Çevirmen Neyi Çevirir?
Her birimiz birer çevirmen, okuyucu ve yorumlayıcıyız. Keza her birimiz başkalarınca tercüme edilir, okunur ve yorumlanırız. Çeviri, okuma ve yorumlama, hem doğduğumuz andan itibaren hem de ölümüzün ardından, varoluşumuzda kayda değer merkezîlikte bir yer işgal ediyor. Örneğin kürtaj konusundaki mevcut tartışma çeviri, okuma ve yorum özgürlüğünü konu edinen bir tartışma olarak yeniden formüle edilip aydınlığa kavuşturulabilir. Rahim yaşı 14 haftadan daha küçük olan hamile bir kadın, bu embriyoyu büyüyüp yetiştirilecek bir çocuk olarak mı yoksa ameliyatla alınması gereken bir kist olarak mı tercüme edeceğini, yorumlayacağını veya değerlendireceğini seçme hakkına sahip midir? Bir taraf, hamile kadının kendi tercümesini, değerlendirmesini ve yorumunu seçme hakkına sahip olduğunu savunurken, diğer taraf ise ona uyulması zorunlu bir yorumu, uyulması zorunlu bir tercümeyi ve uyulması zorunlu bir yorumu dayatmaya çalışır. Geriye kalan yalnızca mantıksal bir sonuçtur. Böyle bir durumda çevirmen neyi çeviriyordur? Elbette varolan falanca bir şeyin anlamını. Dünyaya gelmeden önce yorumlandığımızı, tercüme edildiğinizi ve yorumlandığımızı gösterir bu.
Öldükten sonra da geçerlidir bu durum. Mesela sadece birkaç gün öncesine kadar Buenos Aires’teki Cervantes Tiyatrosu’nda Thyestes ile Atreus oyunu sahneleniyordu. Birinci yüzyılda Genç Seneca’nın kaleme aldığı Thyestes adlı oyunun yönetmeni tarafından yapılan muhteşem bir uyarlamasıydı. Nitekim bu uyarlama, gerek Poe’nun “Purloined Letter” (Çalınmış Mektup) öyküsünden Dupin’in alıntıladığı gerek Lacan’ın Ecrits (Yazılar) kitabında yorumladığı, Crebillon’un 18. yüzyılda zihninde canlandırdığı versiyonu göz ardı etmez. Demek ki bir düzine aktör, Seneca’nın Antik Yunan’da birbirinin düşmanı olan ikizler mitini okuma, yorumlama ve tercüme etme biçimini uyarlayan bir drama yazarının çevirisini, yorumunu ve değerlendirmesini tercüme ediyor, yorumluyor ve okuyordu. Böyle bir durumda bu çevirmenlerin her biri neyi çeviriyordur? Kardeş katliyle biten bir düşmanlığı. Ölümünün üzerinden 2000 yıl geçmesine rağmen, Seneca yorumlanmaya, tercüme edilmeye ve okunmaya devam ediyor.
Dile Gelen Bedenler
Tek başına Agamben’in “çıplak yaşam” olarak adlandırdığı meseleyle ilgili olan dünyaya geliş ve gidiş hadisesini ardımızda bırakalım ve varoluş biçimimizin tam anlamıyla insani olduğu meselesine, yaşamlarımızı dile gelen bedenler olarak yaşadığımız meselesine geçelim. Bunlar Freud’un Verständigung dediği şeye, yani Öteki’nin bizim çığlığımızı, haykırışımızı ve bağırış çağırışımızı yorumlamasına, değerlendirmesine ve tercüme etmesine bağlıdır. Çığlıktan talebe bu geçiş özel bir okuma, çeviri yorumlama biçimidir ve bebek elleriyle pat sesi çıkardığında yakınında bulunan birinin “anne dedi” diye bağırarak kutlaması kadar önemlidir. Bu yüzden, (i) bebeğin bu sayede lalangue’ın1Lacan’ın normal dilden farklı olarak bilinçdışının diline gönderme yapmak için Fransızca “la” ve “langue” sözcüklerini birleştirerek oluşturduğu bir kelimedir. La sözcüğü Fransızcada bir yokluğa gönderme yapar, lalangue ise bilinçdışında dilin belli bir yokluklar varlığa gelmesini anlatır (Ed.). uçsuz bucaksız çok renkliliğini Ötekinin kullandığı dilin sınırlandırılmış renklerine indirgeyen ve bu sınırlı dille bizzat gösteren düzeyinde özdeşlemesinden ibaret olan çifte işlem sayesinde konuşmayı öğreneceği ve (ii) izin verilen ve yasaklanan fonem dizilerinin varlığıyla ilişkili olan en temel dilden tutun sözdizimi, dilbilgisi, retorik ve mantığa denk gelen en geniş kapsamlı ve en incelikli dillere kadar bu dilin ima ettiği yasalara boyun eğeceği bir yorumlamalar, tercümeler ve değerlendirmeler oyununun önünü açar. Kısacası, verili bir dilsel topluluk içerisinde başkaları arasında dile gelen varlık olarak özne adını verdiğimiz şeyin doğuşu bu yorumlama, değerlendirme ve tercüme etme sürecine bağlıdır.
“Varlığın Çekirdeği”
Her bir nedensel, tanımsal ve genel olarak çift bileşenli dilsel telaffuz, Lacan’ın biçimsel olarak S1-S2 anlamlandırıcı çiftine indirgediği bu dilsel kalıp içinde şekillendirilecektir. Arzunun alanına gelince, bu dilsel kalıp, Öteki’nin “bizden” istediği (taleplerin) ya da “bize uygun gördüğü” şeyin (ideallerin) edineceği kendine özgü boyutu meydana getirecektir. Bu dilsel kalıp yalnızca –Öteki’ndeki– taleplere karşılık gelen idealler söz konusu olmadığında işe yaramaz olacaktır ve özneyi kendini dönüşümünü (translation) icat etmeye zorlayan şey de gösterenin söz konusu eksikliğidir: Öznenin temel fantezisinin sırrına erişilemez yapısı böyledir, ki bundan böyle onun dönüşümü kendisinin par excellence (en kusursuz) tercümanı hâline gelecektir. Temel fantezimiz duyduğumuz değerlendiren, yorumlayan ve tercüme eden bir makinedir; analistlerin analiz edilmesinin temel nedenlerinden biri de budur: Kişinin kendi fantezisinden bağımsız biçimde değerlendirmeyi, yorumlamayı ve tercüme yapmayı öğrenmesi. Freud’un “varlığın çekirdeği” olarak adlandırdığı ve benim “tekillik” (singularity) olarak isimlendirmeyi tercih ettiğim şeyin, mutlak anlamda analiz edilene mahsus olan şeyin aranışı sürecinde kaybolup gitmesinden imtina etmenin tek yolu da budur. Bununla bağlantılı olarak, kendi fantezisi tarafından asıl amacından saptırılan yalnızca analist değildir. Hepimiz, özellikle de arzunun ve aşkın alanında, tekilliği arzulayan kimseleriz, ki bu da psikanalitik analizden daha azı değildir.
Tercüme Edilemezlik
Şimdiye kadar tercüme etme, değerlendirme ve yorumlama arasındaki sözde eşdeğerlik konusunda bilinçli şekilde ısrarcı oldum. Fakat tekillik meselesi bizi tercüme edilemezlik problemiyle yüz yüze bırakır, ki analizin özünde de bu vardır. Aslında Freud “The Unconscious”2Freud, S., “The Unconscious” [1915], SE, Vol. XIV, pp. 159-215. (Bilinçdışı) makalesinde, bastırmanın özü gereği tercümenin reddedilmesi anlamına geldiğini vurgular. Nasıl değerlendirmede bulunacağımız, duyduğumuz sözcüklerde tercüme edilemeden kalan şeyleri nasıl yorumlayacağımız sorunu tam da bu noktada gündeme gelir. Mesele semptomun yorumlanmasına geldiğinde gündeme gelen şey de budur elbette. Gerçekten de Lacan, “RSI”3Lacan, J., Seminar XXII, RSI, [1974/5], Lesson of 21 January 1975, yayınlanmamış. Semineri’nde, semptomun bilinçdışında (tam da her şeyi fantezi aracılığıyla tercüme eden bilinçdışında) dış-varlık [ex-sists] kazandığını ve ana gösterenin (master signifier) bu semptomun kendisini çılgıncasına tercüme eden bir harf vasıtasıyla yazılmayı hiçbir zaman bırakmadığını dile getirir. Bunun anlamı şudur: Böyle bir tercüme işlemi bütünüyle keyfidir; hiçbir uzlaşıya riayet göstermez; yabanidir; dolayısıyla semptomun harfini değerlendirmek, onun tercüme etmeden yorumlamaktır. Gösterenleri tercüme etmeyip birbirinden ayırmadığı ama göstereni harf aracılığıyla parçalarına ayırdığı sürece, belli belirsiz konuşma sayesinde işleyen yorumun alanı burasıdır işte. Bu nedenle, Lacan buna ek olarak, semptoma karşı elimizdeki biricik silahın bu belli belirsiz konuşma olduğunu dile getirir.
Jouissance
Toparlarsak, 1970’lerin Lacanı’nın, farklı yorumlama biçimleriyle dinamiklerinin canlandırıldığı bir jouissance4Lacan’ın bu terimi yalnızca Türkçeye değil, başka dillere de çevrilmesi son derece güç olan bir terimdir. İngilizceye bliss ve son zamanlarda da enjoyment olarak çevrilse de, çoğu kez bu terimler jouissance’ın anlamını tam olarak karşılamakta yetersiz kaldığı için, terim İngilizce metinlerde de zaman zaman Fransızca olarak bırakılır. Jouir kökü Fransızcada argo/cinsel bir anlamda (“boşalmak”), hukuki bir anlama kadar (jouir de droit=haktan istifade etmek) geniş bir yelpazeyi kapsar. Jouissance Lacan’ın Freud’un haz ilkesinin ötesine yerleştirdiği bir kavramdır. Freud’da haz (Lust) bedensel/ruhsal bir gerilimin boşalmasından ibarettir (aynı şekilde Unlust da bu gerilimin sürekli kılınmasıdır). Dolayısıyla haz, bir tatmin ve rahatlama duygusuyla birlikte anılmalıdır. Oysa jouissance basit bir tatminin ötesinde, bir “dürtü tatmini”dir; dolayısıyla imkânsızdır. Örneğin ilksel eksiliği (anneden koparılmış olmanın) giderilmesi arzusunun gerçek bir tatmini yoktur, ancak psikotik bir durumda mümkündür bu tatmin; oysa jouissance bu eksiğin giderilmesi fantezisini yaratarak kendini Gerçek’te temellendirir. Haz, benliğin/tinin iç dengesini kurmaya/korumaya yöneliktir; jouissance ise bu dengeyi daima bozarak “haz ilkesinin ötesine” geçer. Acıda, ölümde, semptomların sürdürülmesinde bulunduğu farz edilen paradoksal haz, aslında haz değil jouissance’ın ta kendisidir (Ed.). ekonomisi yarattığını bilirsiniz; öyle ki “yaşamın jouissance’ı” adını verdiğimiz, yalnızca analiz edilenin kendisine mahsus jouissance’ını (ne tercümeyle ne de belli belirsiz sözcüklerin yorumlanmasıyla) dosdoğru değiştiren hiçbir yorum söz konusu değildir. Analitik deneyimde tercüme ile yaşamın birbirinden gittikçe uzaklaştığı noktadır burası. Kimseyle paylaşmadığımız ya da ayırdına varamadığımız bu jouissance tarzına gelince; hangi pozisyonu benimsememiz gerekir? Bence Sontag’ın yepyeni bir sanatsal veya edebî duyarlılığa yaklaşmanın en iyi yolu olarak ileri sürdüğü şeye başvurabiliriz burada: yani jouissance’ı yorumlamak, onu tercüme etmek değil, onunla belli bir “suç ortaklığı” yapmaya.
Notlar
(1) Lacan’ın normal dilden farklı olarak bilinçdışının diline gönderme yapmak için Fransızca “la” ve “langue” sözcüklerini birleştirerek oluşturduğu bir kelimedir. La sözcüğü Fransızcada bir yokluğa gönderme yapar, lalangue ise bilinçdışında dilin belli bir yokluklar varlığa gelmesini anlatır (Ed.).
(2) Freud, S., “The Unconscious” [1915], SE, Vol. XIV, pp. 159-215.
(3) Lacan, J., Seminar XXII, RSI, [1974/5], Lesson of 21 January 1975, yayınlanmamış.
(4) Lacan’ın bu terimi yalnızca Türkçeye değil, başka dillere de çevrilmesi son derece güç olan bir terimdir. İngilizceye bliss ve son zamanlarda da enjoyment olarak çevrilse de, çoğu kez bu terimler jouissance’ın anlamını tam olarak karşılamakta yetersiz kaldığı için, terim İngilizce metinlerde de zaman zaman Fransızca olarak bırakılır. Jouir kökü Fransızcada argo/cinsel bir anlamda (“boşalmak”), hukuki bir anlama kadar (jouir de droit=haktan istifade etmek) geniş bir yelpazeyi kapsar. Jouissance Lacan’ın Freud’un haz ilkesinin ötesine yerleştirdiği bir kavramdır. Freud’da haz (Lust) bedensel/ruhsal bir gerilimin boşalmasından ibarettir (aynı şekilde Unlust da bu gerilimin sürekli kılınmasıdır). Dolayısıyla haz, bir tatmin ve rahatlama duygusuyla birlikte anılmalıdır. Oysa jouissance basit bir tatminin ötesinde, bir “dürtü tatmini”dir; dolayısıyla imkânsızdır. Örneğin ilksel eksiliği (anneden koparılmış olmanın) giderilmesi arzusunun gerçek bir tatmini yoktur, ancak psikotik bir durumda mümkündür bu tatmin; oysa jouissance bu eksiğin giderilmesi fantezisini yaratarak kendini Gerçek’te temellendirir. Haz, benliğin/tinin iç dengesini kurmaya/korumaya yöneliktir; jouissance ise bu dengeyi daima bozarak “haz ilkesinin ötesine” geçer. Acıda, ölümde, semptomların sürdürülmesinde bulunduğu farz edilen paradoksal haz, aslında haz değil jouissance’ın ta kendisidir (Ed.).
Orijinal Başlık: What does the translator translate?
Yazar: Gerardo Arenas
Türkçeye Çeviren: Emre Güneri, Kadir Gülen
Editör: Bekir Demir