğu için var olurlar. Nasıl ki ChatGPT’nin insan dilinden önce evrimleşmesi mümkün değildiyse, çok hücreli gözler de foton reseptörlerine sahip hücrelerden önce evrimleşemezdi, her ikisi de evrimleşen teknoloji soyundaki önceki gelişmelere dayanır.
Bizzat biz olan teknolojiler de ürettiklerimiz de gezegenimizdeki maddeye yayılan ve onu yapılandıran aynı kadim enformasyon dizisinin parçasıdır. Zamanı kateden bu enformasyon yapısı, Dünya üzerindeki yaşamın kökeniyle ortaya çıkmıştır. Bizler bireyler değil, soylarız.
Bizzat biz olan teknolojiler de ve ürettiklerimiz de gezegenimizdeki maddeye yayılan ve onu yapılandıran aynı kadim enformasyon dizisinin parçasıdır.
Yani insan teknolojileri, gezegenimizin 3,8 milyar yıllık yaşam tarihinde üretilen diğer yeniliklerden çok da farklı değildir; tek farkla ki bunlar geçmişimizde değil evrimsel geleceğimizde yer almaktadır. Çok hücreli organizmalar görme yetisini evrimleştirdi; insanların “çok toplumlu kümeleri” olarak adlandıracağım şey, evrenimizin en küçük ve en büyük ölçeklerini görebilen mikroskoplar ve teleskoplar geliştirdi: yaşamı gören yaşam. Tüm bu yenilikler geçmiş nesneler üzerindeki deneme yanılma, seçilim ve evrime dayanmaktadır.
Zekâ modern teknolojide daha büyük bir rol oynuyor, ama bu beklenen bir şey, zira zekânın kendisi evrim yoluyla gelişir. Zekâ daha karmaşık sistemler üretir; hücreler, insanlar gibi çok hücreli kümeler, toplumlar, yapay zekâ ve şimdi de gezegen ölçeğinde etkileşime giren uluslararası şirketler ve gruplar gibi çok toplumlu kümeler. “Yapay zekâ” dediğimiz şeyler, büyük dil modelleri, bilgisayar görüşü, otomatik cihazlar, robotik ve daha fazlası, genellikle bedensiz ve herhangi bir evrimsel bağlamdan kopuk olarak tartışılmaktadır. Fakat bugün icat ettiğimiz teknolojiler, yaşamın yeniliklerinin yeni alt katmanlarda yeniden özetlenmesini temsil ediyor ve bunlar yeni bir ölçekte -gezegen seviyesinde- akıllı yaşamın ortaya çıkmasına izin veriyor. İzole bir “zekâ” söz konusu değildir, daha ziyade karmaşık teknoloji ekosistemleri biyoloji ile etkileşime girerek yeni yetenekler ortaya çıkarmaktadır.
Önce foton reseptörlü hücreler, sonra gözler, sonra mikroskoplar ve teleskoplar geldi. Şimdi ise biyolojik olandan teknolojik olana doğru başka bir geçişin ortasındayız: Verileri yorumlamak ve dünyayı bizim yerimize “görmesi” için algoritmalar kullanıyoruz.
Bu biraz da gözlerin topladığı enformasyonu işlemek için beyinlerin birlikte evrimleşmek zorunda kalmasına benziyor. Düşünme biçimimiz de milyarlarca yıl içinde evrimleşen ve şu anda bireysel beyinlerimizden daha büyük bir ölçekte yeniden özetlenmekte olan başka bir yeniliktir. Dünyayı bir gezegen olarak “görebilmemiz” için aldığımız ve ürettiğimiz devasa miktardaki veriyi işleyecek teknolojileri geliştirmemiz gerekiyor.
Hesaplama teknolojisi ilk olarak, insan düşüncesinin yapısını yakalayan matematiksel bir soyutlama inşa etme girişiminde milyarlarca yıl içinde evrimleşen insan beyinlerinden ortaya çıktı. Nasıl ki yüzyıllar boyunca inşa ettiğimiz teknolojilere duyusal algılarımızın bir kısmından destek aldıysak bugün de kendi zihnimizin işleyişinin bir kısmından destek alıyoruz. Bu, içimizde işleyen aynı ilkelerin şimdi daha yüksek organizasyon seviyelerinde işlemesine, yerel toplumlardan küresel olanlara doğru ilerlemesine olanak tanıyor.
Yapay Zekâ Gezegen Ölçeğindeki Evrimde Büyük Bir Geçiştir
James Lovelock ve Lynn Margulis’in Gaia hipotezi -canlı organizmaların yaşam için elverişli koşulları sürdüren özerk karmaşık bir sistem oluşturmak için Dünya ile etkileşime girdiği tezi- bazen Dünya’nın kendisinin canlı olduğu anlamına gelecek şekilde yorumlanmaktadır. Margulis ve Lovelock’un anlayışı, yaşayan organizmaların (örneğin ağaçlar) çağlar boyunca atmosferi etkileyen gazlar ürettiğini, Dünya yüzeyini ısıtarak ya da soğutarak yaşam için elverişli bir aralıkta tuttuğunu kabul etmek üzerine kurulmuştu. Diğer araştırmacılar, Dünya tarihinin belirli zamanlarında (günümüz iklim krizinin insan kaynaklı ısınması en son örnektir), yaşamın bu dikkatli dengeyi koruyamadığını ve büyük ölçekli yok oluşlara yol açtığını fark etmişlerdir.
Ancak Gaia hipotezinin sonuçlarını henüz kavramsallaştıramadık çünkü yaşamın ne olduğunu henüz anlamış değiliz.
Bir zorluk da biyolojik evrim biçimlerinin biyosferler için geçerli olmamasıdır. Evrimin gezegen ölçeğinde ne yaptığını henüz tam olarak anlamış değiliz. Biyosferdeki bireysel organizmaların tarihinin basitten daha karmaşığa doğru gittiğini (her soy boyunca durum böyle olmasa da) biliyoruz. Prokaryotlar “basittir”, çoğunlukla içlerinde iç organelleri olmayan tek hücreli yaşamdırlar. Hücreler içte ve dışta bileşenlerle birlikte daha da yapılı hale gelip çok hücreli yaşamı ve belli işlevlere sahip dokuları olanaklı kıldıkça “karmaşık” yaşam evrimleşmiştir.
Daha sonra bireysel çok hücreli sistemler toplumları oluşturdu. İnsan toplumlarında dilin evrimleşmesiyle sürdü bu. Evrimsel biyologlar Eörs Szathmáry ve John Maynard Smith’in de belirttiği gibi, bu büyük evrimsel geçişlerin her biri yeni enformasyon aktarımı ve depolama biçimleriyle ilişkilendirilmiştir. Bu gezegende ancak çok yakın bir zamanda ortaya çıkan çok toplumlu kümeler, dilsel toplumların etkileşimi sayesinde mümkün olmuştur.
Bu evrimsel tarihin doğal bir uzantısı, “düşünme” teknolojilerinin Dünya’daki yaşamın gezegen ölçeğindeki evriminde bir sonraki büyük geçişi nasıl temsil edebileceğini bilmektir. Geçmişte bizden daha basit yaşamların yaptığı gibi, toplumlar büyüdükçe ve daha karmaşık hale geldikçe bekleyebileceğimiz şey budur. Bir toplumun işlevsel yeteneklerinin en derin kökleri, fiziksel materyaller aracılığıyla yayılan bir enformasyon soyu olan eski yaşamdadır. Tıpkı bir hücrenin belirli bir soy boyunca evrimleşerek çok hücreli bir yapıya dönüşmesi gibi (bu kaçınılmaz değildir, ancak Dünya’da birbirinden bağımsız şekilde en az 25 kez gerçekleşmiştir), yapay zekâların ve gezegen ölçeğinde veri ve hesaplamanın ortaya çıkışı da evrimsel bir ilerleme olarak görülebilir, yani biyosferin teknosfere dönüşmesi.
Yapay zekâların ve gezegen ölçeğinde veri ve hesaplamanın ortaya çıkışı da evrimsel bir ilerleme olarak görülebilir, yani biyosferin teknosfere dönüşmesi.
Gezegen ölçeğinde hesaplamaya bir örnek, verilerin uyarlanabilir şekilde yanıt vermek için kullanılabilmesi durumunda gezegen sağlığının küresel olarak izlenmesidir. Bir başka örnek de büyük dil modelleridir çünkü eğitimleri için büyük miktarda dil verisinin küresel entegrasyonunu gerektiriyorlar.
Gaia hipotezinin amacı, yaşamın gezegenle zaman içinde kendini sürdürmesini sağlayan geri bildirim döngülerini nasıl kurduğunu kavramsallaştırmaktı. Yaşamın zaman içinde evrimleştiği karmaşıklık hiyerarşisini, yani yaşamın molekülerden hücresellere, çok hücrelilerden toplumsallara, çok toplumluya ve gezegene kadar ölçekler arasında tekrar eden büyük geçişlerini ele almadı.
Eğer yaşam gerçekten gezegensel bir olguysa, aynı özelliklerin zaman içinde yeni örgütlenme düzeylerinde yinelendiğini ve giderek gezegene doğru ölçeklendiğini görmeyi beklemeliyiz. Şu anda Dünya’da ortaya çıkan şey, binlerce yıldır bir tür olarak inşa ettiğimiz teknolojilerin çoğunu entegre edebilen yeni bir beyin benzeri işlevselliğe sahip gezegen ölçekli, çok toplumlu yaşamdır. Bunu görmek bizim için zor çünkü evrimsel zamanda arkamızda değil önümüzde duruyor ve bu nedenle zamanda bizden çok daha büyük bir yapı. Dahası, bunu görmek zor çünkü yaşamı bir gezegenin gidişatı açısından değil, bir insan ömrü ölçeğinde görmeye alışkınız.
Bu gezegendeki yaşam çok derin bir şekilde zamana gömülüdür ve bizler bireyler olarak enformasyon soyları demetlerinin geçici örnekleriyiz. İnsanlığımızın derin kökleri var (buraya gelmek için 3.8 milyar yıl geriye gidiyoruz) ve bu gezegenimizin tarihinde kritik öneme sahip bir an ama evrimin zirvesi değil. Gezegenimizin üretebilecekleri daha yeni başlıyor bile olabilir. Büyük olasılıkla, şu anda bu gezegende “canlı” olarak kabul edilebilecek bilgi sistemleri hiyerarşisinde zaten birkaç basamak aşağıdayız.
Bizler gezegenimizdeki maddeyi yapılandıran 3,8 milyar yıllık enformasyon soylarıyız. Dünyamızın yaşamla dolup taştığını ve bizim de evrimleşmekte olduğumuz şeyin yaşam olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Ancak kendimizi bu bağlamda anladığımızda, şu anda hayal bile edilemeyen ve radikal bir şekilde farklı soylar boyunca evrimleşen yaşamın var olabileceğini ya da bizimle birlikte evrimleşmesi için üretebileceğimizi kabul etme umuduna sahip olabiliriz.
Orijinal Başlık: AI Is Life
Yazar: Sara Walker
Türkçeye Çeviren: Mehmet Çetin
Editör: Bekir Demir