Pedro Almodóvar, dokuz yaşındayken derme çatma kerpiç evlerin, dik arduvaz çatılı sokakların ve tozlu, silik ufukların olduğu küçük bir Ekstremadura (İspanya’da özerk bir bölge) kasabasında, annesinin bir yalanını yakaladı.
Aile, yakın zaman içerisinde La Mancha’dan güneye taşınmıştı. Almodóvar’ın annesi Francisca Caballero okuma yazma bilmeyen komşularına gelen mektupları okuyarak ve onlar için yeni mektuplar yazarak geçimini sağlıyordu. Göz ucuyla annesinin elindeki mektuba göz gezdirdiği bir gün, sayfadaki sözcüklerin annesinin dudaklarından dökülen sözcüklere uymadığını fark etti.
“Doğaçlama yapıyor ve mektuplarda yazmayan şeyler söylüyordu” diyor Almodóvar: “Annem tüm komşuları tanıyordu. O günkü mektubun sahibi olan büyükanne ve torununu da tanıyordu. Onların nasıl anlaştıklarını biliyordu; bu sayede mektupta yazanları uydurabiliyordu. Örneğin büyükanneyi soran olmadığını fark ettiğinde, ‘Umarım büyükanne çok iyidir ve onu hep düşündüğümü biliyordur’ derdi. Aslında bu sözler, mektupta yoktu.”
Eve vardıklarında, annesine büyükanneye söylediklerini neden uydurduğunu sordu. Annesi ona bakarak şöyle cevap verdi: “Söylediklerimin onu ne kadar mutlu ettiğini gördün mü?”
O zamanlar Almodóvar’ı en çok şaşırtan şey yalanın varlığıydı. Yıllar geçtikçe ve annesinin ona 10 yaşındayken verdiği Olivetti daktilosunda hikâyeler yazmaya başladıkça, annesinin yaptıklarının sebebini anlamaya başladı.
Bana ne kadar büyük bir ders verdiğini fark ettim: hayatın katlanılabilir olması için kurguya ihtiyacı var. Biraz olsun iyi yaşayabilmek için kurguya ihtiyacımız var.
Annesinin o gün oğluna gösterdiği gerçek, Almodóvar’ın kısa öykü koleksiyonu ve anı kitabı El Último Sueño‘nun (Son Rüya) kalbinde yer alır. 74 yaşındaki Almodóvar, annesinin paspasının altındaki çıplak toprak zemininin çamura dönüştüğü Orellana La Vieja’daki evden epey uzakta şimdi. Madrid’de, bir yoga stüdyosunun yakınında ve şehrin Neo-Mağribi ihtişamına sahip Las Ventas boğa güreşi arenasına yürüyüş mesafesindeki yapım şirketinin şık ofisi, kariyerinin altmışıncı yılını dolduran sıra dışı yönetmeni anlatan film posterleriyle dolu: Bağla beni!, Yüksek Topuklar, Çıplak Ten, Annem Hakkında Her Şey, Dönüş…
Krizdeki bir kült film yönetmeni ve İsa’yla Barabbas arasında eşcinsel bir karşılaşma… Dünyadan bıkmış bir vampir…
Tıpkı bu filmlerin onun hayatının ve döneminin zaman kapsülleri haline gelmesi gibi, Son Rüya kitabında yer alan bir düzine hikâye de onun bir insan, bir yazar ve bir film yapımcısı olarak gelişiminin anlık görüntüleridir. Sabırsız ve otobiyografi yazma konusunda beceriksiz biri olarak Almodóvar, bunun yerine okuyucuya anılarının ve hayal gücünün hızlı, eklektik ve kendine özgü bir halini sunmayı tercih eder.
Kitapta, uyumsuzlar ve dışlanmış insanlar, doğaüstü varlıklar ve aktörler hakkında kurgusal hikâyeler yer alıyor. Bir hikâyede, hayatı geriye doğru yaşayan, gömülmesiyle başlayıp annesinin bacaklarının arasına konularak ölmesiyle biten bir yazardan bahsediyor. Bir diğerinde, çocukken kendisine istismarda bulunan rahipten intikam almak isteyen yaralı bir ruhtan; bir başka hikâyede ise, bir manastırda teselli arayan dünyadan bıkmış bir vampirden. Krizin pençesinde bir kült film yönetmeni, İsa ile Barabbas arasında İncil’i değiştiren homoerotik bir karşılaşma, Almodóvar’ın Meksikalı şarkıcı Chavela Vargas ile çok değer verdiği dostluğunun bir kaydı ve kitabın sonunda yönetmenin 1970’ler, 80’ler ve 90’ların başlarındaki erken dönem filmlerinde anlatılan hedonizmden ve keyifli kaostan kaçışının melankolik hissi var.
Bu hikâyeler, kaçınılmaz bir şekilde yaratıcıları kadar İspanyol. Rahip tarafından istismara uğrayan küçük çocuğa turrón (fazla şekerli bir İspanyol tatlısı) verilir; bir hastanede drenaj torbasında “sangria kırmızısı idrar” bulunur; sinir krizinin eşiğinde olan yönetmen yine de yerel Vips kafede biraz alışveriş yapmayı başarır.
Kurmaca, gözlem ve otobiyografinin bir karışımı olan koleksiyon, büyük ölçüde Almodóvar’ın yanında uzun yıllardır çalışan asistanı Lola García’nın titizliği sayesinde varlığını sürdürür. García, yıllardır koleksiyonun parçalarını titizlikle topladı, dosyaladı ve onları taşınmalar sırasında bile korudu. Bazı hikâyeler çocukluk yıllarının sonlarında ve 20’li yaşlarının başlarında, bazıları Madrid’deki ilk yıllarında, bazılarıysa daha geçen yıl yazılmıştı.
“Okuyucuyu, bir şekilde film yönetmeni ve senarist olarak doğuşumu anlatan bu hikâyelere dahil etmek istediğime karar verdim” diyor: “Bunlar aracılığıyla, içinde yaşadığım evreni, zihniyetimi ve belirli temalarla nasıl başa çıktığımı görebilirsiniz.”
Koleksiyon ilerledikçe, sanatçının gelişimini neredeyse izleyebiliyorsunuz: Kiç, isyankâr ve saldırgan erken dönem çalışmaları yerini daha sakin, daha hüzünlü ve giderek daha fazla kendini yansıtan bir tarza bırakıyor. 211 sayfa boyunca, İspanyol sinemasının coşkulu, kömür saçlı “korkunç çocuğu” Almodóvar, 90’ların sonundaki kara saçlı otöre ve en nihayetinde, Madrid’de bir yaz günü öğleden sonra masanın diğer tarafında oturup bir şişe su eşliğinde, 12 hikâyenin düz bir anı kitabından daha dürüst bir hikâye anlatmasının nedenini açıklayan, düşünceli, beyaz saçlı bilgeye dönüşüyor.
“Bazıları tamamen kurgu olsa da kendi aralarında biyografik bir hat var” diyor: “Bu, ilginç bulduğum bir şeye geri dönüp bakmanın bir yolu, çünkü bu hikâyelerle kendimi tanıdım. Bazıları 17 veya 18 yaşındayken yazılmış olsa bile, ben hâlâ aynı kişiyim. Evet, her şey değişiyor, zaman geçiyor ve biyolojilerimiz değişiyor –bu konuda yapacak bir şey yok— ama ben tam olarak kırk küsur yıl önce Madrid’e geldiğim zamankiyle aynı kişiyim.”
Kendimi edebiyata adamayı düşündüm ama sonra bir kamera aldım ve tüm bu fikirleri görüntülere dönüştürdüm.
Bu yaklaşım, eserlerinde başka filmlerden, bu filmlere verdiği tepkilerden, gazetede okuduklarından ve kulak misafiri olunan konuşmalardan kesitlerden ilham alan bir sanatçıya yakışıyor.
Son Rüya’da, gerçek ve hayali harmanlamasına rağmen Almodóvar, “Bu, hayatımın farklı dönemlerini temsil etmesi açısından bir otobiyografi, bazen de beni derin ve gizemli bir şekilde temsil eder. Hangi bölüm neyi temsil eder belli olmaz ama her sayfa ve her satırın benden bir parça taşıdığı kesin” diyor.
Almodóvar edebi yetenekleri konusunda mütevazı olsa da asıl mesleği yazmaktı ve bu mesleği, “asma altında, derisi yüzülmüş bir tavşanın ipe asılı olduğu, iğrenç sinekkapanlardan biri gibi” Olivetti’sinde yazarak geçirdiği ilk günlerinden, Madrid’de Telefónica için çalışırken gizlice yazdığı senaryolara kadar sürdürdü.
“En başından beri yazmak istiyordum ve kendimi edebiyata adamayı düşünüyordum. Ancak 18-19 yaşlarında bir Super 8 kamera aldığımda tüm edebi fikirlerimi hemen görüntülere dönüştürdüm” diyor: “Ayrıca hikâyeleri kelimelerle anlatmaktansa görüntülerle anlatmakta çok daha iyi olduğumu keşfettim. Çoğu zaman bir hikâye yazmaya başlasam da mutlaka bir film senaryosuna dönüşüyordu.”
Sinema, uzun zamandır taşrada büyüdüğü için yaşadığı klostrofobik sınırlardan bir kaçış yoluna dönüşmüştü: “Küçük topluluklarda yaşamak farklı olduğumu zaten öğretmişti. İnsanlar farklı olduğumu görmemi sağladı. Taşradaki hayat beni dehşete düşürüyordu. Orellana’da yaşadığımız zaman, sinemaya gitmeye başladım ve yakındaki bir köye taşındığımızda da buna devam ettim. Sinemayı keşfettiğim andan itibaren, günlük gerçeklikten çok daha fazla ilgimi çeken paralel bir gerçeklik keşfettim.”
Benim açımdan bir roman, hikâye açısından bir senaryodan çok daha eksiksizdir.
Madrid’e vardıktan sonra, öykü veya roman yazmakla senaryo yazmak arasındaki farkı ayırt etmeye başlar. Senaryo büyük bir edebi değere sahip bir şey değildir “çünkü oyunculara, bir karaktere, görüntü yönetmenine veya gardırop sorumlusuna verdiğiniz talimatlar bir romanda üslupla anlatılırken burada böyle bir şey yok. Sadece, ‘Kapıdan girdin, karşıma oturdun ve konuşmaya başladık’ dersin. Bir romanda ise kapı ile sandalye arasında sahip olduğunuz düşüncelerin kendisi bizzat hikâye haline gelebilir. Benim hakkımda ne düşündüğünüz ya da benim sizin hakkınızda ne düşündüğüm olabilir bu. Benim açımdan, bir roman hikâye açısından bir senaryodan çok daha eksiksizdir.”
Almodóvar, roman yazmanın daha zor olduğuna inanmasına rağmen, iyi bir romancı olmanın başarılı bir senarist olmanın garantisi olmadığını belirtiyor: “Buna pek çok örnek var; mesela, çok sevdiğim Cormac McCarthy. Bu adamın iyi bir film senaryosu yazacağını düşünürdünüz –en azından ben öyle düşünürdüm– çünkü diyalog konusunda çok iyi ve romanları diyaloga dayanıyor. Ancak Ridley Scott’ın yönettiği ve Penélope Cruz ve Brad Pitt’in oynadığı Danışma filmi senaryosunu tek başına yazdı. Sonuç gerçekten zayıftı ve film başarılı olamadı çünkü ikisi farklı disiplinler.”
Son Rüya’nın hiçbir yerinde edebiyat ve sinemanın kesiştiği nokta, Almodóvar’ın lisans eğitimini tamamladıktan kısa bir süre sonra yazdığı ve 40 yıl sonra Kötü Eğitim adıyla filme alacağı Ziyaret kadar net değildir. Yönetmenin “Salezyenler tarafından idare edilen hapishane okulunda” aldığı acı verici ve son derece etkili din eğitimine duyduğu öfkeyi yansıtan kısa öykü, çocukluğunda bir rahip tarafından cinsel istismara uğrayan birinin rahibin izini bulmaya çalışması hakkındadır. Ancak Ziyaret‘i yazdığında hissettiği öfke —“öğrendiklerimi çarpıtmak ve sorgulamak” için kasıtlı ve öfkeli bir girişim— yıllar içinde değişti ve Kötü Eğitim sonunda “o zamanlar ilgisini çeken diğer şeylerle birleştirdiği bir kara film” haline geldi.
1960’ların başındaki Salezyen eğitimin etkisini ne desek abartmış olmayız: “Benim için kitaptan fırlamış gibiydi. Ben bir rahibe tarafından esir alındım. Kız kardeşim köydeki rahibenin verdiği dikiş derslerine gidiyordu ve ben de ders çıkışında kız kardeşimi alıyordum. Rahibe okula uygun olabilecek çocukları gözlüyordu. Bir gün, kız kardeşimi almaya gittiğimde, kadın bana –alıntı yapıyorum çünkü gerçekten aklımda kaldı— ‘Bu çocuk Tanrı’nın olmalı’ dedi.”
Rahibe, eğitime uygun erkek çocukları bulmak için bölgede dolaşan rahiplerden biriyle temasa geçti ve genç Almodóvar’a bir burs verilerek okula gönderildi. Almodóvar bu okulda hayatta kalma ve sosyoekonomik bölünmelerin ne olduğuna dair bilgi edindi:
“Ana fikir –baştan sona çok tuhaftı– size okulda eğitim görüp rahip olabilmeniz için bir burs vermeleriydi ve yine de aynı okulda, aileleri ödeyebildiği için burs almayan başka çocuklar da vardı; birlikte oynadığınız çocuklar; birlikte ders çalıştığınız çocuklar. Bu çocukların kaderinde rahip olmak yoktu. Bu tür burslar çoğu İspanyol için okula gidebilmenin bir yoluydu.”
Yani aslında bir tür ruh hırsızı tarafından mı yakalanmıştı? “Evet! Çocukken bile tüm bunları görebiliyorsunuz. Sizi nasıl seçtiklerini ve sizi nasıl şımarttıklarını, bu…” “Çok tuhaf değil mi?” İngilizceye devam ediyor: “Tüyler ürpertici! Tüyler ürpertici!”
Almodóvar’ın etki üçlüsünün geriye kalan iki bileşeni, erken çocukluğunun geçtiği köy avluları ve 1970’lerin sonu ile 1980’lerin başında Madrid’in gürültülü ve zevk dolu oyun alanıydı.
Küçükken annesi işi çıktığında Almodóvar’ı La Mancha’daki komşularına bırakırdı: “Hikâye anlatıcısı olacak biri için, kurgunun kökeni işte budur. Bu kadınlar her şeyi konuşuyorlardı; genellikle korkunç şeylerden bahsediyorlardı. Bazen mutlu şeylerden bahsediyor, gülüyor ve şarkı söylüyorlardı, ama bazen konuşmalar ensest vakalarına dönüyordu. Örneğin kızına tecavüz edip onu hamile bırakan bir babanın hikâyesi. Bu köylerde akraba evliliği oldukça yaygındı. Bu kadınlar altı yedi yaşında bir çocuğun önünde bunları konuşmaktan rahatsızlık duymuyorlardı.”
Aklında kalan hikâyeler ve ensest teması, Almodóvar’ın 2006 yapımı Dönüş filminde gün yüzüne çıkar: “Dönüş‘te anlattığım hikâyeler, hepsi kurgusal olsa da çocukken o bahçelerde duyduğum farklı hikâyelere dayanıyor. O anda bunun farkına varmıyorsunuz çünkü sadece bir çocuk olarak yaşıyorsunuz.”
Yirmi yıl sonra, Almodóvar’ın hayatında önemli bir yere sahip olan, Franco sonrası dönemde İspanya’da yaşanan çalkantılı karşı kültürel patlama La Movida Madrileña dönemi başladı. Diktatörün ölümünden iki yıl sonra, 1977’de genç İspanyollar korkularını bir kenara atarak yeni sosyal, cinsel ve sanatsal özgürlüklerini kuşanmışlardı. Almodóvar için bu, Rock-Ola gibi mekânlarda parti yapmak ve ilk uzun metrajlı filmi Pepi, Luci, Bom ve Diğer Sıradan Kızlar ve 1982 yapımı devam filmi İhtiras Labirenti gibi filmler yapmak anlamına geliyordu: “[O filmleri] yaptığımda diktatörlüğün bir gölge olarak bile var olmasına izin vermedim. Onları sanki hiç var olmamış gibi yazdım. O zamanlar gençler, bu ülkede eşi benzeri görülmemiş bir özgürlüğün tadını çıkarıyorlardı.”
Movida’yı çevreleyen tüm efsanelere rağmen, Almodóvar onun somut kültürel mirasına şüpheyle yaklaşıyor. Ona göre, Movida’ya dahil olanların çoğu plak ve yeraltı çizgi romanlarının ötesinde sanat eserleri yaratamayacak kadar fakirdi. Yaratıcı eserler açısından, Miguel de Unamuno, Ramón del Valle-Inclán ve Antonio Machado gibi devlerin de aralarında bulunduğu 1898 Kuşağı veya Federico García Lorca, Rafael Alberti, Vicente Aleixandre ve María Teresa León gibi isimlerin yer aldığı 1927 Kuşağı ile Movida’nın aynı seviyede olmadığını ekliyor.
“Madrid’de olanlar, 1927 veya 1898 kuşağı gibi nesiller arası bir olay değildi çünkü biz çok farklı bir grup insandık” diyor: “Ne nesiller arası bir şey olarak ne de bir araya gelen insanlar olarak hiçbir şey yaşamadık. Movida, Rock-Ola’da olup bitenler hakkında konuşmanın bir yolu olarak medya tarafından icat edilen bir şeydi.”
80’lerin o çılgın gecelerine geri dönmeyi çok isterdim ama sonrasında toparlanmak için bir haftaya ihtiyacım olurdu.
O zamanların gece boyunca süren narkotik çılgınlıkları, bugünlerde Almodóvar için uzak, ama hoş bir anıydı. 1970’lerin sonlarından 1990’ların ortalarına kadar yazdığı hikâyeler ve yaptığı filmler, onun “uçlardaki” yaşam tarzından ve etrafındaki insanların hayatlarından ilham almıştı. Bu çılgın anılar Son Rüya’da, Bir Seks İkonunun İtirafları’nın çılgınca sınır tanımayan kahramanı Patty Diphusa’nın karakterinde hayat bulur. Bu hikâye, uyuşturucu bağımlısı bir porno yıldızının evli bir Katolik sevgilisi olan ve “organizmasının en önemli üç deliğine saygı göstermekten” hoşlanan bir adamın hikâyesini anlatır. Hangileri olduğunu size söylemeyeceğim.”
Geçen yüzyılın başlarında Almodóvar uyuşturucuları ve gece hayatını bırakmıştı. Heyecan verici yaşam tarzını sürdürmekle yazmaya ve film yapmaya devam etmek arasında bir seçim yapması gerektiğini fark etmişti . Otuz yıl sonra, bu kararın ahlaki bir dönüşten ziyade pratik bir karar olduğunu vurguluyor:
“80’lerin o çılgın gecelerine geri dönmeyi çok isterdim ama toparlanmak için bir haftaya ihtiyacım olurdu. Tamamen dürüstlük ya da ahlakla ilgili bir şey söylemiyorum –bunu istediğim için yaptım; yazmanın ve film yapmanın bana getirdiği zevk içindi.”
Gece hayatından kopuşu, Ayna Töreni öyküsünde yankı bulur. Karanlık bir dünyadan manastırın saflığına sığınan bir vampiri anlatan hikâye, ölümsüz ziyaretçinin, Matthew Lewis’in Şeytanın Gizli Yüzü adlı gotik klasiğine olan ilgisini açığa vuracak şekilde başrahibeye büyü yapmasını konu edinir. Almodóvar, Luis Buñuel’in Şeytanın Gizli Yüzü’nü beyaz perdeye uyarlamaya çok yaklaştığını, kendisinin de buna benzer bir fikir üzerinde çalıştığını, hatta 22 sayfalık bir kısa öykü olarak başladığı bu hikâyeyi filme uyarlama notlarını bile aldığını itiraf ediyor:
“Ayna Töreni’ni geliştirmeyi ve başrahibi, farklı fahişelerin itirafçısı ve ruhani rehberi olarak Şeytanın Gizli Yüzü‘nün bazı kısımlarını dahil etmenin bir yolu olarak kullanmayı düşündüm” diyor: “Belki bir gün yaparım.”
Annesinin 1999’daki ölümü Almodóvar’ın bakışlarını geçmişe ve içsel bir yolculuğa çevirmesine neden olur. Özellikle 2019 yapımı, geçmişiyle yüzleşen bir film yönetmenini konu alan Acı ve Zafer gibi yakın dönem filmlerinde bu içsel ve otobiyografik yaklaşım belirginleşir. Bu eğilim, tekinsizlik ve yalnızlık temalarının yoğun olduğu sonraki öykülerinde de görülür. Almodóvar’ın yeni filmi Yandaki Oda, İngilizce olarak çektiği ilk uzun metrajlı film; başrollerinde hastalık, pişmanlık, aile ve ölümle yüzleşen iki eski arkadaşı canlandıran Tilda Swinton ve Julianne Moore yer alıyor.
“Referanslarım hâlâ dışarıdan geliyor: okuduğum bir kitaptan, işittiğim bir sohbetten veya televizyonda gördüğüm bir şeyden. Ancak son birkaç yıldır, ilham olarak kendime daha çok başvuruyorum” diyor: “Eh, belki ilham için değil de bir belge deposu olarak. Artık en iyi bildiğim şey kendimim; hayatım ve kendi iç dünyam.”
Sonbahara özgü bu otobiyografik yaklaşım, Almodóvar’ın annesinin yaşamını, ölümünü ve onun süslü mektup okumalarında bulduğu aydınlanmayı anlamlandırmaya çalıştığı, koleksiyonun adını taşıyan hikâyede en belirgin şekilde ortaya çıkıyor. Son Rüya, aynı zamanda bir aşk, minnettarlık ve eski bir borcu ödemeye yönelik gecikmiş bir teşekkür mektubu niteliğinde.
“İnsanlar Pedro Almodóvar veya sadece Almodóvar hakkında konuştuklarında, annem her zaman çok sinirlenirdi” diye hatırlıyor: “Bana, ‘Sen Pedro Almodóvar Caballero’sun, seni doğuran benim!’ derdi. Filmlerimde tam adımı kullanmamı isterdi ama ona, ‘Bu kadar uzun isimleri kullanamam anne’ derdim. Soyadını kullanmadığım için biraz bozulurdu.”
Geç olsun güç olmasın; Son Rüya’nın altı sayfasında Pedro Almodóvar Caballero’nun imzası yer alıyor.
Orijinal Başlık: Pedro Almodóvar: ‘Life needs fiction to make it bearable’
Söyleşi: Sam Jones
Türkçeye Çeviren: Ronahi Varda
Editör: Sevgi Hazır
Redaksiyon: Bekir Demir