Sigmund Freud, 1933 tarihli Ruhçözümlemesine Yeni Giriş Konferansları’nı bitirirken, psikanalizin bilimsel statüsünü yakından ilgilendiren can alıcı bir problemi gündeme getirmişti: weltanschauung (dünyagörüşü) problemi.1Sigmund Freud, Ruhçözümlemesine Yeni Giriş Konferansları, çev. Emre Kapkın & Ayşe Kapkın, Payel Yayınları, İstanbul, 2017, s. 172-194. Freud’un buradaki temel amacı, kurucusu olduğu psikanalizin hiçbir şekilde bir dünyagörüşü olmadığını ortaya koymaktı. Kant ve Hegel’in felsefi sistemlerinde bolca rastladığımız verstand (anlama yetisi) ile vernunft (akıl) arasındaki ayrımın –ya da Louis Althusser’in bilim ile ideoloji arasında yaptığı keskin ayrımın– bir başka versiyonuydu bu. Peki, Freud’a göre bir dünyagörüşü neyi imliyordu ve kendisi psikanalizi bu mayınlı bölgeden neden ayrı tutmak istiyordu?
Freud açısından dinsel, politik, felsefi ve estetik temelli birtakım dünyagörüşleri, kendi takipçilerine yaşamın anlamı ve dünyadaki konumları hakkında eksiksiz ve değişmesi imkânsız bakış açıları kazandıran, özü gereği tutucu ideolojilerden ibaretti. Bu ideolojiler kendi müritlerine gündelik yaşamda kolayca yollarını bulmalarına yardımcı olsun diye birtakım işe yarar yanılsamalar sunuyordu. “O hâlde benim görüşüme göre,” diye yazıyordu Freud, “bir weltanschauung varoluşumuzun tüm sorunlarını tekdüze bir biçimde hiçbir soruyu yanıtlanmamış bırakmayan ve içinde bizi ilgilendiren her şeyin sabit bir yeri bulunan her şeyden önemli bir hipotez temelinde çözen entelektüel bir yapıdır.”2Freud, age., s. 172. Bu dünyagörüşleri arasında şüphesiz tarihsel bakımdan en güçlüsü ve en kalımlısı dinsel dünyagörüşü olmuştu. Psikanaliz ise, tam tersine, öznelere böyle ideal ve kusursuz bir dünya tasarımı sunmak şöyle dursun, psişenin yapısını oluşturan metapsikolojik çelişkilerin (denetimsiz dürtülerin, travmatik çocukluk yaşantılarının, cinsel soğuklukların, dil sürçmelerinin vb.) bir bilimiydi. Her türlü weltanschauung’un bireylere yanılsama ve zihinsel özdeşlik sunduğu yerde, psikanaliz yanılsamaların ve bütünlük ideallerinin kurucu ve kaçınılmaz bir “boşluk” tarafından damgalanmış olduğunu ileri sürüyordu.
Denebilir ki Freudcu-Lacancı psikanalizin özneyle ve cinsellikle ilgili iddialarını anlama noktasında bu boşluk fikrinin ontolojik bir önceliği vardır. O hâlde sorulması gereken soru şudur: Bu boşluk nereden geliyor? Lacancı filozof Alenka Zupančič, Cinsellik Nedir? başlıklı harikulade kitabında, bu soruya doyurucu bir yanıt vermiştir ve biz de burada bir süreliğine onun tezlerini takip edeceğiz. Zupančič’e göre, bu boşluk, özneye ötekinden miras kalan bilinçdışının boşluğudur. Dünyaya gözlerini açtığında büyük bir simgesel anlam bombardımanına maruz kalmak zorunda olan insan yavrusu, kendi bakım ve ihtiyaçları için bir bakıcının ya da annesinin emeğine ve ilgisine muhtaçtır. Bu karşılaşma noktasında, anne ve çocuk arasında gidip gelen mesajlara ve jestlere sinmiş birtakım bilgisizlikler ile sırlar ortaya çıkıyordur. “Buradaki bir diğer hayati nokta da,” der Zupančič, “bu ‘mesajlar’ın sadece çocuklar için değil, onları gönderen yetişkinler için de esrarlı olmasıdır.”3Alenka Zupančič, Cinsellik Nedir?, çev. Barış Engin Aksoy, Metis Yayınları, İstanbul, 2018, s. 23 Demek ki ister bebeklik ister yetişkinlik çağında olsun, bireyler açısından kodları çözülmeden kalan birtakım mesajlar ve göstergeler vardır. Bunların bilgisi kimsenin cebinde değildir; hiç kimsenin sahip olmadığı ama herkesin cinsel mübadelede kullanmak zorunda kaldığı birer metadır. Bu yüzden insan yavrusunun ötekiyle karşılaşması yapısı gereği bilinçdışı bir karşılaşmadır.
Görünen o ki insanlar gelişimlerinin ilk yıllarında her şeyden önce ötekinin bilinçdışı arzusuyla karşılaşırlar. Bilinçdışı demek zaten “arzu” demektir. Bu arzu bize ancak ötekinin söylemiyle ulaşabilir. Zupančič’in dediği gibi, “cinsellik, bilinçdışının tam da ontolojik belirsizliğiyle orada olmasının ta kendisine ilişkindir.”4Zupančič, age., s. 25. Lacancı cinsellik kavramı, ötekinin söylemi dediği şeyin ilk etapta bebek yavrusu için anlaşılmaz olduğunu ileri sürer. Bu anlamda Gerçek diye bilinen kavram aslında annenin/ötekinin söylem öncesi maddi tözüdür. Ama insan yavrusu hayatta kalmak için ötekinin bedenini katetmek, bu maddi tözü bir dereceye kadar simgeselleştirmek zorundadır. Bu simgeselleştirmeyi kuran şey ötekinin bilinçdışıdır, yani eksikliğidir. Ötekinin zaten kayıtlı olduğu simgesel düzende iş başında olan bu eksiklik, çocuğun cinsel bir varlık hâline gelmek için üstlenmesi gereken eksikliğin temeli ve zorunlu sapağıdır. Diğer bir ifadeyle, bilinçdışı bir öznenin ortaya çıkabilmesi, hâlihazırda bilinçdışına sahip bir öznenin bedeninin ve fantezilerinin kat edilmesiyle mümkündür ancak.
Öyleyse Freud’un bahsettiği kurucu boşluk, ötekinin arzusunu kuran bilinçdışı bir söylemdir. Çeşitli dünyagörüşlerinin ve ideolojilerin, Freud’a göre öznelere unutturduğu “yapısal imkânsızlık” ve “asimetri” noktası işte burasıdır. “İşte bu manada,” der Zupančič, “imleyen düzeninin Bir ya da (çokluk) ile değil, bir ‘eksi bir’ ile başladığı söylenebilir.”5Zupančič, age., s. 66. Demek ki arzumuzu yapılandıran çelişkinin nesne olmayan bir nedeni vardır. Bu çelişkinin ortadan kaldırılması imkânsızdır; Gerçek, simgeselde yerli yerinde duruyormuş gibi görünen jouissance’ın, dürtülerin ve cinsel arzunun oluşturduğu keşmekeşin üzerine yerleştirildiği alandır. Bir başka deyişle, insan cinselliği ancak tabi kılındığı simgesel düzenin içsel bakımdan tutarlı değil, çelişkili ve arızalı olmasıyla varlığa gelir.
Demek ki insan cinselliği, ontolojik bakımdan, bu eksiklikten doğar. Özne söylemsel düzende nesne olarak var olmayan ama arzunun hareketini yaratan bir yok-gösterenin (“eksi-bir’in”) damgasını taşır. Cinsel keyif bu gedikten doğuyordur; organik ya da doğal bir tarafı yoktur, kültürle ve simgesel anlamla tıka basa doludur. “Cinsel olan,” diye belirtir Zupančič, “…imleyenlerden birinin eksik olmasının, yani imleyen düzeninin doğumuna eşlik eden gediğin doğrudan sonucudur.”6Zupančič, age., s. 66. Tekrar tekrar arzu etmenin, arzunun nihai bir nesnede tükenip gitmemesinin, telafi edilemez bir şekilde hep daha fazlasını istemesinin nedeni, kayıp bir gösterenin öznenin yaşantı boyunca kendisine eşlik etmesidir. Bir başka deyişle, insan cinselliği, söylemsel düzene girişte kaybedilen ama refakat edilmesi gereken bir gösterenin doğurduğu paradoksal sonuçlarla ilgilidir.
Bu bağlamda kalem oynatan Slavoj Žižek’e göre, çocuğun karşısına çıkan ötekinin boşluğu/eksikliği, büsbütün dile getirilmesi olanaksız bir boşluktur. Bu saf Gerçek bir şekilde temsil edilmeye çalışılacaktır ki bu noktada özneye temsilleri veren, kendisini kurması için onu dilsel gösterenlerle donatan söylemsel öge, ayrıcalıklı konumuyla Baba’nın Yasası’dır. Bu yasa, annenin arzu nesnesi olarak çocuğun fantezi alanından koparılmasında ve anneyi geride bırakmasında somutlaşır. Öznenin kendisini simgesel düzende ifade edebilmesi ve ilksel Gerçek’i geride bırakabilmesi için, onun kapsayıcılığından ve bütünsel belirleyiciliğinden kurtulabileceği bir boşluğa gereksinimi vardır. Annenin bedenini kateden çocuk bir objet petit a olarak kendisini nesnelleştirir. “Lacan’ın objet petit a (arzunun nesne-nedeni) dediği şeyin sahne aldığı yer burasıdır: objet a bu boşluğu cisimleştirir.”7Slavoj Žižek, Kendini Tutamayan Boşluk: İktisadi-Felsefi Köşelikler, çev. Barış Engin Aksoy, Metis Yayınları, İstanbul, 2019, s. 88. Objet petit a Gerçek’in simgeselleştirilmesinden geriye kalan fazlalığın adıdır. Bu fazlalık bir boşlukla hemhuduttur demek ki. Lacan’ın dediği gibi, “öznede ne olup biterse, bilinçdışı düzeyinde, bununla her noktada türdeş olan bir şey vardır… öyle ki bilinç kendine aitmiş gibi görünen bir ayrıcalığı yitirmiş olur.”8Jacques Lacan, Psikanalizin Dört Temel Kavramı, çev. Nilüfer Erdem, Metis Yayınları, İstanbul, 2014, s. 31.
Psikanalizin araştırma nesnesi olan bilinçdışı, şu durumda, dünyagörüşlerinin ısrarla kapatmaya çalıştığı bir gediği/kurucu boşluğun adıdır. Freud’a göre, psikanalizin alelade bir dünyagörüşü olmamasının nedeni, tam da bu eksikliğin bilimi olmasıdır. Bu bağlamda, en azından Lacancı psikanalizde, bilinçdışının dil ve söylemle yakın bir ilişkisi olduğu herkesin malumudur. Bu ontoloji tartışmasını biraz daha geliştirip bilinçdışının kuruluşunun dilsel/söylemsel veçhelerine odaklanacağız.
Notlar
(1) Sigmund Freud, Ruhçözümlemesine Yeni Giriş Konferansları, çev. Emre Kapkın&Ayşe Kapkın, Payel Yayınları, İstanbul, 2017, s. 172-194.
(2) Freud, age., s. 172.
(3) Alenka Zupančič, Cinsellik Nedir?, çev. Barış Engin Aksoy, Metis Yayınları, İstanbul, 2018, s. 23.
(4) Zupančič, age., s. 25.
(5) Zupančič, age., s. 66.
(6) Zupančič, age., s. 66.
(7) Slavoj Žižek, Kendini Tutamayan Boşluk: İktisadi-Felsefi Köşelikler, çev. Barış Engin Aksoy, Metis Yayınları, İstanbul, 2019, s. 88.
(8) Jacques Lacan, Psikanalizin Dört Temel Kavramı, çev. Nilüfer Erdem, Metis Yayınları, İstanbul, 2014, s. 31.