Standartlaştırılmış Zaman
Zamanın ifade edilme biçimi, 20. yüzyılın başlarında, kayda değer açılardan değişmişti. Zamanı ölçmeye uygun küresel bir standardın benimsendiği o uzun süreç, bütün dünyada yaygın bir şekilde hissedilmeye başlanmıştı. Saatlerin yerel gözlemler aracılığıyla Güneş’in konumuna göre ayarlanması yerine, standart saatlerin her birinin Londra’nın Greenwich kentindeki başlangıç meridyenine göre belirli bir şekilde ayarlanması, bütün bir dünyayı zamansal dilimlere bölmüştü. Doğrusal bir süreç olmak şöyle dursun, Fransa’nın 1911’e kadar kendi başlangıç meridyenini Paris’te muhafaza etmesi nedeniyle, zamanın hangi şehirden standartlaştırılması gerektiği konusunda süregiden bir kafa karışıklığı da söz konusuydu. Fakat yerel saatlerin ortadan kalkmasıyla ilgili çok daha geniş kapsamlı bir endişe mevcuttu. Sanatçı David Horvitz’in keşfettiği gibi, 19. yüzyıl sonunda yazılan siyasi broşürler “Kendi güneşimizi kendimiz ölçelim” diye haykırırken, tarihçi Michael O’Malley büyük çoğunluğun sıklıkla tren yolculuklarına çıkan az sayıdaki insanın hizmetine adanmış gibi görünen “kolektif bir zamanı” kabul etmeye zorlanmaları karşısında otoritelerin öfkelendiğini anlatır bize. Standartlaştırılmış yeni zaman gökbilimsel zamanın gerçekliğini hiçe saydığı için, hem bir kandırmaca hem de bir sahtekârlık olarak görülüyordu. Gerçekte dinine sadık yorumcular Tanrı’nın bahşettiği Güneş zamanından uzaklaşılmasına neden olan bu hamleyi ahlaka aykırı ve kutsallara yapılan bir saygısızlık olarak görüyorlardı.
Bununla birlikte, yaz saati uygulaması (YSU) ihtimalini de gündemine alan toplulukların, zamanı nasıl ifade edecekleri konusunda daha başka değişiklikleri tartışması nedeniyle, eli kulağında olan çok daha fazla dönüşüm söz konusuydu. Ölçüm önerileri 1908’de Birleşik Krallığın Avam Kamarası’na ulaşmış ve bir komite tarafından değerlendirilmişti; oysa Alman İmparatorluğu I. Dünya Savaşı sırasında YSU’yu kabul edene kadar daha geniş çaplı bir saat uygulamasına başlandığı söylenemezdi. Bu bağlamda başlıca itici güç enerji tasarrufu olsa da, YSU ile ilgili daha geniş kapsamlı bir tartışma, iyi yaşamın hangi temelde kurulacağına ve saat zamanının bu yaşamı destekleyecek biçimde nasıl tasarlanacağına dair birçok derin düşünceyi bünyesinde barındırıyordu. Örneğin, gündüz saatlerinin daha geniş çapta kullanılmasının fiziksel ve toplumsal etkinlikleri arttırabileceği ve aileler ile topluluklar arasındaki bağları güçlendirebileceği düşünülüyordu.
Toplumların, kendi saat zamanlarını düzenleme biçimleri de dâhil olmak üzere, zamanı nasıl ifade etmeleri gerektiği hususu genel anlamda felsefi bir problem olarak görülmemiştir.
Zaman Deneyimi
Aslında Martin Heidegger bu konuda şöyle yazmıştı: “Ne Aristoteles ne de ondan sonra gelen zaman yorumcuları bu soruyu ortaya atmışlardı: Saat kullanmaktan bahsetmenin anlamı nedir?” Heidegger’in sorusu saat kadranındaki harekete yakından baktığımızda “zamanı” nasıl deneyimlediğimiz sorusuna dönüşmüştü. Fakat yukarıda anlattığım örnekler, tam anlamıyla felsefi problemler adını verebileceğimiz çok daha geniş kapsamlı problemler koyuyor ortaya. Azınlığın zamanı ölçme yönündeki ihtiyaçlarına çoğunluk karşısında öncelik verilip verilmeyeceği konusunda ortaya çıkan etik problemler vardır; Güneş zamanının standardize saat zamanına kıyasla “daha gerçek” bir zaman olup olmadığı sorusunu sormak, bizi alır doğrudan zamanın doğasıyla ilgili metafizik sorunlara götürür; YSU, bizim zamanı ölçmek için kullandığımız uygulamaları iyi yaşamın, başkalarıyla birlikte topluluk oluşturmanın ve erdemli pratikler geliştirmenin ne anlama geldiğini konu edinen problemlerin tam ortasına yerleştirir. O hâlde, zamanın toplumlarda oynadığı role ve bilhassa başkalarıyla birlikte iyi yaşamak ve etrafımızı kuşatan daha geniş kapsamlı dünyanın bir parçası olmak için zamanı nasıl ölçebileceğimiz meselesine, felsefi bakımdan neden bu kadar az ilgi gösterilmiştir?
Zamanın Göreliliği: Einstein, Bergson
Bu süreçte kesinlikle zamana duyulan bir ilgi vardı ama zamanın ölçümüyle ilgili felsefi tartışmaların büyük bir kısmı, muazzam ölçekte üçüncü bir dönüşümle, Albert Einstein’ın görelilik teorileri ve zamanın genişlemesi düşüncesinden hareketle alınmıştı. Filozof Henri Bergson ile Einstein arasında zamanın doğası hakkında 1922’de meydana gelen meşhur tartışmada, Einstein “filozofun zamanı” diye bir şeyin olmadığını iddia etmişti. Bununla birlikte, bilhassa Kıta filozofları arasında, fizikçinin zamanının (ki filozoflar bunu saat zamanıyla eşleştirilmiştir) aslında insan deneyiminin çizgisel olmayan zamansallığına bağlı olduğunu göstermek gibi müşterek bir çaba söz konusuydu. Aslına bakılırsa etik uzmanı Emmanuel Levinas kısmen “saat zamanının önceliğini yok etmesi” sayesinde “felsefeyi imtiyaz sahibi olan bilimsel zaman modelinden kurtardığı” için Bergson’a sonradan methiyeler düzmüştü. Dolayısıyla hem Bergson’un kendi yapıtında hem de fenomenolojinin babası olan Edmund Husserl’in yapıtında, zaman felsefesiyle ilgili bir problem olmadığı için saat zamanının güçlü bir biçimde yadsınması söz konusudur.
Hâlihazırda söylemiş olduğum gibi, saatlerin ölçtüğü zaman sadece bilimin zamanı değil aynı zamanda toplumun zamanı olduğundan, saat zamanına ilişkin felsefi bir yaklaşım geliştirmekle ilgileniyorsak durum nedir? Filozofların bahsettikleri zaman, diğerleriyle birlikte yaşama biçimimizi şekillendirir ve birtakım sosyal değerleri ve ilgileri dışavurur. İlk etapta yaşamlarımıza ait zamanı anlamak için sıklıkla başvurduğumuz filozofların çok az yardımı olacakmış gibi görünür. Mesela Bergson’un çalışması, saatlere ve ölçtükleri düşünülen niceliksel zamana karşı kararlı şekilde eleştirel tavır takınan bir yaklaşımdır. Onun Şuurun Doğrudan Doğruya Verileri eserinde öne sürdüğü gibi, kendi içsel deneyimimizden çıkıp toplumda egemen olan zamana yüzümüzü dönersek, farkında olmadan neredeyse asalak bir dışsal yaşam tarafından ele geçirilen kendi konumumuzu şaibeli bir biçimde içeriye giren birine devretmiş oluruz, ki saatin “kazanç elde ettiği” şey de bu etkidir. Heidegger de, bizi zamanın gerçek düzeninden uzaklaştıran toplumun “kaba saba zamanı”nın yarattığı tehlikelerden bahsetmiştir. Bu tarz düşüncelerin modernist sanat ve kültür bünyesinde yarattığı ve günümüzde de devam eden etki şu eğilimi teşvik etmiştir: Bir saatle yapabileceğimiz en yararlı şey, kendimizi saatlerin kısıtlamalardan kurtarmak için her türlü çabayı göstermektir.
Filozofların toplumsal zamanla ilgili tartışmalara katkıda bulunabilecekleri her türlü düşünceyi göz ardı edip yalnızca öznel ve nesnel zaman arasındaki felsefi ayrımı sürdürdüğümüz takdirde çok fazla şeyi anlamadan kalmış oluruz.
Toplumsal Zaman
Dolayısıyla zaman ölçme pratikleri de dâhil, “toplumsal zaman”ın yarattığı karmaşıklıkları keşfetmek açısından kayda değer biçimde daha fazla kaynak sağlayan sosyoloji, antropoloji, bilim ve teknoloji çalışmalarına ya da benzeri alanlara yönelmek zorunda olduğumuzu hissedebiliriz. Aslında Bergson, Heidegger, Husserl ve diğer filozoflar toplumsal yaşamda iş başında olan zaman incelemesinden uzaklaşırken, sosyal bilimler hâlini alacak alanda çalışan diğer yazarlar bu problemleri memnuniyetle gündemlerine almışlardı. Örneğin filozofluğu bırakıp sonradan sosyolog olan Durkheim, Kant’ın zaman kavramlarının bize a priori [önsel] verilmiş olduğu iddiasına meydan okumuş ve bunun yerine söz konusu kavramların kendimizi bir parçası olarak bulduğumuz belli bir toplum aracılığıyla verildiğini ileri sürmüştü. Karl Marx’a göre zaman, özellikle de emek zamanı, toplumsal mücadelenin can alıcı bir veçhesiydi; oysa Max Weber’in kapitalizmin yükselişiyle ilgili teorisinde belli bir zaman etiği ve zamanın doğru kullanımına ilişkin düşüncesi yer alıyordu. O hâlde filozofların toplumsal zamanla ilgili tartışmalara katkıda bulunabilecekleri her türlü düşünceyi göz ardı edip yalnızca öznel ve nesnel zaman arasındaki felsefi ayrımı sürdürdüğümüz takdirde çok fazla şeyi anlamadan kalmış oluruz.
Toplumsal zamanın ihmal edilmesi, bu problemlerle ilgilenen filozofların, yaşamlarımızın zamanını anlayıp ele almak için kaçınılmaz olarak daha disiplinlerarası çalışmaları gerektiğini göstermektedir. Öyle olsa bile, özellikle zaman ölçme araçlarının ne olduğu ve daha da önemlisi bu araçların ne olabileceği konusunda birtakım olağanüstü içgörüler elde etmek için temel metinlere daha karmaşık sorular iletme şansımız da vardır. Örneğin, hem Bergson’a hem de Heidegger’e göre, saatler açıkçası bir hayli dar kapsamlı ve dar görüşlü kavramlara göre tanımlanmıştır. Her iki filozof da saatlerin kesin ve tekrar edilebilir zaman dilimlerinin ölçümünü mümkün kılmak için tasarlanmış sistemler olduğunun altını çizer. İlk bakışta bu bakış açısı toplumsal kaygılara çok az yer bırakıyormuş gibi görünür ama daha yakın bir okuma, her ikisinin de anları saymak için saatleri nadiren kullandığımızın farkında olduğunu ve buna karşılık çoğu zaman saatleri sosyal dünyalarımızda gezinmemize yardımcı olsunlar diye kullandıklarını gösteriyor.
“Ne zaman saate baksak…”
Bergson, neden saatler yapıp onları satın aldığımız sorusunu gündeme getirdiği Süre ve Eşzamanlılık’ın Dördüncü Bölümünde bu meseleye değinir. Görelilik çalışan birinin ilgi duyabileceği, iki saat zamanının birbiriyle eşzamanlı kalıp kalmayacağı türünden soruları yanıtlamayı amaçlamaz. Bunun yerine hayatlarımızdaki bir an ile saat kadranının gösterdiği şey arasındaki ilişkiyi anlamak isteriz. Bir başka deyişle, bizim için faydalı oldukları için, kaydını tutmak istediğimiz olaylara ve parçası olmak istediğimiz dünyalara bizleri bağladıkları için saatlere bakarız. Nitekim Bergson, saatlerin zamansal deneyimlerimizi kategorize etme ve homojenleştirme biçimini eleştirmiş olsa da, Şuurun Doğrudan Doğruya Verileri’nde yazdığı gibi, saatleri kullanarak aynı zamanda “toplumsal yaşamın getirdiği zorunluluklara çok daha iyi biçimde uyum sağladığımızı” da kavramıştır. Bergson’un fazlasıyla ilişkilendirildiği negatif akıl yürütme biçimlerine dosdoğru geçiş yapmak yerine bu iddiaya zaman ayırmak gibi bir niyetimiz varsa, o zaman toplumun bu zaman ölçme biçimini neden benimsediğini, bu zorunlulukların altında neyin yattığını hatta muhtemelen toplumsal yaşamın başka türlü nasıl tahayyül edilebileceği sorusunu sormaya başlayabiliriz.
Saat zamanını reddetmesinin yanında, Heidegger’de de ilgi alanları, kaygılar, gelecek planları ve amaçlı eylemler tarafından şekillendirilen işe yarar bir araç olarak saatin konu edildiği tartışmalar vardır. Çoğu durumda cilalanıp parlatıldığı gibi saat nesnel bir zaman ölçer olması şöyle dursun, Heidegger saatin gündelik yaşamlarımızda karşımıza çıkan zamansal problemleri ele alma ihtiyacından doğduğunu iddia ederken nettir. Bergson gibi Heidegger de saatlere yalnızca sonu gelmeyen bir dizi anı (now) saymak amacıyla bakmamamız gerektiğini önerir. Buna karşılık Heidegger Basic Problems of Phenomenology’de (Fenomenolojinin Temel Problemleri) şunu yazar: Ne zaman saate baksak, “bizi meşgul eden şeye, üzerimizde göz açtırmadan baskı yapan şeye, hangi işin zamanının geldiğine, zaman ayırmak istediğimiz şeye yönelim gösteririz.” Bu iddianın ayrıntılarına inerken, kimin ya da neyin bizleri yönlendirdiğini, “zaman” algımızı neyin şekillendirdiğini ve bu şekillendiricinin kültürel yaşamda ve kültürler arasında nasıl farklılık gösterdiği sorularını sorabiliriz. Üstelik Heidegger’in zamanın sayılmasını kendi arzularımızla ilişkilendirdiği göz önüne alındığında, bütün arzuların eşit şekilde karşılanıp karşılanmadığı sorusunu sorabiliriz. Böylece bir kez daha nesnel bir bilimsel zaman olarak saat zamanının çarçabuk göz ardı edilmesinin ötesine geçen, zamanın ölçülmesine dair felsefi bir yaklaşım, bu kanonik metinlerden hareketle bile olanaklı olabilir.
Peki ya saatlerimizin ayarlanmasıyla ilgili ihtimallere ne demeli? Neticede Bergson, Heidegger ve Husserl zamanın standardize edilmesinin ve yaz saati uygulaması gibi düzenlemelerin etki ettiği değişimleri de deneyimlemişlerdi. Örneğin Heidegger 1916’da Almanya’da tanınmaya başladığına henüz yirmili yaşlarının sonlarındaydı. Bu değişimler onların çalışmalarında net bir biçimde ele alınmaz ama Bergson ve Heidegger zamanı gözlemlemek ve hesaplamak için kullandığımız ritimler ya da yöntemler konusunda aslında birçok seçeneğin mevcut olduğunun farkındadır. Heidegger, Fenomenolojinin Temel Problemleri eserindeki Aristoteles yorumunda şunu kaydeder: Aristoteles’e göre zamanın ölçülmesi “en panti, her yerde, en ge, yeryüzünde, en thalatte, okyanusta ve en ourano, gökyüzünde” söz konusu olabilir. Bunun nedeni, Aristoteles’in sayılabilen bir araç olarak zaman tanımının merkezî bir parçası olan “önce” kategorisinin herhangi bir değişimin ya da devinimin hemen öncesindeki bir ana uygulanabilir olmasıdır (Kitap IV 223a 17f). Mesela gelgit anlarını ya da yıldız zamanını takip etmeyi düşünebiliriz, ki bu ikincisinde zaman, Dünya ile belli sabit yıldızların kendi ekseni etrafında dönüşü arasındaki ilişkiye göre ölçülür. Keza Bergson da Süre ve Eşzamanlılık’ta herhangi bir devinimin “zamanın temsilcisi olabileceğini ve saatin statüsünü ifade edebileceğini” açık açık ifade eder. Heidegger özel olarak Güneş’e ve Bergson ise Dünya’nın dönüşüne odaklansa da, saatlerin “bizi meşgul eden şeyler” noktasında yararlı oldukları düşüncesine yaptıkları vurgu, potansiyel olarak farklı ihtiyaçların farklı zaman ölçümlerine yol açabileceğini anlamamıza vesile olabilir. Aslında saatler bu işlevi yerine zaten getirmişledir. Örneğin, okyanuslarda çalışan insanların, küçük gelgit ya da yüksek gelgitler gibi gündelik gelgit döngüleri ve daha büyük ritimler üreten yıllık ve aylık döngülerin kesişimleri de dâhil olmak üzere günün ya da Dünya’nın dönüşünün yanı sıra diğer ritimleri de takip etmesi gerekir.
Kap Olarak Saat
Kıta felsefesi karşı konulamaz biçimde bize, toplumsal yaşamı koordine eden zamanın –saat zamanının– aslında zamanın gerçek doğasını gizleyen dikkat dağıtıcı hatta tehlikeli bir etkisi olduğu duygusunu armağan etmiştir. Fakat bunu yaparken felsefe kendini zamanı nasıl ölçebileceğimiz konusunda faydalı biçimde katkıda bulunabileceği birçok ahlaki ve politik tartışmaya dâhil olmaktan men etmiştir. Ayrıca zamanı dile getirmenin diğer biçimlerinin mesela iklim bozukluğu, kolonileştirmenin süregiden etkileri, sömürüye dayalı emek pratikleri ve daha başka sorunları ele alırken yararlı olabileceğini konu edinen daha spekülatif felsefelere de ilgi gösterilmemiştir. Sanatçılar, aktivistler ve bilim insanlarından (ne var ki filozoflardan değil!) oluşan bir ekibin kurduğu İklim Saati, burada örnek olarak verilebilir. Bu saat Berlin, New York, Seul, Roma ve Glasgow’daki binalara dikkat çekecek biçimde monte edilmiştir. Burada IPPC tahminlerine göre küresel ısınmayı 1.5˚C ile sınırlandırmak için ne kadar zaman kaldığını takip eden saat geri sayım moduna göre ayarlanmıştır. Bu yazının yazıldığı sırada saat 7 yıl 87 gün 15 saat 1 dakikayı gösteriyordu.
Kap olarak saat, topluma çok yönlü, uzmanlaşmış, eşi benzeri olmayan ve genelleştirilmiş zaman biçimleri sunabilir.
Bu bağlamda saate “kap” (!) ismini vererek alternatif bir tanım sunan Heidegger’in Zollikon Seminerleri’nden bir parça şaşılası bir yanıt ortaya çıkar. Saati o lüks olmayan aletle, kaşıkla mukayese ettiğimizde ne olup biter? Kaşıkların kullanım amaçlarına göre kolayca değişiklik gösterdiğini anlamak bu kadar kolayken saatin göstermemesinin nedeni nedir? Olağan çay, çorba, tatlı ve servis kaşıklarımızın yanı sıra yumurta, parfe, greyfurt ve kavun için daha özel kaşıklarımız da vardır. Fakat kullandığımız saatler felsefe özelinde bilim insanlarının kullandığı “nesnel” araçlar olarak kavramsallaştırılagelmiştir. Kap olarak saat ise tam tersine topluma çok yönlü, uzmanlaşmış, eşi benzeri olmayan ve genelleştirilmiş zaman biçimleri sunabilir. Heidegger ve Bergson’un “kendi açımızdan önemli olan şey”in merkezîliği ile ilgili içgörülerini anladığımız ve saatlerin kesin zaman aralıklarını ölçen araçlar olarak kısıtlandığı fikrini reddedebildiğimiz takdirde, şu bir gerçek ki yaşantılarımızın zamanının ne olduğunu ya da ne olabileceğini tahayyül etmemize imkân tanıyan muhtemelen çok açık istikametler sunulacaktır bize.