Temel Çıkarımlar
- Fizik ve kimya yasaları evrenin her yerinde aynıdır.
- Yaşam belirli biyokimyasal kurallara uymak zorundadır, yaşamın nasıl ortaya çıktığına ilişkin ayrıntılar ise bahsi geçen gezegenin geçmişine ve özelliklerine bağlıdır.
- Buradan şunu çıkarsayabiliriz: Hiçbir iki gezegen birebir aynı türde canlı varlığa sahip olamaz. Daha da inanılmaz olan ise, Evrendeki tek insan formu biziz.
Birkaç önemli açıklama ile başlayalım: İlk olarak, yaşamı çevreden gelen enerjiyi metabolize eden ve Darwinci doğal seçilime göre türeyebilen, kendi kendine devamlılığı olan bir kimyasal reaksiyon ağı olarak tanımlıyorum. Yani benim yaşam kavrayışımda, bizden çok daha fazla gelişmiş tinsel makineler veya yıldızları mesken tutmuş tuhaf zeki gölgeler, solucan deliklerinde yaşayan nanobot sürüleri yok. Uçan spagetti canavarları ise biyokimyasal bir metabolizmaya sahip oldukları sürece sorun teşkil etmezler.
Uzaylılar, eğer varlarsa tabii, bizi hiç ummadık şekillerde şaşırtabilirlerdi ve bu harika olurdu. Ama bizim alışkın olduğumuz insan formundan farklı formlarda iseler muhtemelen bir süre daha ne yazık ki onları tespit edemeyeceğiz. (Neyse ki NASA, davetsiz yaşam formlarının nasıl tespit edilebileceğine dair yenilikçi araştırmalara fon sağlamaktadır.) Ayrıca menzilimizi, ışığın zamanın başlangıcından (yani yaklaşık 13,8 milyar yıl önceden) bugüne katettiği mesafeye eşit yarıçaplı bir küreyle, kozmik ufkumuzla sınırlandırıyorum. Evrenin genişlemesini hesaba katarsak, bu yarıçap yaklaşık olarak 46 milyar ışık yılı olacaktır. Dolayısıyla çoklu evren gibi şeylerden bahsetmeyeceğiz, mümkün olduğu kadar somut olmaya çalışıyoruz.
Evrenin Evrenselliği
Belki de modern bilimin en çarpıcı sonucu fizik ve kimya yasalarının evrenin her yerinde aynı şekilde uygulanmasıdır. Şu an milyarca ışık yılı uzaktaki, milyarlarca yıl yaşında olan yıldızlara ve bebek galaksilere baktığımızda gördüğümüz şey onların da (farklı oranlarda olsa da) aynı kimyasal elementlere sahip olduğu ve bizim Güneşimizle aynı dinamik yasalara göre evrimleştiği oluyor.
Fizik yasalarının evrenselliği gereğince çoğu yıldıza birçok gezegen eşlik etmektedir ve genellikle gezegenlerin de uyduları vardır. Her biri, farklı fiziksel özellikler ve kimyasal bileşimleriyle kendi başlarına birer dünyadır. Büyük veya küçük, taşlı ya da gazlı, uydusu az ya da çok olan veya hiç uydusu olmayan gezegenler vardır. Gezegenler küçük veya büyük bir eğimle dönebilir (Dünya’nın 23.5° dikey bir eğimi varken Uranüs’ün 97.7° gibi şaşırtıcı bir eğimi vardır) ya da içinde farklı gazlar bulunan kalın veya ince bir atmosfere sahip olabilirler. Dünyada da olduğu gibi, bir gezegen geliştikçe atmosferinin bileşimi de gelişir. Dolayısıyla evrende şaşırtıcı derecede bir gezegen çeşitliliği mevcuttur. Sadece bizim galaksimiz olan Samanyolu’nda her biri eşsiz birer varlık olan yaklaşık bir trilyon gezegen olmalı.
Trilyonlarca Dünya
Bunlara kozmik balonumuzdaki yüz milyarlarca diğer galaksiyi de eklersek aşağı yukarı trilyonlarca dünyaya ulaşırız. (Lafı açılmışken, Dünyaların sayısı Avagadro sayısına, yani bir gram hidrojendeki atom sayısına yakındır.)
Tüm bu devasa sayılar göz önüne alınınca her şeyin mümkün olduğu ve yaşamın var olabilmek için her yolu deneyeceğine dair bir düşünceye kapılmamak işten bile değil, fakat işler pek o kadar basit değil. Fizik ve kimya yasaları evrenin her yerinde benzer süreçler yaşanmasına müsaade ederken aynı zamanda mümkün olanı veya yaşanabilir olanı da kısıtlıyor. Bilim, varolamayacak şeyleri seçeneklerimizin arasından tamamen çıkarmamıza izin vermese de fizik ve kimya yasalarını kullanarak nelerin var olabileceğine dair çıkarımlar yapabiliriz. Mesela: Uçan spagetti canavarı, milyarlarca yıl önce Mumba gezegenindeki bir gölden çıkıp milyonlarca yılı rastgele mutasyonlar ve adaptasyon süreçleriyle geçirdikten sonra dokunaçlarından tüyler çıkan ve uçmaya başlayan bir ahtapotun kuzeni olabilir. Ya da bu kuzen ahtapotun tüyleri olmasa bile, sindirim kanalından gelen sıcak havayla balonlaşan bir mekanizması olabilir.
Yaşamın Gereksinimleri
James Webb Uzay Teleskopu ile birbirinden farklı gezegenleri, yaşayan canlılara dair bir iz için tararken ne bulmayı umuyoruz? Cevabı aslında kimse bilmiyor ama birkaç akıllıca tahminde bulunabiliriz:
- Yaşam karbon bazlı olmalı. Karbon, diğer herhangi bir elementten daha iyi kimyasal bağlar oluşturabilecek uyumlu bir atomdur. Silikon, karşılaştırma yapıldığında biyokimyası yetersiz kaldığından, kötü bir karbon taklididir. Yaşamın gelişip serpilmesi ve adapte olması için çok yönlülüğe ihtiyacı olduğu göz önüne alınırsa, canlı yaşamının iskeletinin karbondan oluşacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.
- Yaşamın sıvı halde suya ihtiyacı vardır. Donmuş toprakta (permafrost) donmuş bakteriler olmasına rağmen metabolizmaları askıya alındığından dolayı onlara ‘yaşıyor’ denemez. Hayat, temelde bir biyokimyasal reaktör olduğundan bir çözücüye, iyonların akabileceği bir ortama ihtiyaç duyar. Amonyak bazen bir alternatif olarak sunulur fakat amonyak oda sıcaklığındaki gazdır ve yalnızca normal basınçta, -33°C derecenin altında sıvı haldedir. Yoğun bir atmosfere sahip soğuk bir gezegen sıvı amonyak içerebilir fakat sıvı amonyaktan canlılığa geçiş pek olası değildir. Su transparan, kokusu veya tadı olmayan, dondukça genleşen (bu sayede buzun altında sıvı formda su bulunur ve soğuk iklimlerde su bazlı yaşam için olmazsa olmaz bir özelliktir) ve ana bileşenimiz olan büyüleyici bir maddedir.
Yukarıdaki iki şarttan yaşamın özünün basit olması gerektiğini anlıyoruz: karbon+ su+ eser miktarda nitrojen ve hidrojen. Ancak derin termal bacalarda yaşayan ve güneş ışığı yerine anorganik maddeleri ana enerji kaynağı olarak kullanan canlıların keşfinde olduğu gibi detaylar muhtemelen çeşitlenecek ve bizi şaşırtacaktır.
Yaşam barındırabilecek her gezegen kendi tarihine sahiptir. Bir gezegenin tarihini, üzerindeki yaşamın tarihinden ayrı tutamayacağımıza göre, her gezegenin yaşamı da kendine özgü bir tarihe sahip olacaktır. Bu da doğal seçilimin hayatta kalmak için tarihe dayalı olarak baskı yaptığı ve öngörülemeyen şekillerde ortaya çıkan farklı anlatılar ürettiği anlamına gelecektir.
Çeşitli bir Evren
Gezegenlerin şaşırtıcı çeşitliliğinin ve yaşamın evrimini sağlayan tarihsel olasılıkların toplamı bizi inanılmaz bir sonuca götürüyor: Herhangi iki gezegen birebir aynı yaşam formunu içeremez. Üstelik yaşam formu karmaşıklaştıkça, başka bir gezegende çok az bile olsa kopyalanma ihtimali de o kadar düşer.
Bu da bizim evrendeki tek insan formu olduğumuz sonucunu doğurur. Evet, teoride de olsa sağ-sol simetriye sahip iki ayaklı başka akıllı türler de olabilir ama yine de bize benzemeyeceklerdir. Ayrıca uçan spagetti canavarı var olsa bile sadece tek bir gezegende veya uyduda var olacaktır.
Peki ya zekâ? Zekâ, farklı türler arasındaki hayatta kalma mücadelesinde bariz bir cevher olmasına rağmen evrimin bir amacı değildir çünkü evrimin bir amacı ya da nihai bir hedefi yoktur. Dinozorlar bundan 150 milyon yıl önce yaşadılar ve bildiğimiz kadarıyla sembolik diller geliştirmediler veya teknoloji üretebilecek bir kapasiteye ulaşmadılar. Hayat, önceki jenerasyonları kopyalayarak devam etmekten gayet memnundur ama zekâ işin içine girdiğinde sadece bunu yapıyor olmakla yetinmek istemeyecektir.
Zengin biyosfere sahip olan bir gezegendeki canlılar olarak, evrenin diğer kısımlarında var olabilecek potansiyel varlıklarla aynı yaşam zeminini paylaşıyoruz ve bu yüzden kimyasal olarak birbirimize bağlıyız. Aynı zamanda gezegenimizdeki diğer tüm canlılar gibi bizler de eşsiziz. Yaşam, –ortak bir genetik ata ve karbon temelli bir koddan– bu dünyada ve muhtemelen yaşam potansiyeli olan diğer dünyalarda inanılmaz bir çeşitlilikle harikalar yaratan kompleks bir olgu ve biz bunu algılayabilen ayrıcalıklı canlılarız.