Giriş
Şayet ‘sosyalizm’ ile Marx’ın komünist toplumun daha yüksek bir aşaması olarak adlandırdığı şeyi kastediyorsak, buna uygun siyasi üstyapı sorunu ne teoride ne de pratikte gündeme gelmez.1Bu makale, Eylül 1977’de Cavtat, Yugoslavya’da düzenlenen “Batı Avrupa’da Demokrasi ve Sosyalizm” konulu konferansa sunulan bir metne dayanmaktadır. Çünkü teoride herkese ihtiyacına göre veren bu toplum, sınıfsız bir toplumdur, dolayısıyla tanımı gereği siyasetsizdir. Pratikte ise, bu türden bir toplum henüz gerçekte var olmadığı gibi, daha da önemlisi, onun başat ‘sorunsalı’, hatta ortaya çıkışının somut koşullarının en ufak bir emaresi bile, iktidarda olsun ya da olmasın, hiçbir devrimci partinin programında yer almamaktadır. Bununla birlikte, geçmişte çok önemli bir sorun oluşturan ve bugün de teori ve pratikte hâlâ sorun teşkil eden şey, geçiş döneminin ilk olarak iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi, ikinci olarak ücretli emek sisteminin yerine işbirliğine dayalı üretimin ikame edilmesi olmak üzere iki temel uğrağın hangi siyasal biçime tekabül ettiğidir. Komünist Manifesto‘nun yayımlanmasından bu yana, bu konudaki tartışmalar tüm ihtilafların merkezinde yer almıştır. Bu tür tartışmaların uzun ve yoğun olması büyük bir belirsizliği de beraberinde getirmiştir. Tartışmalarda iki temel mesele üzerinde kutuplaşılmıştır: Proletarya barışçıl yollarla iktidara gelebilir mi? Ve iktidarı demokratik bir şekilde kullanabilir mi? İkisi de yapay sorunlardır.
Yapay ve Gerçek Sorunlar
Şiddet hiçbir siyasi parti için kendi başına bir amaç değildir, tıpkı şiddetsizliğin müstakil bir ‘kesin buyruk’ olamayacağı gibi. Bunlar sadece araçlardır ve bu araçlar ile bunlara karşılık gelen amaçlar arasında doğrudan hiçbir yapısal ilişki yoktur. Hedeflerin radikalliği, düşmanın aynı ölçüde sert direnişini beraberinde getirdiği durumda dolaylı bir ilişki olabilir; ancak o durumda bu ilişki konjonktüreldir ve öğretiye mahsus değildir. Dahası, bu direnişi teorik olarak ne ölçüde öngörebileceğimiz ve onu kırmak için ne ölçüde pratik hazırlıklar yapabileceğimiz stratejiyle değil taktikle ilgilidir; dolayısıyla şiddetin gerekliliğine ilişkin önsel bir teorik pozisyonun temeli olamaz. Partilerin en oportünisti ya da en muhafazakârı bile, yasal olarak sahip olduğu iktidarı muhalifleri zorla ele geçirmeye kalktığında, kendisini savunmak için silaha sarılmakta tereddüt etmeyecektir. Öte yandan, en samimi devrimci parti, eğer koşullar iktidarı barışçıl bir şekilde ele geçirip elinde tutabileceği şekildeyse, iç savaştan kaçınmaktan memnuniyet duyacaktır. Ayrıca ‘barışçıl’ ifadesi, mevcut sistem içerisinde belirlenen oyunun kurallarına uyulması anlamındaki ‘yasal’ ifadesinden farklı olduğu gibi; ‘şiddet yoluyla’ ifadesi de kişinin mutlaka kendisini yasal çerçevenin dışına yerleştirmesi anlamına gelmez.
Bu kafa karışıklığını daha da derinleştirmek gerekirse, iktidarı ele geçirmenin demokratik yolları sıklıkla bir üretim tarzından diğerine tedrici, evrimsel bir geçiş fikrine indirgenirken, diğer yandan açık şiddet üretim ilişkilerinde bir kopuşa indirgenmektedir; sanki ‘reform’ şiddetsizlikle, ‘devrim’ de başkaldırıyla eşanlamlıymış gibi. Oysa tarih, toplumsal sınıfları değil, yalnızca toplumsal tabakaları temsil eden (başka bir deyişle, üretim araçlarına değil, devletin üst yapısına ve konumlarına göre farklılaşan) gruplar arasındaki basit çekişmelerin, köklü toplumsal dönüşümleri beraberinde getiren çatışmalardan çok daha kanlı ve yıkıcı çatışmalara dönüştüğü örneklerle doludur. Afrika’da savaş sonrası sömürgesizleşmeyi takip eden ayaklanmaların karşılaştırmalı bir analizi bu açıdan anlamlı olacaktır. Feodal üretim tarzından kapitalist ilişkilere geçişi simgeleyen devrimlere geri dönecek olursak, toplumsal değişimlerin büyüklüğü ile bunları tetikleyen silahlı mücadelelerin ölçeği arasındaki asimetri daha da belirginleşir. İngiltere’de yükselmekte olan burjuvazi ile büyük toprak sahipleri arasındaki siyasi uzlaşma, hem son derece saf bir kapitalist üretim biçiminin kurulmasına hem de eski düzenden yeni düzene nispeten barışçıl bir şekilde geçilmesine zemin hazırlamıştır. Buna karşın, Fransız burjuvazisinin feodal lordlara karşı mücadelesinde küçük köylülere bel bağlamak zorunda kaldığı tarihsel zorunluluk, son derece sert, kanlı ve uzun süreli mücadeleleri tamamlanmamış bir toplumsal dönüşüm ve karma üretim ilişkileriyle birleştirmeyi sağlamıştır.2Devrimci burjuvazi iki cephede birden savaşamaz. Ya köylüleri birlikte mülklerinden etmek için feodal beylerle uzlaşmak (İngiliz örneği) ya da feodal ayrıcalıkları ortadan kaldırmak için köylülere bel bağlamak (Fransız örneği) zorundadır. Ya toprak ağasının ‘derebeyliği’ ya da köylünün toprak sahipliği Roma hukuku tipi özel mülkiyete dönüştürülmelidir. İlk durumda, ‘devrim’ siyasi düzeyde nispeten barışçıldır ve ne kadar paradoksal görünse de, tam da bu durum nedeniyle ekonomik düzeyde bir bütünlük arz eder. Bu haliyle üretici güçlerin ileriye doğru bir sıçrama yapmasına olanak tanır. İkinci durumda, siyasi devrim radikaldir, ancak üretim ilişkileri alanında, kapitalizm öncesi küçük ölçekli tarımın bir fren ve geleceğin yükü haline geldiği melez bir sistem kurar.
Eğer proletaryanın siyasi iktidarı ele geçirmesi ile kendini ortadan kaldırması arasındaki dönem, Marksizmin kurucuları ve klasikleri tarafından tasavvur edildiği gibi gerçek bir geçiş dönemi –yani ne özerk bir üretim tarzı ne de kendi adına örgütlenmiş bir siyasi sistem, aksine dönüştürücü süreçlerin bir bileşkesi: başka bir deyişle, eski toplumsal ilişkileri yok eden eylemlerin bir toplamı– olsaydı, süreklilikte bir kopuş söz konusu olmazdı. Bu dönem kendi diyalektiği içerisinde değil, kapitalizm ve komünizm arasındaki çatışmanın genel diyalektiğinin ayrılmaz bir parçası olarak görülmelidir. Bu dönem, içerisine yerleşilecek bir aşamayı değil, aşılması gereken bir geçidi temsil edecektir. Bu koşullar mevcutsa, sistemin ne kadar ‘baskıcı’ veya ‘otokrat’ olduğunu ölçmeye çalışmak, bunları demokrasi ve diktatörlük açısından analiz etmek boşuna olacaktır. Tıpkı iktidarın ele geçirilmesinde olduğu gibi, burada da şiddet sadece muhalefetin ne kadar sert olduğunun bir fonksiyonudur. ‘Proletarya diktatörlüğü’ kavramı biçime değil, içeriğe atıfta bulunur. Bu kavram basitçe, proletaryanın hükümeti ele geçirdikten sonra siyasi iktidarı açıkça ve dolaysız üstlenmesi anlamına gelir.
Dolayısıyla, konu ile ilgili soru işaretleri farklı türdendir. Bu sorular suni bir biçimde şu üç ana başlık altında toplanabilir:
- Proletarya partisinin burjuva devletinin kendi kurumlarını kullanarak burjuva devlet aygıtını ele geçirmesi mümkün müdür?
- Eğer mümkün ise, proletaryanın aynı kurumları muhafaza ederek toplumu dönüştürmesi mümkün müdür? Mümkün değilse, özellikle baskı araçları açısından ne tür özgül bir devlet bu görev için uygun olacaktır?
- Bu görev tamamlandığında, bu özgül devletin geleneksel Marksist teoriye uygun olarak sönümleneceğini –bir şekilde kendiliğinden yok olacağını– bize ne garanti edebilir?
İktidara Giden “Yasal” Yol
Proletaryanın mevcut kurumlara içeriden saldırıp saldıramayacağını sormak, genel seçimler yoluyla iktidara gelip gelemeyeceğini sormak anlamına gelir. Öncelikle, genel oy hakkının, kimi hayli yaygın düşüncelerin aksine, burjuva düzeninin doğal bir aracı olmaktan çok uzak olduğu hatırlanmalıdır. Burjuva sınıfının yanında getirdiği şey genel oy hakkı değildi; hatta bunun tam tersiydi, mülk sahibinin imtiyazıydı.3İngiliz burjuvazisinin öz-bilinçli öncüsünün 17. yüzyılda Düzleyiciler’in taleplerine verdiği tepki bunun tipik bir örneğidir. Cromwell’in generallerinden biri, “Hiçbir mülkü olmayan herhangi bir adamın sırf bu ülkede doğduğu için oy kullanma hakkına sahip olduğunu kabul edersek, mülk sahibi olmayan çoğunluğun er ya da geç Avam Kamarası’na seçilmesini ve ardından bu çoğunluğun tüm mülkiyeti eline almasını hiçbir şey engelleyemez.” diyordu. Mülk sahibi olmayan askerlerin bunca zamandır ne için savaştığını öğrenmek isteyen Rainborough’ya Ireton ve Cromwell, sıradan askerlerin ‘para kazanmak ve mülk edinmek amacıyla ticaret yapma özgürlüğü’ için savaştıkları ve bu şekilde siyasi haklara sahip olabilecekleri için, yanıtını verdiler. Bu şartlar altında, ‘özgürlüğe sahip olunabileceği ve mülkiyetin yok edilmeyeceği’ sonucuna vardılar. Bkz: E. P. Thompson, The Making of the English Working Class, Londra 1963, s. 23. Genel oy hakkı daha sonra, çok özgül tarihsel koşullar altında geldi.4Ancak Kautsky’nin (Terörizm ve Komünizm‘deki) genel oy hakkının proletaryanın mücadelesiyle burjuvazinin elinden koparıldığı iddiası, çoğunlukla tarihsel gerçekliğe uymamaktadır.
Fransa’da, paradoksal bir şekilde Louis Bonaparte tarafından “Halkoylamaları İmparatorluğu”nun bir aracı olarak ve (Marx’ın deyimiyle) ‘fahişe biçiminde’ kurulan –ya da İkinci Cumhuriyet’in yarattığı kısa dönem dikkate alınırsa yeniden kurulan– bu sistem, 1871 sonrasına kadar fiilen uygulanmadı.5Bkz. “The Civil War in France”, Şurada: Karl Marx, The First International and After, Londra 1974, s. 208. Almanya’da, 1866’da yürürlüğe girmesine rağmen, sosyalistlere karşı çıkarılan olağanüstü hal yasasının 1890’da yürürlükten kaldırılana kadar normal bir şekilde işlediği söylenemez. Genel oy hakkının gelişmiş kapitalist ülkelerin ortak özelliği haline gelmesi ise daha ziyade 20. yüzyılda; –İtalya (1912), İngiltere (1918), Belçika (1919)– yani bu ülkelerin işçi sınıflarının devrimci olmaktan çıktıkları için esasında artık devrimci bir sınıfın amaçlarına hizmet edemeyecekleri bir zamanda gerçekleşmiştir.6Öte yandan, unutmayalım ki o tarihlerde söz konusu olan, iki cinsiyetin de durumu göz önünde bulundurulduğunda, hala büyük ölçüde yarı-evrensel bir oy hakkıydı. Nitekim Britanya’da yirmi bir ila otuz yaş arasındaki kadınlar 1928 yılına kadar oy kullanamadı.
Bununla birlikte, 1870’ten 1919’a kadar geçen ve modern sosyalist düşüncenin hatlarını şekillendiren bu yarım yüzyılda, dönemin başında anarşistleri ve sonunda Lenin’i dışarıda bırakırsak, hiçbir devrimci teorisyen, demokratik özgürlükler açısından belirli koşulların sağlanmış olması kaydıyla, proletaryanın burjuva parlamentosu oyununu oynamayı peşinen reddetmesi gerektiğini öne sürmeye cesaret edememiştir. Dahası, –tartışmasız bir şekilde– bu oy oyunu sadece bir ajitasyon ve mobilizasyon aracı olarak değil, aynı zamanda siyasal iktidarı fethetmek için gerçek bir mücadele alanı olarak görülmüştür.
Elbette öğretinin bu kısmı Marx’ın kendisi tarafından geliştirilemezdi, zira Marx’ın yaşadığı dönemde genel oy hakkı hiçbir yerde mevcut değildi –ya da en azından bu oy hakkının ciddi bir şekilde sınanabileceği derecede elverişli bir siyasi bağlamda ya da yeterince uzun bir süredir mevcut değildi–. Ancak Marx, soyut düzeyde, bazı ülkelerde proletaryanın devlet aygıtını ‘yasal’ bir şekilde ele geçirme olasılığını reddetmemiştir. Daha Manifesto’da ‘demokrasinin fethi’ bir hedef olarak ortaya konmuştu. Bu son ifadenin muğlaklığı kimi zaman bu ifadeye karşı çıkmak isteyenler tarafından vurgulanmıştır. Ancak büyük olasılıkla Laura Lafargue’ın ‘demokrasiden yararlanarak kamu gücünü ele geçirmek’ şeklindeki çevirisi Engels’in denetiminden geçtiği gibi, Engels, 7 Ekim 1847 tarihli Deutsche Brusseler Zeitung‘da yayımlanan bir yazısında şöyle yazıyordu: “Tüm medeni ülkelerde demokrasinin zorunlu sonucu proletaryanın siyasal egemenliğidir ve proletaryanın siyasal egemenliği tüm komünist adımların ilk koşuludur.”7Friedrich Engels, “The Communists and Karl Heinzen, Second Article”, Şurada: Marx and Engels, Collected Works, Vol. 6, s. 299. Öyle anlaşılıyor ki, Marx ve Engels bu Belçika gazetesinde Karl Heinzen’e karşı yayımlanan yazıların nasıl sunulacağı konusunda fikir alışverişinde bulunmakla kalmamış, aynı zamanda Marx Manifesto‘yu (her hâlükârda Engels’in yardımıyla) yazarken bu yazılara tekrar başvurmuştur. Dahası, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri‘nin 1895 baskısına yazdığı girişte Engels, alıntılanan cümleye atıfta bulunarak açıkça şöyle yazar: “Komünist Manifesto, genel oy hakkını, yani demokrasinin kazanılmasını militan proletaryanın ilk ve en önemli görevlerinden biri olarak ilan etmiş bulunuyordu.”8Marx ve Engels, Selected Works, tek cilt, Londra 1970, s. 649–50. Engels burada, tek başına sorumlusu addedilebileceği ve 1890’lardaki sözümona ‘siyaseten değişimine’ atfedilebilecek kişisel bir görüşü ifade etmemektedir. Özünü çok iyi bildiği tarihsel bir belgeye atıfta bulunmaktadır. Dolayısıyla, entelektüel bir sahtekârlık söz konusu değilse, onun yorumu doğru olmalıdır. Ve yine aynı metinde, Marx’ın bizzat danışmanlık yaptığı Jules Guesde ve Paul Lafargue tarafından yazılan ve işçilerin oy hakkını ‘daha önceleri olduğu gibi bir aldatmaca aracından bir özgürleşme aracına’ dönüştürdüklerinin açıkça söylendiği Fransız İşçi Partisi programının içeriğine atıfta bulunmaktadır.
Marx’ın genel oy hakkına atfettiği önem, Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i‘nde 31 Mayıs 1850 tarihli seçim yasasını ele alan pasajlarından birinde de dolaylı olarak ortaya çıkmaktadır. İşveren onaylı üç yıllık ikamet koşulunu şart koşan bu yasa, genel seçim hakkını fiilen ortadan kaldırmıştı. O zaman Marx, bu yasanın proletaryayı ‘siyasal iktidardan hiçbir pay alamayacak şekilde’ dışladığını yazıyordu. (Sanki seçim hakkının kendisi iktidara katılımmış gibi.) “Proletaryayı asıl mücadele alanından menediyordu.” (Sanki parlamento mücadele alanlarından biri değil de asıl mücadele alanıymış gibi). “İşçileri Şubat devriminden önce bulundukları konuma geriletti: Bir kere daha toplumun dışına itildiler.” 9Bkz. “The Eighteenth Brumaire” Şurada: Karl Marx, Surveys from Exile, London 1973, s. 193–4.
Fransa’da Sınıf Mücadeleleri‘nde Marx daha açık sözlüdür: “Ancak [1848 tarihli] Anayasa’daki en kapsamlı çelişki, sosyal köleliğini daimi kılmayı amaçladığı sınıflara, yani proletarya, köylülük ve küçük burjuvaziye siyasal güç vermesidir. Ve ezeli sosyal iktidarını tasdik ettiği sınıf olan burjuvaziyi bu iktidarın siyasal güvencesinden yoksun bırakmaktadır.”10Surveys from Exile, s. 71. Ancak Marx’ın bu konudaki görüşlerini belki de en iyi yansıtan ve özetleyen, 24 Eylül 1878’de bir Daily News makalesine düştüğü nottur: “Amacımız işçi sınıfının özgürleşmesi ve bunun içerdiği sosyal altüst oluştur. Tarihsel bir gelişme ancak toplumsal iktidar sahiplerinin şiddetli muhalefetiyle karşılaşmadığı sürece ‘barışçıl’ kalabilir… Bununla birlikte, ‘barışçıl’ hareket, eski düzen yanlılarının isyan etmesi durumunda ‘şiddete’ yönelebilir; eğer bu kişiler güç kullanılarak yenilgiye uğratılırsa… yasal iktidara karşı isyancı konumuna düşeceklerdir.”11Karl Marx, Oeuvres, Paris 1963, Vol. 1, s. CLXV Dolayısıyla şiddet, kendi içinde bir amaç olmaktan çok uzak olup, bir tür meşru müdafaadır. Marx’ın gözünde bizzat Komün, 18 Mart 1871’de General Vinoy’un birliklerinin sabah saat 3’te Montmartre’ın tepesine yerleştirilmiş silahları, Ulusal Muhafızların özel mülkü olmalarına rağmen (ve bu gerekçelerle Prusyalılara teslim edilmekten muaf tutulmalarına rağmen) ele geçirmeye çalıştıkları tertibe –Marx buna darbe demekten çekinmez– karşı böyle bir meşru müdafaa örneğiydi. Marx tam da bu bağlamda şöyle yazmıştı: “İç savaşı o [Thiers] başlattı.” Marx’ın meseleyi ele alışı gelişigüzel değildi. Komün dönemi olaylarını anlatırken tekrar tekrar yasalcı bakış açısına geri döner. Bu nedenle, tek bir amaç çerçevesinde, yani barış konusunda karar vermek ve koşullarını belirlemek üzere düşman baskısı altında seçilen Versay Ulusal Meclisi’nin meşruiyetine şiddetle karşı çıkar. Marx’a göre, bu amaç yerine getirildikten sonra meclisin görevde kalması ‘canavarca bir gasp’tır. Paris’teki Komün’ün 1870 sonbaharında ‘yabancı istilasına karşı bir savunma önlemi’ olarak tasarlandığını belirtir ve “31 Ekim’de kendi kendini dayatan ‘Savunma Hükümeti’nin sadece hoşgörü sonucu var olduğunu anımsamak yerinde olur” diye ekler.12Marx ve Engels, On the Paris Commune, Moskova 1971, s. 190–95, 216–21 ve 145.
Bu dağınık yorumlardan hareketle, proletaryanın parlamenter burjuva demokrasisi çerçevesindeki taktiklerinin temel özellikleri ortaya çıkmaktadır; bu taktikler daha sonra derinleştirilmiş ve Engels tarafından şu ünlü sloganda kristalize edilmiştir: “Önce siz ateş edin, Mösyö Burjuvazi!” Bu, meşruiyet oyununu sonuna kadar oynamak ve kapitalist sınıfı kendi tuzağına çekmek anlamına geliyordu. “Kendilerine verdikleri isimle düzen partileri, kendi yarattıkları yasal koşullar altında yok oluyorlar… Ve eğer biz onları hoş tutmak için kendimizi sokak çatışmalarına sürükleyecek kadar deli değilsek, sonunda bu vahim yasallığı bozmaktan başka yapabilecekleri bir şey kalmayacaktır.”13Engels, “Der Sozialismus in Deutschland”, Die Neue Zeit, Ocak 1892, Artık şurada: Marx/Engels, Werke, Vol. 22, s. 251; ve “1895 Introduction”, şurada Marx ve Engels, Selected Works, s. 656. Engels’in Vorwärts‘ta bu metnin kısaltılmış bir şekilde yeniden üretilmesine ve Liebknecht tarafından yapılan ve kendisinin taraflı bulduğu bir sunuş biçimine itiraz ettiği malumdur. Ancak, bu metin bir bütün olarak ve her türlü filolojik tartışmanın ötesinde, proletaryanın burjuva kurumlarını kullanarak iktidara gelme olanaklarının sistematik bir analizidir.
Engels; Kautsky ve Lafargue’a “‘ne pahasına olursa olsun yasallığı’ savunmuyorum”, “bu taktikleri sadece bugünün Almanya’sı için vaaz ediyorum” hatta “Yarın Almanya’da uygulanamaz hale gelebilirler” diye yazar.14Bkz. sırasıyla Karl Kautsky’ye 1 Nisan 1895 ve Paul Lafargue’a 3 Nisan 1895 tarihli mektuplar, Marx ve Engels, Selected Correspondence, Moscow t.y. s. 568-9. Aslında, yaklaşık 8000 kelimelik bir metinde, söz konusu kısaltmalar neredeyse toplam 200 kelimedir. Kesilen pasajlardan biri, barikatların rolünün teknik bir analizinden sonra gelir ve 1848’den sonra bu rol büyük ölçüde azalsa da, muhtemelen başka biçimler alacak olsa da, sokak çatışmalarının gelecek için tümüyle engellenmediğine işaret eder. Diğerleri ise, burjuva partisinin kendi anayasasını çiğnemesi durumunda, şiddetin proletaryanın başvuracağı son çare olmaya devam edeceği gerçeğini okuyucuya hatırlatan kısa cümlelerdir. Dolayısıyla bu cümleler yalnızca konuya ilişkin geleneksel öğretiyi tekrar etmektedir. En hafifinden bu itirazların anlaşılmaz olduğunu söyleyebiliriz. Bir kere, Engels’in sadece Almanya özelinde konuştuğu doğru değildir. Yazdığı metin açıktır: “Komünist Manifesto genel oy hakkının kazanılmasını çoktan vaaz etmişti… ve Lassalle bu konuyu yeniden ele almıştı… işçilerimiz bu meseleyi hemen benimsemişlerdi… [bu] tüm ülkelerin işçileri için bir model oluşturdu… Her yerde, oy hakkından yararlanarak erişebildiğimiz tüm mevkileri kazanmaya yönelik Almanya modeli örnek alındı… Fransa’da … ayaklanmacı bir darbe için koşulların Almanya’dakinden çok daha elverişli olduğu Fransa’da bile, sosyalistler, önce halkın geniş kesimlerini kazanmadıkça, kalıcı bir zaferin kendileri için mümkün olamayacağını her geçen gün daha fazla kavrıyorlar.” Ancak asıl mesele bu değildir. Zira oy hakkının var olmadığı bir yerde kullanılamayacağı aşikardır. “Ne pahasına olursa olsun yasallık” ne anlama geliyor? Hiç kimse canı istediğinde ‘yasal’ olamaz. Öte yandan, genel seçim sonuçlarına karşı bir şiddet eylemi karşısında eli kolu bağlı durmanın yasallığı güçlendirmediği, aksine zayıflattığı da açıktır. Vorwärts tarafından yapılan çıkarmaların Engels’in metnini nasıl olup da olduğundan daha ‘yasalcı’ bir hale getirdiğini anlamak zor.15Engels, “1895 Introduction”, Marx ve Engels, şurada: Selected Works, s. 649-54. Engels daha sonra Fransa, İsviçre, İtalya, Danimarka ve “hatta” Bulgaristan ve Romanya’daki parlamenter kazanımlara atıfta bulunur. Ayrıca “1895 Introduction”, Engels’in belirli bir ülkeyle sınırlamadan “yasalcı” taktikleri savunduğu tek metin değildir. Paul Lafargue’a yazdığı 19 Mayıs 1892 ve 22 Kasım 1894 tarihli mektuplarında (sansürden korkma bahanesi dahi yokken), ilkinde Fransız seçimlerinden, ikincisinde Belçika seçimlerinden (bu ülkedeki sınırlı oy hakkına rağmen) ve beklenilmekte olan Avusturya seçim reformundan bahsederken aynı coşkulu terimleri kullanır.
Kautsky ve Lenin
Öte yandan Kautsky, bunun bir sınıf uzlaşısı teorisiyle hiçbir ilgisi olmadığını söylerken haklıdır. “Önce siz ateş edin, Mösyö Burjuvazi” demek, bizim karşılık vermeyeceğimiz anlamına gelmez. Kelimenin tam anlamıyla, aslında, tam tersi anlamına gelir. Kautsky’nin İktidara Giden Yol‘da ortaya koyduğu bakış açısında, o zamana kadar geleneksel Marksist görüşten en ufak bir sapma olmadığını fark etmemek mümkün değil. Bu görüşe ilk karşı çıkan argüman, yani kapitalist sınıfın bir seçim yenilgisinden sonra siyasal iktidarı teslim etmeyeceği argümanı ikna edici değildi. Eğer sokaklardaki nihai hesaplaşma kaçınılmazsa, harekete geçmek için seçim zaferinin ertesi gününden daha elverişli bir fırsat düşünülebilir mi; sayısal çoğunluğun ve halk iradesinin kayıtsız şartsız kutsallığını uzun süre yüceltmiş mağlup kapitalistler, birdenbire buna uymayı reddedip “ilk kurşunu sıktıklarında” Engels’e göre “devrim yapmak için en elverişli durum” budur.16Bkz. Paul Lafargue’a yazdığı 12 Kasım 1892 tarihli mektup, Marx/Engels, Werke, Vol. 38, s. 513-14. Kautsky barışçıl bir çözüm olasılığı konusunda hiçbir şekilde Marx ya da Engels’ten daha saf değildi. Nitekim şiddetli bir çatışmaya yönelik dileğini açıkça ortaya koymuştur. İktidara Giden Yol‘da, bu bağlamda Engels’in şu etkileyici pasajına başvurur: “Ve hiç şüphe yok ki, önce onlar ateş edecek. Güzel bir sabah, Alman burjuvazisi ve hükümetleri, sosyalizmin yükselen dalgasını elleri kolları bağlı izlemekten bıkacaklar.”17Engels, “Der Sozialismus in Deutschland”, a.g.e. Dolayısıyla mesele, yasallık uğruna yasallık değil, düşmanını yasal zemini terk etmeye zorlamak için yasal zeminde mücadele etmektir.
Bu görüşe tek bir argümanla karşı çıkılabilir: Burjuvazi ekonomik gücü elinde tuttuğu sürece, teknik olarak seçimler tamamen adil ve özgür olsa bile, hatta Kasım 1917’de Sovyetler Birliği’ndeki Kurucu Meclis seçimlerinde olduğu gibi, seçimleri düzenleyen hükümetin başında bizzat proletarya partisi olsa bile, sayısal çoğunluğu elde etmenin imkansız olacağıdır. Bu, Bolşeviklerin, 36.260.000 oydan sadece 9.020.000’ini ya da yüzde 25’ten biraz daha azını aldığı o seçimlerin olumsuz sonuçlarından sonra, Lenin’in tam olarak ve ilk kez formüle ettiği argümandır. Kautsky Bolşeviklere şöyle sormuştu: “Neden kapitalistleri mülksüzleştirmek için çoğunluğu elde etmeyi beklemiyorsunuz?” Lenin’in yanıtı, özünde kapitalistleri mülksüzleştirmezsek asla çoğunluğu elde edemeyiz, şeklindeydi. Bu, İkinci Enternasyonal’in standart öğretisinden, Birinci Enternasyonal’in baskın (Marksist) fraksiyonunun öğretisinden ya da Marx ve Engels’in bireysel görüşlerinden öğrenilenlere kıyasla tamamen yeni bir şeydi. Hatta bu seçimlerden sadece birkaç ay önce hala geleneksel “Önce siz ateş edin, Mösyö Burjuvazi” çizgisine sadık kalan Lenin’in kendisi için bile yeni olduğu söylenebilir: “İktidara ulaşmak için sınıf bilinçli işçiler çoğunluğu kendi taraflarına çekmelidir; halka karşı şiddet kullanılmadığı sürece iktidara giden başka bir yol yoktur. Biz Blankist değiliz, iktidarın bir azınlık tarafından ele geçirilmesinden yana değiliz.” Ve yine, “şimdilik, kapitalistler ve hükümetleri kitlelere karşı güç kullanmaya cüret etmedikleri ve edemedikleri ve asker ve işçi kitleleri iradelerini özgürce ifade ettikleri sürece… böyle bir anda, iç savaşa dair herhangi bir fikir safça, anlamsız ve abes olacaktır; böyle bir anda nüfusun çoğunluğunun iradesine uyulmalıdır… şiddete başvurulduğu takdirde, sorumluluk Geçici Hükümet ve destekçilerine ait olacaktır.”18Şurada: ‘The Dual Power’, Collected Works, Vol. 24, s. 40; ve ‘Resolution of the Central Committee of the RSDLP (Bolsheviks), 21 Nisan 1917’de kabul edilmiştir, a.g.e. s. 201. (İtalikler Lenin’in).
Bu durum elbette olayın özüne ilişkin iki görüşten birinin lehine peşin hüküm vermese de, bu mesele özelinde ortodoksinin ve geleneksel çizginin yanında duranın Kautsky, sola sapanın ise Lenin olduğu yadsınamaz bir gerçektir (bu kendi başına Lenin’in hatalı olduğu anlamına gelmez). İlginçtir ki, Lenin’in metni Bakunin’in elli yıl kadar önce yaptığı kendine özgü analizi yineliyor gibidir: “Genel oy hakkı; halkın, emekçi kitlelerin, tüm mülkiyeti ve sermayeyi elinde tutan bir azınlık tarafından ekonomik olarak boyunduruk altına alındığı bir toplumda uygulandığı sürece, siyasi düzlemde ne kadar bağımsız ya da özgür olursa olsun (daha doğrusu özgür görünürse görünsün), ancak nüfusun ihtiyaçlarına, isteklerine ve gerçek özlemlerine kesinlikle aykırı; hayali ve antidemokratik seçimler üretebilir… Genel oy hakkı karşı devrimdir.”19Mikhail Bakunin, “L’empire knoutogermanique et la révolution sociale”, Oeuvres’da, Paris 1871, s. 311-12. Lenin ise şöyle yazmaktadır: “Proletarya, nüfusun çoğunluğunu kendi tarafına çekmediği sürece zafere ulaşamaz. Ancak bu zaferi, burjuvazinin egemenliği altındaki bir seçimde oyların çoğunluğunu almakla sınırlamak ya da bunu bir koşul haline getirmek, kaba bir aptallıktır ya da işçileri aldatmaktır. Proletarya, halkın çoğunluğunu kendi tarafına çekmek için, ilk olarak burjuvaziyi devirmeli ve kamu gücünü ele geçirmelidir; ikinci olarak, Sovyet iktidarını tesis etmelidir. Üçüncüsü, burjuvazinin… proleter olmayan kitlelerin çoğunluğu üzerindeki nüfuzunu, onların ekonomik ihtiyaçlarını sömürenlerin aleyhine devrimci bir şekilde karşılayarak tamamen yok etmelidir.”20Bkz. “The Constituent Assembly Elections and the Dictatorship of the Proletariat” (Aralık 1919), şurada: Collected Works, Vol. 30, s. 265. Lenin’in Alman sosyal-demokrasisinin ‘oportünistlerine’ karşı saldırıya geçtiği ve bu tezi ortaya attığı metnin, proletarya partisinin hâlihazırda devletin başındayken uğradığı seçim yenilgisini yorumlayan bir metin olması önemlidir. Gerçekten de bu seçimlerin sonuçlarının tamamen beklenmedik olduğu ve teorik değişimlere neden olanın bu sonuçlar olduğu görülmektedir. Çünkü Lenin gibi bir adamın, seçimleri kazanacağına dair ciddi bir şüphesi olsaydı, önce seçimlerin yapılmasına izin verip ancak daha sonra sonuçlarını reddedeceğini ve Kurucu Meclis’in feshedilmesini buyuracağını iddia etmek zordur. Bunun yerine siyasal açıdan en az zararlı olan çözümü seçer ve iktidara gelmesinin hemen ardından seçimleri iptal eder ya da ertelerdi. 1924 yılında Üçüncü Enternasyonal’in Beşinci Kongresinde Zinovyev, ‘demokratik yolun’ aldatıcı karakterini göstermek için yine bu seçimlere atıfta bulundu.
Lenin’in “Kurucu Meclis Üzerine Tezler”inin beşincisinin 21 Kasım seçimlerindeki biçimsel bir kusurdan da, yani Sosyalist Devrimci Parti’nin bölünmeden önce hazırlanan birleşik listeler üzerinden bu seçimlere katılmış olmasından söz ettiği doğrudur. Bunun anlamı, sağ ve sol SR’lar arasındaki sandalye dağılımının, milletvekillerinin kendileri tarafından gerçekleştirildiği şekliyle, doğrudan köylülerin oylarıyla yapılacak olan dağılıma tekabül etmediğidir. Ancak, her şeyden önce, ayrı listelerle Sol SR’ların Bolşevik/Sol SR’lar koalisyonunun (Sağ SR’lar aleyhine) çoğunluğu elde etmesine yetecek sayıda oyu toplayabileceğini kabul etsek bile, bu durum sosyalist devrimin partisinin seçimlerde mağlup olduğu gerçeğini değiştirmeyecektir. Çünkü tam da Sol SRS’ların devrimin sosyalist karakterini kabul etmeyi kategorik olarak reddetmesi üzerine bu koalisyon dağıldı; Sol SR’lar hükümete katılmayı reddetti ve hatta Bolşevikleri anarşizmle suçladı (örneğin, Kasım 1917’deki Köylü Vekilleri Sovyetleri Olağanüstü Kongresi’nde), Bolşevikler ise Sol SR’ları “işçilere sadece küçük parmaklarını uzatırken Avksentyev’lere el uzatmakla” suçladı.21“Speech on the Agrarian Question”, a.g.e. s. 325. İkinci olarak, Lenin’in kendisi bu beşinci tezi yalnızca (“biçimsel açıdan bile”) tali bir neden olarak sunarken, asıl neden (“biçimsel ya da yasal değil, sosyo-ekonomik, sınıfsal bir kökene sahip”) seçimlerin yapıldığı sırada “halkın ezici çoğunluğunun Ekim Devrimi’nin tam kapsamını ve önemini henüz bilmemesiydi.”22“Theses on the Constituent Assembly”, şurada: Collected Works, Vol. 26, s. 379–80. Bu son cümle yeni Leninist öğretinin özünü ifade etmektedir: Önce toplumu dönüştür, sonra çoğunluğu elde et. Aynı zamanda, devrimi halkın çoğunluğuna değil, proletaryanın çoğunluğuna tabi kılan (bu öğreti, tesadüfen, daha sonra ulusal kendi kaderini tayin etme sorununda kullanılacaktır) ve proletarya diktatörlüğünün partinin, proletarya üzerindeki diktatörlüğüne dönüştüğü sınırı belirleyen ikincil bir öğreti daha ortaya çıkarmıştır.
Kautsky’nin Terörizm ve Komünizm‘de dikkat çeken karşı argümanı özellikle zayıftır. Şöyle yazıyor: “Kapitalistler basını kontrol ettikleri ve işçileri parayla satın aldıkları için en özgür ve en mükemmel gizli oylamalarda bile sosyalist çoğunluğun mümkün olmadığı söyleniyor… ama… bu, işçileri basit ve eğitimsiz korkaklar çetesi olarak görmek anlamına gelir; proleter mücadelenin başarısızlığını ilan etmek anlamına gelir.”23Karl Kautsky, Terrorism and Communism, Londra 1919. Kautsky burada biraz kelimelerle oynuyor. Hiç kimse kapitalistlerin doğrudan işçilerin oylarını satın aldığı için seçimlerin sahte olduğunu söylemedi. Herkes gibi işçilerin büyük çoğunluğu da oy verirken vicdanlarının sesini dinlemektedir. Ancak Kautsky’nin iyi bildiği tarihsel materyalizmin temel ilkelerine göre, bilinçleri varoluşları tarafından belirlenir. ‘Proleter mücadele’, kendi varoluş koşullarını çoktan aşmış ve yalnızca kahramanlardan ve üstinsanlardan oluşan bir proletaryanın varlığı anlamına gelmez.
Ancak Kautsky’nin argümanının zayıflığı Leninist tezi ne doğrulayabilir ne de geçersiz kılabilir. Onu doğrulayabilecek olan şey, ne olursa olsun, tarihsel deneyim olacaktır. Buna bakacak olursak, bugüne kadar açıkça (toplumsal üretim ilişkilerinde bir değişim çağrısı anlamında) devrimci bir programa sahip hiçbir işçi partisinin kapitalist bir ülkede genel seçimleri kazanmadığını kabul etmeliyiz. Sanki böyle bir program için seçmenlerin yüzde 25’i gibi mutlak bir üst sınır varmış gibi bir durum söz konusudur. Buna karşın, kapitalist üretim tarzı içinde bir reform programı sunan bir sol parti bu sınırı kolayca aşabilir ve bazı durumlarda salt çoğunluğa da ulaşabilir. 1936’daki Fransız Halk Cephesi, günümüzdeki Fransız Sol Birliği ve İtalya Komünist Partisi buna örnek olarak gösterilebilir. Allende’nin Şili’sinin üç ayrı kriter açısından bir sınır vakası olduğu söylenebilir:
- Ülkenin ekonomik gelişimi, ki bu oldukça ileri düzeydeydi, ancak büyük sanayi ülkelerinin gerisindeydi.
- Unidad Popular’ın programı, ki bu oldukça ileri düzeydeydi, ancak kapitalist bir sistemin yok olmadan sindirebileceği sınırlar içinde kalıyordu.
- Art arda gelen ve sürekli olarak mutlak çoğunluğa yaklaşan, ancak yine de mutlak çoğunluğun gerisinde kalan seçim sonuçları.24Makalenin devamı “Geçiş Döneminde Devlet: İşçilerin İktidarı Mümkün mü?” adıyla yayımlanacaktır. (Ed.)
Notlar
(1) Bu makale, Eylül 1977’de Cavtat, Yugoslavya’da düzenlenen “Batı Avrupa’da Demokrasi ve Sosyalizm” konulu konferansa sunulan bir metne dayanmaktadır.
(2) Devrimci burjuvazi iki cephede birden savaşamaz. Ya köylüleri birlikte mülklerinden etmek için feodal beylerle uzlaşmak (İngiliz örneği) ya da feodal ayrıcalıkları ortadan kaldırmak için köylülere bel bağlamak (Fransız örneği) zorundadır. Ya toprak ağasının ‘derebeyliği’ ya da köylünün toprak sahipliği Roma hukuku tipi özel mülkiyete dönüştürülmelidir. İlk durumda, ‘devrim’ siyasi düzeyde nispeten barışçıldır ve ne kadar paradoksal görünse de, tam da bu durum nedeniyle ekonomik düzeyde bir bütünlük arz eder. Bu haliyle üretici güçlerin ileriye doğru bir sıçrama yapmasına olanak tanır. İkinci durumda, siyasi devrim radikaldir, ancak üretim ilişkileri alanında, kapitalizm öncesi küçük ölçekli tarımın bir fren ve geleceğin yükü haline geldiği melez bir sistem kurar.
(3) İngiliz burjuvazisinin öz-bilinçli öncüsünün 17. yüzyılda Düzleyiciler’in taleplerine verdiği tepki bunun tipik bir örneğidir. Cromwell’in generallerinden biri, “Hiçbir mülkü olmayan herhangi bir adamın sırf bu ülkede doğduğu için oy kullanma hakkına sahip olduğunu kabul edersek, mülk sahibi olmayan çoğunluğun er ya da geç Avam Kamarası’na seçilmesini ve ardından bu çoğunluğun tüm mülkiyeti eline almasını hiçbir şey engelleyemez.” diyordu. Mülk sahibi olmayan askerlerin bunca zamandır ne için savaştığını öğrenmek isteyen Rainborough’ya Ireton ve Cromwell, sıradan askerlerin ‘para kazanmak ve mülk edinmek amacıyla ticaret yapma özgürlüğü’ için savaştıkları ve bu şekilde siyasi haklara sahip olabilecekleri için, yanıtını verdiler. Bu şartlar altında, ‘özgürlüğe sahip olunabileceği ve mülkiyetin yok edilmeyeceği’ sonucuna vardılar. Bkz: E. P. Thompson, The Making of the English Working Class, Londra 1963, s. 23.
(4) Ancak Kautsky’nin (Terörizm ve Komünizm’deki) genel oy hakkının proletaryanın mücadelesiyle burjuvazinin elinden koparıldığı iddiası, çoğunlukla tarihsel gerçekliğe uymamaktadır.
(5) Bkz. “The Civil War in France”, Şurada: Karl Marx, The First International and After, Londra 1974, s. 208.
(6) Öte yandan, unutmayalım ki o tarihlerde söz konusu olan, iki cinsiyetin de durumu göz önünde bulundurulduğunda, hala büyük ölçüde yarı-evrensel bir oy hakkıydı. Nitekim Britanya’da yirmi bir ila otuz yaş arasındaki kadınlar 1928 yılına kadar oy kullanamadı.
(7) Friedrich Engels, “The Communists and Karl Heinzen, Second Article”, Şurada: Marx ve Engels, Collected Works, Vol. 6, s. 299.
(8) Marx ve Engels, Selected Works, tek cilt, Londra 1970, s. 649–50.
(9) Bkz. “The Eighteenth Brumaire” Şurada: Karl Marx, Surveys from Exile, London 1973, s. 193–4.
(10) Surveys from Exile, s. 71.
(11) Karl Marx, Oeuvres, Paris 1963, Vol. 1, s. CLXV
(12) Marx ve Engels, On the Paris Commune, Moskova 1971, s. 190–95, 216–21 ve 145.
(13) Engels, “Der Sozialismus in Deutschland”, Die Neue Zeit, Ocak 1892, Artık şurada: Marx/Engels, Werke, Vol. 22, s. 251; ve “1895 Introduction”, şurada Marx ve Engels, Selected Works, s. 656.
(14) Bkz. sırasıyla Karl Kautsky’ye 1 Nisan 1895 ve Paul Lafargue’a 3 Nisan 1895 tarihli mektuplar, Marx ve Engels, Selected Correspondence, Moscow t.y. s. 568-9. Aslında, yaklaşık 8000 kelimelik bir metinde, söz konusu kısaltmalar neredeyse toplam 200 kelimedir. Kesilen pasajlardan biri, barikatların rolünün teknik bir analizinden sonra gelir ve 1848’den sonra bu rol büyük ölçüde azalsa da, muhtemelen başka biçimler alacak olsa da, sokak çatışmalarının gelecek için tümüyle engellenmediğine işaret eder. Diğerleri ise, burjuva partisinin kendi anayasasını çiğnemesi durumunda, şiddetin proletaryanın başvuracağı son çare olmaya devam edeceği gerçeğini okuyucuya hatırlatan kısa cümlelerdir. Dolayısıyla bu cümleler yalnızca konuya ilişkin geleneksel öğretiyi tekrar etmektedir.
(15) Engels, “1895 Introduction”, Marx ve Engels, şurada: Selected Works, s. 649-54. Engels daha sonra Fransa, İsviçre, İtalya, Danimarka ve “hatta” Bulgaristan ve Romanya’daki parlamenter kazanımlara atıfta bulunur. Ayrıca “1895 Introduction”, Engels’in belirli bir ülkeyle sınırlamadan “yasalcı” taktikleri savunduğu tek metin değildir. Paul Lafargue’a yazdığı 19 Mayıs 1892 ve 22 Kasım 1894 tarihli mektuplarında (sansürden korkma bahanesi dahi yokken), ilkinde Fransız seçimlerinden, ikincisinde Belçika seçimlerinden (bu ülkedeki sınırlı oy hakkına rağmen) ve beklenilmekte olan Avusturya seçim reformundan bahsederken aynı coşkulu terimleri kullanır.
(16) Bkz. Paul Lafargue’a yazdığı 12 Kasım 1892 tarihli mektup, Marx/Engels, Werke, Vol. 38, s. 513-14.
(17) Engels, “Der Sozialismus in Deutschland”, a.g.e.
(18) Şurada: ‘The Dual Power’, Collected Works, Vol. 24, s. 40; ve ‘Resolution of the Central Committee of the RSDLP (Bolsheviks), 21 Nisan 1917’de kabul edilmiştir, a.g.e. s. 201. (İtalikler Lenin’in).
(19) Mikhail Bakunin, “L’empire knoutogermanique et la révolution sociale”, Oeuvres’da, Paris 1871, s. 311-12.
(20) Bkz. “The Constituent Assembly Elections and the Dictatorship of the Proletariat” (Aralık 1919), şurada: Collected Works, Vol. 30, s. 265. Lenin’in Alman sosyal-demokrasisinin ‘oportünistlerine’ karşı saldırıya geçtiği ve bu tezi ortaya attığı metnin, proletarya partisinin hâlihazırda devletin başındayken uğradığı seçim yenilgisini yorumlayan bir metin olması önemlidir. Gerçekten de bu seçimlerin sonuçlarının tamamen beklenmedik olduğu ve teorik değişimlere neden olanın bu sonuçlar olduğu görülmektedir. Çünkü Lenin gibi bir adamın, seçimleri kazanacağına dair ciddi bir şüphesi olsaydı, önce seçimlerin yapılmasına izin verip ancak daha sonra sonuçlarını reddedeceğini ve Kurucu Meclis’in feshedilmesini buyuracağını iddia etmek zordur. Bunun yerine siyasal açıdan en az zararlı olan çözümü seçer ve iktidara gelmesinin hemen ardından seçimleri iptal eder ya da ertelerdi. 1924 yılında Üçüncü Enternasyonal’in Beşinci Kongresinde Zinovyev, ‘demokratik yolun’ aldatıcı karakterini göstermek için yine bu seçimlere atıfta bulundu.
(21) “Speech on the Agrarian Question”, a.g.e. s. 325.
(22) “Theses on the Constituent Assembly”, şurada: Collected Works, Vol. 26, s. 379–80.
(23) Karl Kautsky, Terrorism and Communism, Londra 1919.
(24) Makalenin devamı “Geçiş Döneminde Devlet: İşçilerin İktidarı Mümkün mü?” adıyla yayımlanacaktır. (Ed.)
* Başlık ve ara başlıklar Türkçe baskı için düzenlenmiştir. (Ed.)
Orijinal Başlık: The State and the Transition to Socialism
Yazar: Arghiri Emmanuel
Türkçeye Çeviren: Uğur Şen
Editör: Bekir Demir
Redaksiyon: Hatice Demir