Bambaşka bir dünya
Vosges’te henüz teknolojik yeniliklerin uğramadığı bir çiftlikte dünyaya geldim. Şansım yaver gitmiş olmalıydı ki, tavan arasında birkaç ineğimizin dışında bambaşka bir dünyaya kapı aralayan Latince bir gramer kitabı ve Schiller’ın bir piyesini buldum. Savaş yıllarında, ağabeyim ve ben verem hastası annemizden ayrı kaldığımız sırada babamız da Hamburg’da esir düşmüştü ama eşi hâlâ hayattayken onu son kez görme şansını yakalayabildi.
İsviçre sınırına yakın bir yerde, Sottens vericisini çekebilen küçük bir radyoya sahip bir teyzem vardı. Tam o noktada, Beethoven’ın Pastoral Senfonisini duyduğumda hayatımı ve çalışmalarımı derinden etkileyen müzikal bir şok yaşadım. Köylü kökenim nedeniyle müzik alanında kariyer yapmak imkansızmış gibi geliyordu ama 17 yaşında Paris’teki öğretmenlik sınavını başarıyla geçerek eğitim hayatıma adım atabildim ve disiplinlerin en “soylu” olanını, yani felsefeyi seçtim. Felsefe alanında bir nevi besteci oldum. “Varlık Etkilerinin Genel Ekonomisi” başlıklı tezim, felsefeyi gelenekselliğinden ve klasik yeter sebep ilkesi anlayışından kurtarmaya yönelik ilk deneyimimdi ve bu deneyim tüm çalışmalarıma yön verdi. Tez jüri üyelerinden Clémence Ramonés “Kavramlardan müzik yapıyorsunuz ve bu durum beni hem mutlu ediyor hem de öfkeyle dolduruyor” demişti.
Yeni insan figürü
Çalışmalarımın geri kalanı bir dizi “dalga” gibi seyir gösterdi: Geliştirmeye çalıştığım gayri-felsefe, terimi Foucault’nun deyimiyle, kumdan yapılma insan figürünü silip götüren son dalganın kıyıya vurmasından hemen sonra şekillendi. Savımız, bu dalganın geri çekilirken insanı tamamen yok etmediği aksine yeni bir insan figürü ortaya çıkardığı yönündedir. Robert Musil’in deyişiyle bu figür, vasıfsız insan ya da genel insan figürüdür ve gerçekliğin, felsefe ve bilimlerden önce geldiği varsayımını kabul etmektedir.
Felsefe, gerçekliğe ulaşmanın kendi tekelinde olduğunu varsayıyordu. Lakin ben, geleneğin akademik kullanımına karşı çıkarak “kararlı adımlarla” felsefede yenilik yaratma çabasına girdim. Dolayısıyla, felsefi düşünceler arasındaki çatışmaları sonlandırmak ve ortaya çıkabilecek her türlü felsefi perspektife yer açmak için “standart dışı felsefe” adını verdiğim yaklaşımı geliştirdim. Fakat bununla birlikte felsefenin işlevlerini de değiştirdim: Gerçekliği doğrudan tanımlamak yerine artık felsefenin yeni rolü ona dolaylı bir yaklaşımla ulaşmamızı sağlayabilecek deneysel çerçeveler ve imgeler geliştirmek oldu.
Bilim ve felsefe
Marx’ın mirasına sadık bir evlat oldum. Felsefenin öncelik verdiği görme yetisi yerine ben, nefes almayı ve sesi ön planda tutuyorum. Mağarayı (ana rahmini), Yeryüzünü (yaşamın ve ölümün yerini), Dünyayı (öznenin iyilik ve kötülük arasında eylemde bulunduğu mekânı), Evreni (bilginin ve hakikatin yurdunu) birbirinden farklı olarak tanımlıyorum. Bu epik anlatı, ekolojiye ve etiğe bir dikeylik boyutu kazandırmama olanak sağlıyor. Bu dikey boyutta, bilim ve felsefenin birleşerek, rastgele öznelerin birer mesiyanik gerçeği ortaya çıkardığı bir yükselişi mümkün kılan aşamalardan ibaret olduğunu gözlemliyorum.
Félix Ravaisson aracılığıyla kendimi felsefede sanatın kullanımına adarken sarmal bir çizgiden yararlandım. Otuz yapıtım, sessiz bir eser olmasına rağmen insanın en içsel yaşantılarına dokunan ve felsefenin müziğe nasıl dönüşebileceğini gösteren Tétragolos: Bir Felsefe Operası ile son bulmaktadır.
Orijinal Başlık: La musique des concepts
Yazar: François Laruelle
Türkçeye Çeviren: Feyzanur Tokmak
Editör: Bekir Demir