Demo v1.0

21 Kasım 2024, Perşembe

Beta v1.0

Çürümeden Umuda Bir Yol Var mı?

Ağırlıkla biyoloji ve fizyolojinin hatta adli tıbbın konusu olan çürüme mevzusu, içinde yaşadığımız zamanlarda bizi fena halde ilgilendiriyor. Zira çürümeye başlayan her bünye yok olmaya mahkûmdur.

Başlıklar

Çürüme, biyolojik bir olaydır ve genelde canlı nesnelerin ölümünden sonraki aşamada başlar. Çok hücreli canlıların ölümünün ardından bünyede var olan bakterilerin salgıladıkları enzimlerin etkisiyle dokuların gazlar, sıvılar ve tuzlara dönüşmesi sürecidir. Bunun yanı sıra organik canlılar, canlılığın yanında, birbirine sıkı sıkıya temas ederken, temas eden noktadan başlayarak çürürler aynı zamanda. Misal elmanın bir noktası berelenmişse, orası ya durduğu yere ya da bir başka elmaya temas ederse çürüme başlar. Bu meyanda çürümeyi başlatan ilk şey berelenme ya da yaralanmadır. Yaralandığı yerden çürümeye başlayan organik madde, geri dönüşsüz bir şekilde yok oluşa doğru hızla ilerlemeye başlar. Ancak her organik madde çürürken mutlaka etrafa koku saçar. Çürüyen nesnenin ya da unsurun bünyede barındırdığı hücrenin sayısı, niteliği ve daha pek çok başka özellik çürümeden dolayı ortaya çıkan kokunun yoğunluğunu ve derinliğini belirler. Misal elmanın çürümesinden dolayı ortaya çıkan kokuyla, bir cesedin, bir yumurtanın çürümesinden dolayı ortaya çıkan kokunun yoğunluğu aynı değildir. Bir ceset kokarsa, etrafına bıraktığı kokuya katlanmak çok zordur.

Çürümenin sonucunda ortaya çıkan kokuşma kuşkusuz ölümün ardından başlar. Kokuşmanın nedeni biyolojik olarak şu şekilde tanımlanır: “Ayrışma ölüm anında başlar, iki faktör buna neden olur: otoliz; vücudun kendi iç kimyasal reaksiyonları ve enzimleri tarafından dokuların ayrıştırılması ve kokuşma; dokuların bakteriler tarafından ayrıştırılması. Bu ayrıştırmalar sonucunda kokular meydana gelir.”1https://www.ttb.org.tr/eweb/adli/3.html (Erişim tarihi: 02/10/2024) Ağırlıkla biyoloji ve fizyolojinin hatta adli tıbbın konusu olan çürüme mevzusu, içinde yaşadığımız zamanlarda bizi fena halde ilgilendiriyor. Zira çürümeye başlayan her bünye yok olmaya mahkûmdur. Çürümeden dolayı ortaya çıkan kokuşma süreci ise ayrışmayla başlar. Bu kuşkusuz toplumlar için de geçerlidir. Bugün içinde yaşadığımız Türkiye toplumu ve belki de tüm dünya toplumları içten içe çürüyor ve her gün karşımıza çıkan akıl almaz olaylar çürüyen bünyenin kokuşmaya başladığının işaretleri.

Çürümeden dolayı ortaya çıkan kokuşma, biyolojik bir mesele olduğu kadar kokuşmaya yol açan ayrışma bir metafor olarak toplumun konusu olduğu anda kokuşmaya yol açanlardan daha çok buna maruz kalanları ilgilendirir. Çünkü kokuşmaya muhatap olmak, kokuşmanın bir parçası olmadan mümkün olmaz. Toplumsal açıdan baktığımız zaman, hem kokuşmaya maruz kalırsınız, hem de kokuşmanın bir parçası haline gelirsiniz. Kokuşmadan rahatsız olmak bir süre sonra kokuşmaya bigâne kalmayı, kokuşmayı içselleştirmeyi hatta kokuşmayı bir anlamda bir konfor alanına dönüştürmeyi mecbur kılar. Yoksa kokuşmadan neşet eden kesif kokunun içinde yaşamak mümkün değildir. Düşünsenize lağım işinde çalışan bir kişi, bu işe ilk başladığında hissettiği yoğunlukta o kokuyu hissetmeye devam edebilir mi? Bu kokuyu aynı yoğunlukta hissetmeye devam ederse o işi yapmayı sürdürebilir mi? Havasız ve kesif kötü kokuların ortamı kapladığı bir mekânda o kokulara alışmadan kalmanız mümkün olabilir mi? Ortamda uzun süre kalan ve o kokulara alışmış birisi ile yeni giren birisinin hissettiği kokunun yoğunluğu aynı olabilir mi? Verilebilecek örnekleri sonsuzca uzatmak mümkün.

Cioran’ın da işaret ettiği gibi “Hayat yasalarının başında çürüme gelir: Kendi kalıntılarımıza, cansız nesnelerin kendi kalıntılarına olduklarından daha yakınızdır; onlardan önce pes ederiz ve yok edilmez gibi görünen yıldızların bakışları altında kaderimize doğru koşarız.”2Cioran, Emile Michael (2013), Çürümenin Kitabı, Çev. Haldun Bayrı, İstanbul: Metis Yayınları. Cioran çürüme konusunu tüm insanlığa hatta bizatihi yaşamın kendisine teşmil eder. Öyle ki, “tarihin tamamı kokuşarak çözülme halindedir; çıkardığı kokular geleceğe doğru buram buram yayılır” der. Bu kokuşarak çözülme halini genel anlamda bir entropi yasası olarak okumak mümkünse de, içinde yaşadığımız toplumun düştüğü hem maddi hem de normatif sefaleti tanımlarken, bunu bir mutlak hakikat olarak kabullenemiyor insan. Zira çürümeyi ve kokuşmayı mutlak bir hakikat olarak kabullenmek, var olanı içselleştirmeyi de beraberinde getiriyor. İçselleştirdiğiniz anda, hem dünyadan hem de tüm insanlıktan umudu kesmek gerekiyor. Ne var ki insan umut etmeden de yaşayamıyor. Umut etmek için mutlak bir iyimser mi olmak gerekiyor peki? Ya da bu kadar çürüme ve kokuşmuşluk içinde umudu tümüyle bir yana bırakıp pasif bir nihilizme mi saplanmalıyız? Sürekli bir çocuğun en güvenilir yerinin aile olduğu vaaz edilirken, neden öldürüldüğü maharetle gizlenen sekiz yaşındaki bir kız çocuğunu boğazlayan bir ailenin cürmü koskoca bir köy tarafından saklanmaya çalışılıyor. Koca bir ülke aylarca bu cürmü öğrenmeye çalışırken devletin bakanı, savcısı, polisi ağız birliği ederek bu cürmü gizlemeye gayret ediyor. Susanlar susmaya devam ediyor, konuşanlar ya da çığlık atanların sesleri içlerinde patlıyor. Neredeyse tüm dünyanın gözünün önünde bir devletin koltuk düşkünü lideri bir halkı topyekûn boğazlarken, iyimserliğin ve umudun yeri var mı peki hayatlarımızda? Yine bu konuyla ilgili konuşanların bir kısmı, sadece hamasetle kendi meşruiyeti müphem varlığını meşrulaştırmaya çalışırken, diğer kısmının sesi neredeyse boş odalarda yankılanıyor. Sesi gür çıkan katliam savunucuları ise, kendi bencil varlığı için ölümü kutsuyor.

İçinde var olmak için debelendiğimiz toplumlar o kadar birbirinden tel tel ayrışmış durumda ki, neredeyse kimse kimsenin derdiyle dertlenmiyor. Tam da çürümenin sonunda gelen kokuşmaya yol açan ayrışmada olduğu gibi insanlık birbirinden ayrıştığı için kokuşuyor. Neredeyse herkes birbirine o kadar yakın ama bir o kadar da uzak ve kayıtsız kaldığı için ayrışmadan dolayı ortaya çıkan kokulara ya burunlarını tıkayarak ya da o kokuları kanıksayarak yaşıyorlar. Günümüzün neoliberal toplumlarını bu ayrışmadan kaynaklanan kokuşmaya dayanıklı hale getiren en önemli “meziyet” ise acı korkusudur artık.  Çağımızın konformist bireyinin acı toleransı da hızla düşüyor. Byung Chul Han’a göre algofobi yani acı korkusu, bir anlamda sürekli-anesteziye yol açıyor. Acı yaratacak her durumdan itinayla kaçan günümüz bireyi, etrafında olup biten acı dolu olayları ya görmezden gelerek, ya duyup anlık ve çözüme katkı sunmayacağından emin, ama iç rahatlatması garanti olan tepkiler vererek uzaklaşıyor. Artık günümüzde aşk acılarına bile şüpheyle bakılmaya başlanmıştır. İnsanlar, belki de olası bir ayrılık sonrasında ortaya çıkması mutlak olan acısına katlanmayı göze alamadığı için ya aşka düşmekten kaçınıyor ya da gel geç ilişkilerle aşkı sürekli erteliyor artık.

Algofobi kuşkusuz toplumsal alana da uzanır. “Acı verici tartışmalara yol açabilecek çatışma ve fikir ayrılıklarına ve çatışmalarına giderek daha az yer veriliyor. Algofobi siyasete de yansır. Uyum ve uyuşma baskısı artar. Siyaset palyatif bir alana yerleşerek her türlü canlılığını yitirir.” Siyasetteki çatışmaların ateşi, “toplumu kutuplaştırmaktan kaçınmak” adı altında sade suya tirit uzlaşma/yumuşama/normalleşme söylemleriyle söndürülür. Sönen bu ateşin küllerinin altında yine toplumun dezavantajlı ve yoksul yurttaşları kalır. Bu meyanda “alternatifsizlik” siyasi bir ağrı kesicidir artık. Muğlak “orta yol” palyatif bir etki gösterir. Tartışmanın ve daha iyi savlar uğruna mücadelenin yerini sisteme uyma baskısı alır. Demokrasi-sonrası bir toplum yapısı giderek daha çok yaygınlaşmaktadır. Bu bir nevi palyatif demokrasidir aslında. Var olan hiçbir soruna çözüm üretmeyen, bütün sorunları pansuman yöntemiyle öteleyen, bir zamanların sol hareketleri içinde kötülenen “revizyona” dahi yol açmayan bir orta yol siyasetinin giderek daha çok geçer akçe hale geldiği bir açmaza hapseder palyatif siyaset tüm yurttaşları. “Palyatif siyasetin acıya cesareti yoktur. Böylece her şey eskisi gibi devam eder.”3Chul Han, Byung (2022), Palyatif Toplum, Günümüzde Acı, Çev. Haluk Barışcan, İstanbul: Metis Yayınları, s. 13. Yenilik diye kendini sunan siyasi aktörler, eskinin tuhaf bir karikatürü olmanın ötesine geçemez. Zira önerdiği hiçbir şeyin keskin bir değişime yol açma potansiyeli yoktur. Oysa değişim acısız gerçekleşmez.

Peki, bu denli kokuşmaya meyyal, bu denli birbirinden kopuşmuş, bu denli birbirinin varlığına kayıtsız yaşayan bireylerden mürekkep bir toplumda umut etmek hala mümkün mü? Umut kelimesi ummaktan geliyor. Kuşkusuz ummak da iyimser olmayı gerektiriyor. Bir yanda birileri her geçen saniye milyonlarına milyonlar ekleyip başkaları da yiyecek bir lokma ekmeğe muhtaç şekilde hayatta kalmaya çabalıyorken iyimser olmak mümkün mü? Yine birileri sudan sebeplerle yıllardır hapislerde tutulup, başkaları apaçık suçları bile üstü örtülerek suçsuz ilan edilerek özgür bırakılırken kötümser olmaya lüzum yok mu sahiden? Birileri okula giden çocuğunun beslenme çantasına bir simit koymaya güç yetiremeyip, başkaları dünyanın istediği her yerinde karnını en lüks ve sıradan yurttaşların hayal dahi edemeyeceği menülerle doyurup üstüne bir de yediklerini teşhir ederken umudun hayatımızdaki yeri ne olabilir acaba? İnsan onca zulme şahit oldukça, onca gelir uçurumunu bir şekilde içine sindirdikçe umut etmekten başka çıkar yol var mı sahiden?

Günümüzde yaşadıklarımız ve maruz kaldıklarımız insanlık tarihinin en korkunç eylemleri değil kuşkusuz. Dünya tarihi, milyonlarca insanın boğazlandığı kanlı savaşlarla dolu. Türkiye ise bölgesel linçler, pogromlar, katliamların hiç eksik olmadığı genç bir cumhuriyet. Atalarımız da tıpkı çağdaşlarımız gibi gerçekten de berbatlar. İnsanlık tarihi bir anlamda ezenle ezilen, sömürenle sömürülen, baskı altına alanla baskı altında tutanların tarihi. Bu gerçeğin farkında olmak ve buna göre davranmak, insanı bu gerçekliği kabullenmekle ya da kabullenmeyip tümüyle pasif nihilist bir felsefeyi benimsemek gibi iki birbirinden beter yola girmeye sevk edebilir. Ne var ki bir üçüncü yol daha vardır: O da tarihle ve günümüzle ilgili olarak bu gerçekliğin farkında olmaya rağmen bununla mücadele etmekten vazgeçmemektir, yani ezenlere, sömürenlere ve baskı altına alanlara karşı mücadeleden vazgeçmemektir. Bu bir insanın korkmasına rağmen korkusunun üstüne gitmesine benzer bir durumdur. Aynı şey bu mücadele için de geçerlidir. Tarih belki kahramanları ve kahramanlıkları yazıyor olabilir. Ancak tarihin yönünü değiştirenler korkusuz kahramanlar değil, korkmasına rağmen korkusunun üstüne giden sıradan insanlardır.

Günümüzde her birimizin “haysiyetsizce davranışlarımızın büyük kısmını, altında yaşadığımız rejimlerin üretiyor olması, bu toplu durumdaki ahlaki payımızı ortadan kaldırmaz.”4Eaglaton, Terry (2016), İyimser Olmayan Umut, (Çev. Emine Ayhan), İstanbul: Ayrıntı Yayınları, s. 182. Bu rejimlerin de yaratılmasında doğrudan ya da dolaylı da olsa hepimizin bir payı yok mu? Asıl mesele bu rejimlerin yarattığı çürümenin ve bu çürümeye bağlı kokuşmanın nereden neşet ettiğini anlamak. Bu tür rejimler, yıllardır yaralarımızı, berelerimizi, acılarımızı iktidarlarının yakıtı olarak kullandı. Bilmeliyiz ki, her birimiz birbirimizi ne kadar yaralarsak, berelersek o kadar ayrışıyoruz. Yine biyolojik çürümede olduğu gibi, kokuşma da ayrışmayla beraber başlıyor. Cioran’ın da ileri sürdüğü gibi kuşkusuz biyolojik varlıklar olarak çürümek ve nihayet kokuşarak doğaya karışmak hepimizin son durağı. Ne var ki, biz sadece biyolojik varlıklar değiliz, aynı zamanda düşünebilen, hissedebilen, duyguları olan varlıklarız. İçine düştüğümüz çürümenin farkına varıp ondan rahatsız olarak bu çürümenin önüne geçebilecek sağduyuya sahibiz. İçinde varlık bulduğumuz konağı, yok edene kadar yayılan tümörler olamayız. Bilişsel yetimiz, böyle bir büyüme, yayılma ve kendi kendini yok etme eğiliminden bizi alıkoymalı değil mi? Umut her zaman var. Ne var ki, ne umudu elzem kılan koşulları görmezden gelip gerçek umuttan habersiz olan iyimserin umudu ne de ancak ölüm anında karşımıza çıkan trajik umut olmalı sarılmamız gereken umut. Ayakları yere basan, içinde yaşadığı gerçekliğin farkında, korkan ama korktuğu halde mücadeleden vazgeçmeyen cesur insanların sarıldığı ip olmalı umut.

 

Notlar

(1) https://www.ttb.org.tr/eweb/adli/3.html (Erişim tarihi: 02/10/2024)

(2) Cioran, Emile Michael (2013), Çürümenin Kitabı, Çev. Haldun Bayrı, İstanbul: Metis Yayınları.

(3) Chul Han, Byung (2022), Palyatif Toplum, Günümüzde Acı, Çev. Haluk Barışcan, İstanbul: Metis Yayınları, s. 13.

(4) Eaglaton, Terry (2016), İyimser Olmayan Umut, (Çev. Emine Ayhan), İstanbul: Ayrıntı Yayınları, s. 182.

 

Editör: Bekir Demir