Sicim teorisi gibi baş döndürücü bir fikrin gerçeklikten kopuk olduğunun kabul edilmesi için daha ne kadar beklemek gerek?
Anahtar Çıkarımlar
- Karşıt kanıtlar ışığında bir düşünceyi ne denli savunmalıyız?
- Bir düşüncenin ne zaman terk edileceğine ve yanlış olduğuna karar verecek olan kişi kimdir?
- Bilimin içinde Antik Yunan’dan gelen, gerçekliğin nasıl olması ya da olmaması gerektiğine dair bazı önyargılar da dahil olmak üzere, çeşitli fikirler mevcuttur.
Batı penceresinden bakıldığında, her şey MÖ. 600’lerde Antik Yunan’da başladı. Bu, Alman filozof Karl Jaspers tarafından dünyanın farklı yerlerinde yaklaşık bir yüzyıl içinde meydana gelen dikkate değer entelektüel ve ruhani uyanışı tanımlamak için ortaya atılan ve biraz tartışmalı bir terim olan Eksenel Çağ’dır. Yunan düşünce patlamasının yanı sıra, bu dönem Hindistan’da Gautama Siddhartha’nın (Buda olarak da bilinir), Çin’de Konfüçyüs ve Lao Tzu’nun, eski İran’da Zoroaster’in (ya da Zerdüşt), yani inanç ve ahlakın anlamını yeniden şekillendirecek dini liderler ve düşünürler dönemidir. Yunanistan’da Miletli Thales ve Samoslu Pythagoras, Sokrates öncesi felsefeye öncülük ederek araştırma ve açıklamanın odağını (bir nevi) kutsal olandan doğal olana doğru kaydırmışlardır.
Elbette, “kutsal olan” erken Yunan düşüncesini hiçbir zaman tam olarak terk etmedi ama felsefenin başlamasıyla doğanın işleyişini (doğaüstü akıl yürütmenin aksine mantıksal akıl yürütme yoluyla) anlamaya çalışmak daha önce var olmayan bir seçenek haline gelecekti. Bilimin tarihinin, ilk günlerinden günümüze kadar gerçekliğin doğaüstü bir bileşenine olan inanç ile katı materyalist bir kozmos arasında giderek daha başarılı bir ayrışma oluğu söylenebilir. 17. ve 18. yüzyılların Aydınlanma Çağı, Akıl Çağı, kelimenin tam anlamıyla ‘aydınlanmak’1“to see the light”, “ışığı görmek”. (Çev.) anlamına gelir. Burada kavranan şey, insan mantığının, şeylerin “hakikatine” ulaşmak için her türlü doğaüstü ya da bilimsel olmayan yöntemden daha üstün olduğudur.
Einstein, doğanın son derece akılcı olduğuna inanan biriydi; zar atan bir tanrı gibi garip açıklanamaz şeyler olmadığını savunuyordu ve kuantum dünyasının öngörülemezliğinin sadece mevcut anlayışımızın bir eksikliği değil doğanın gerçekten temel bir özelliği olduğuna dair inancı alaycı bir dille eleştiriyordu.
Doğanın işleyişini salt mantık yoluyla ne ölçüde anlayabileceğimiz bilimin yanıtlayabileceği bir soru değildir. İşte karmaşa da burada başlıyor. İnsan aklı, bilimsel yöntemlerin özenli bir şekilde uygulanması ve her zamankinden daha güçlü araçların kullanılması yoluyla, doğal dünyanın tam bir kavrayışına ulaşabilir mi? “Bilimin bir sonu” var mıdır? İşte en hassas konu bu. Sokrates öncesi Antik Yunan’da başlayan [gerçekliğin doğaüstü bir bileşenine olan inanç ile katı materyalist bir kozmos arasındaki] bölünme tamamlanacak olursa, doğa bütünüyle mantıksal bir tanıma uygun hale gelmiş olacak, bilimin incelediği davranışlar bütünü tanımlanmış, sınıflandırılmış ve değişmez doğa yasaları aracılığıyla betimlenmiş olacaktır. Bilim insanları ve mühendislerin yapması gereken tek şey bu bilginin pratik uygulamalarını yapmak, ihtiyaçlarımıza farklı şekillerde hizmet edecek icatlar ve teknolojiler geliştirmek olacaktır.
Bu tür bir görüş ya da umut, en azından Platon’a kadar uzanır ve o da bu beklentisinin çoğunu Pythagoras’a ve Varlık filozofu Parmenides’e borçludur. Zamansız ya da değişmez olan (Varlık) ile değişken ve akışkan olanın (Oluş) üstünlüğü arasındaki tartışma köken olarak en az bu kadar eskidir. Platon, hakikatin, duyuların aldatıcı ve yanıltıcı gerçekliğinden önce gelen Mükemmel Formların değişmez, rasyonel dünyasında olduğunu öne sürmüştür. Örneğin, Sandalye soyut formu tüm sandalyeleri, işlevselliklerine (oturulacak bir nesne) ve temel tasarımlarına (oturulabilir bir yüzeye ve altında bazı ayaklara sahip) hizmet ederken duyusal gerçekliğimizde birçok şekil alabilen nesneleri somutlaştırır. Platon’a göre biçimler her şeyin özünün anahtarını elinde bulundurur.
Bilim insanları ve matematikçiler Platoncu dünya görüşü terimini kullandıklarında, genel olarak kastettikleri, aklın, yaratılışın sırlarını teker teker çözmeye yönelik sınırsız kapasitesidir. Einstein, doğanın son derece akılcı olduğuna inanan biriydi; zar atan bir tanrı gibi garip açıklanamaz şeyler olmadığını savunuyordu ve kuantum dünyasının öngörülemezliğinin sadece mevcut anlayışımızın bir eksikliği değil doğanın gerçekten temel bir özelliği olduğuna dair inancı alaycı bir dille eleştiriyordu. Einstein, böyle bir temel düzene olan güçlü inancına karşın, insan bilgisinin kusurlu olduğunun farkındaydı: “Doğada gördüğüm şey, sadece çok kusurlu bir şekilde kavrayabildiğimiz ve düşünen bir insanı tevazu duygusuyla doldurması gereken muhteşem bir yapıdır.”2Dukas and Hoffmann, Albert Einstein, The Human Side: Glimpses from His Archives (1979).
Einstein, birbiriyle çatışan bu iki dünya görüşü arasındaki gerilimin simgesidir ve bu gerilim bugün hâlâ bizimledir. Bu ikilikte bir yanda gerçekliğin temel ögelerinin insan aklı için mantıklı ve anlaşılabilir olduğuna dair Platoncu düşünce varken, diğer yanda aklımızın ve araçlarımızın sınırlılıkları, dolayısıyla maddi dünyanın bir tür nihai ya da noksansız kavrayışına ulaşmanın imkânsız, yarı-dinsel bir hayalden başka bir şey olmadığı yönündeki anlayış bulunur.
Bu tür bir gerilim bugün, evrenimizin çok sayıda başka evrenden biri olduğunu söyleyen bir fikir olan çoklu evrenin varlığını ya da fizik yasalarının kesin birleşmesini tutkuyla savunan ya da buna karşı çıkan bilim insanı topluluklarını gördüğümüzde açıkça hissedilmektedir.
Bilimsel tartışmalarda son karar verici merci elbette her zaman doğadır. Veriler şöyle ya da böyle sonuçlar sunar. Bilimin temelindeki güzellik ve güç budur. Zor olan ise bir fikri ne zaman bırakacağımızı bilmektir. Ne kadar baştan çıkarıcı olursa olsun, bir fikrin gerçekçi olmadığı anlaşılana kadar ne kadar beklemek gerek? Tartışmanın ilginçleştiği nokta burasıdır. Çoklu evren ya da birleşme modelleri için gereken ekstra doğa simetrileri gibi daha “aykırı” fikirleri destekleyecek veriler, farklı araç ve tekniklerle yapılan kapsamlı araştırmalara karşın onlarca yıldır ortaya çıkmıyor. Diğer yandan, sadece aradığımızda buluyoruz. Peki, bu fikirleri savunmaya devam etmeli miyiz? Buna kim karar vermeli? Bunun için bir topluluk kararı mı yoksa herkes kendi düşünce tarzının peşinden gitmeli diye bir ayrım mı olmalı?
2019 yılında World Science Festival’de (Dünya Bilim Festivali) fizikçiler Michael Dine ve Andrew Strominger ile fizikçi Brian Greene’in sunuculuğunu yaptığı heyecan verici bir tartışmaya katıldım. Konu, madde parçacıklarının nasıl etkileşime girdiğine dair kesin bir teori için en iyi adayımız olan sicim teorisiydi. 1986’da doktoramı tamamladığımda sicim teorisi tek yoldu. Hem de tek yol. Ancak 2019 yılına gelindiğinde, destekleyici veri eksikliği nedeniyle işler değişti, hem de oldukça ciddi bir şekilde. Beni şaşırtacak şekilde hem Mike hem de Andy geçmişteki kesinliğin artık olmadığı gerçeğine oldukça açıktı. Sicim teorisi fizikçilere pek çok şey öğretti ve belki de bu teorinin faydası buydu. Platoncu bakış açısı tehlikedeydi.
Her ne kadar sicim teorisi için destekleyici kanıtlar gösteremeyen her deneyle birlikte bu rüyayı haklı çıkarmak daha da zorlaşsa bile tartışmalar halen canlılığını koruyor. Ünlü fizikçi Max Planck’ın bir keresinde (mealen) “Fikirler ölmez, fizikçiler ölür” dediği gibi bu bir nesil meselesi mi olacak? Umarım olmaz. World Science Festival’de olduğu gibi daha açık bir şekilde yapılması gereken bir tartışma bu. Hayaller zor ölür. Öte yandan, gerçekliğe dair kavrayışımızın sınırlı olduğunu ve neyin gerçek olup neyin olmaması gerektiğine dair beklentilerimize her zaman uymadığını kabul ettiğimizde biraz daha kolay ölmeye başlayabilirler.
Notlar
(1) “to see the light”, “ışığı görmek”. (Çev.)
(2) Dukas and Hoffmann, Albert Einstein, The Human Side: Glimpses from His Archives (1979).
Orijinal Başlık: When does an idea die? Plato and string theory clash with data
Yazar: Marcelo Gleiser
Türkçeye Çeviren: Özlem Kırtay
Editör: Bekir Demir