Demo v1.0

19 Eylül 2024, Perşembe

Beta v1.0

Benliğin Şasisi: Onur

Onur: varlığını ancak özel koşullarda belli eden, hareket ettiği ölçüde insanı başkalarının gözünü alamadığı büyük bir surete çeviren, insanlığın altını çizen, yer yer ürkütücü, yer yerse hayranlık uyandıran bir acayip duygu.

Başlıklar

Avustralyalı sanatçı Craig Walsh dünyanın pek çok yerinde sergilediği çalışmalarında farklı toplulukların isimsiz kahramanlarının, yaptıkları iyi şeylerden pek az insan haberdar olsa da onurlandırılmayı hak eden topluluk mensuplarının yüzlerini karanlıkta ağaçlara yansıtarak onlara bir tür devasa hologramı andıracak bir biçimde –ve üstelik işlek yerlerde– vücut veriyor, onlara hatırı sayılır bir alan açıyor. Görenler için şaşırtıcı, etkileyici, hatta belki tüyler ürpertici bir deneyim: Gece vakti kalabalığın ortasında aniden beliren, dosdoğru size bakan, boyunuzdan büyük, kocaman bir suret; rüzgârla usul usul kıpırdıyor, şeklini aldığı ağacın dallarında can buluyor. Hayalet gibi, ama değil, tekinsiz olduğu kadar tanıdık, ilgi çekici, hatta belki saygı uyandıran cinsten.

Walsh’un yarattığı deneyimin “onurlandırma” maksatlı olması anlaşılır, çünkü sahiden de onur duygusunu hatırlatan bir yanı var tüm bunların. Onur: varlığını ancak özel koşullarda belli eden, hareket ettiği ölçüde insanı başkalarının gözünü alamadığı büyük bir surete çeviren, insanlığın altını çizen, yer yer ürkütücü, yer yerse hayranlık uyandıran bir acayip duygu. Bir önceki yazıda LGBTİ+ mücadelesinden hareketle onurun utancın bir tür antitezi, panzehiri işlevi görmesinden söz etmiştim. Bu yazıda bunu biraz daha açmayı, utancın diğer yüzü addedebileceğimiz onur duygusunun nasıl dünyadaki sınırlarımızı çizmeye yaradığını, başladığımız ve dayandığımız noktaları işaretlediğini göstermeyi umuyorum. Bu bağlamda, utancı anlamaya çalışırken eksik kalan bazı parçaları tamamlamaya çalışacağım.

Şu an zihnimizde canlandırması zor bile olsa doğduğumuzda kendimizi ayrı bir canlı, çevremizdeki diğer kişiler gibi bütünlüklü bir insan olarak algılamadığımızı biliyoruz. Küçük bebeklerle yapılan çalışmalardan belli bir gelişim dönemine kadar aynada kendilerini tanımadıkları, gördüklerini başka bir bebek zannettikleri anlaşılıyor. Onur duygusunun da temeli buralarda bir yerlerde atılıyor olmalı: Derimizin ruhumuzu, varlığımızı kapladığını, bizi kalan herkesten ayırdığını, bu bedenin içinde başka kimseye benzemeyen ve ne kadar yakın bile olsak başkalarından ayrı, farklı, belki biraz da yalnız olduğumuzu hissettiğimiz yerde dünyayla aramıza net sınırlar çizmiş oluyoruz. Gestaltçıların sıklıkla vurguladığı gibi bir bütünün parçası olabilmek için önce ayrılmak, ayrışmak, ayrı olmak gerekiyor. Ve bu ayrışmayı takiben bir müzakere başlıyor başkalarıyla aramızda: Sizden ne bekleyebilirim? Siz benden ne bekliyorsunuz? İkili ilişkilerle başlayıp toplumsal normlara uzanan o girift teamül ve yasaları biraz öğreniyor, biraz belirliyor, sosyal hayata böyle karışıyoruz.

Onur duygusu işte bu müzakerenin şartları ihlal edildiğinde veya, bazen de, tekrar masaya oturulması gerektiğinde çıkıyor ortaya öncelikle. Hakaretamiz, saldırgan, aşağılayıcı bir davranışla karşılaştığımızda, asla söylenmemesi gereken söylendiğinde, temel ilkeler ihlal edildiğinde onur içerden gelen çatırtıyla veriyor sinyali: Burada çok yanlış bir şey var, bütünlüğünü ihlal eden bir şey, sınırların işgal altında. Dolayısıyla utanç ne kadar “dışarıya” yönelik bir alarm ziliyse, onur da aksine “içeriye” bir sinyal veriyor. Ancak içimizde duyduğumuz bu çatırtı bazen öyle gürültülü oluyor ki şahit olanlar da kayıtsız kalamıyor. Biri onur kırıcı bir duruma düştüyse karanlıkta beliren devasa bir suret gibi onu hemen fark ediyor, hatta onun adına öfkeleniyoruz. Bazı sınırların asla geçilmeyecek olması teminatı hepimiz için önemli; toplum içinde yaşamanın, toplumsal yaşamın kısıtlamalarına riayet etmenin külfetine ancak bu teminat karşılığında katlanıyoruz ne de olsa.

Çetrefilli tarafı ise onuru nelerin zedelediğinin kısmen ortak olduğu kadar kısmen de kişiden kişiye değişebilmesi. Daha açık olandan başlayalım: Geçmişte her ne kadar insan bedeniyle kurulan ilişki farklı olmuşsa da bugün bedenle ilgili ihlallerin insan onuruna aykırılığında pek az muhalefet vardır. Söz konusu başkaları olunca kişisel veya politik husumeti sebebiyle aksini iddia edenler çıkabilse de gerçekte kimse işkenceye veya çıplak aramaya maruz kalmak, ölüsünün bedenini gazetelerde tam sayfa görmek istemez. En alt çıtayı, asgari müştereği bu bağlamda bedenin belirliyor oluşu, onurun kişinin sınırlarını çizmesinin net bir örneği: Ötekinin yanındaki varoluşumuz bedenimizle, onu mahrem ve dokunulmaz tutma hakkımızla ve arzumuzla başlıyor. Karşılaştığımız ilk yasaklardan olan çıplaklık ve fiziksel temas bir saldırı olarak geri döndüğünde en ilksel, en temel kabulün, bir nevi “anayasamızın ilk maddesinin” üstü çizilmiş oluyor. Kendi bedenimizi aynada tanıyarak çıktığımız bu ben olma yolunda en başa, iptidai bir noktaya aniden geri savrulmanın benlik duyumunu büsbütün sarsma ve hatta yıkma potansiyeli büyük. Psikolojik travmaların şiddetine yönelik araştırmalarda en üst sıraları kişinin beden bütünlüğünü tehdit eden deneyimlerin alması boşa değil.

Bedeni onurun koruduğu ilk halka, bir nevi kırmızı çizgi olarak düşünürsek, sonraki halkalarda nelerin yer aldığı sorusunun yanıtı ise daha karışık. Bu halkalarda ahlak veya etik genel başlığı altındaki muhtelif maddeler yer alsa da gerek söz konusu başlıkların içkin muğlaklığı gerekse toplumdan topluma hatta kişiden kişiye değişkenlik gösterebilmesi genelgeçer bir ilke ortaya koymayı zorlaştırıyor. “Onur kültürü” diye de bilinen ve Japonya gibi ülkelerde toplumun görece ortaklaştığı düşünülen bu ilkelerin modernizmin etkisini hissettirdiği ölçüde bulanıklaştığı söylenebilir, zira arzulara açılan alan büyüdükçe bireyle toplum arasındaki müzakere de biteviye devam ediyor; talepler değiştikçe kabullerin de aynı doğrultuda şekillenmesi beklentisi sınırları değişken, belki de akışkan hale getiriyor. Elbette bu illa kötü bir şey olmak zorunda değil. Tarihi yıllara uzanan pek çok kitlesel harekette gördüğümüz gibi insanın salt var olduğunu kabul ettirebilmek, en temel haklarından yararlanabilmek için dahi toplumla defalarca masaya oturmak zorunda kaldığı vaki. LGBTİ+ hareketinin onuru bir panzehir gibi kullanması da bu bağlamda kendisine doğrultulan silahlardan çıkan kurşunlardan bir yelek, kendini “bir zarf gibi” kaplayacak bir zırh örmeye benziyor. Onur kırıcı olması beklenenin bir onur nişanı haline getirilmesiyle, alelade bir ağaç gibi karanlıkta arka plana karışması umulan kimlik, ışıltılı bir suret olarak beliriyor toplumun önünde; görmezden gelinemeyecek, zarar da verilemeyecek bir imge, Walsh’un ifadesiyle bir anıt. Biz insanlar bazen işgal edildiğimiz yerlere kaleler dikebiliyoruz.

Daha küçük ölçekte veya spektrumun diğer ucunda ise sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla sık sık şahit olduğumuz üzere farklı kişileri neyin onur kırıcı bulabileceğinden artık emin olamama hali var. Ortak kabuller silikleşiyor, her gün yeni bir hassasiyet, yeni bir onur çizgisi belirebiliyor önünüzde. Siyaseten doğruculuk baskın çıktıkça sözcüklerin anlamları anbean değişir, sözün zemini kayganlaşırken konuşmak yer yer züccaciye dükkânına girmiş fil hissi veriyor. Her şeyin aynı anda onuru zedeleyebileceği veya zedelemeyebileceği bir diyaloğu sürdürmek en azından şimdilik güç görünse de değer sistemlerinin altındaki zeminde görülen bu oynaklığın uzun vadede hayırlara vesile olması da kuşkusuz ihtimal dahilinde. Bu yeni dünyanın kendi rayına oturduğunda neye benzeyeceğini zaman gösterecek. Öte yandan, şayet onur duygusu sahiden de varoluşumuzun asgari sınırlarının işaretçisiyse, artan duyarlılığı mayınlı arazinin giderek genişlemesi olarak görmek mümkün. Bu da sayısı giderek artıyor gibi görünen “güzel ruh”ların veya ahlak sinyallemenin saldırgan olduğu ölçüde kırılgan bir boyutu olduğunu düşündürüyor insana. Acaba dünya bize ne yaptı da kırmızı çizgilerimizi bu denli kalınlaştırmak zorunda kaldık?

Onur duygusu çekilebileceğimiz asgari sınırlar kadar “topraklarımızın” eriştiği azami sınırlara da işaret ediyor öte yandan. Ancak bir farkla: ilkinde belirleyici olan kişinin kendisiyken, ikincisinde dış dünya veya toplum. Layık görüldüğümüz ödülün bizi onurlandırdığını söylüyoruz örneğin. Başka bir deyişle toplumsal hayatta hangi üst sınıra eriştiğimiz bilgisini veriyor bize onurlan(dırıl)mak. Ülkenin ücra bir köşesine sürüleceğini bildiği halde rüşvet almayı reddeden memur bunu yaparken kendisiyle onur duymuyor, “Vay be, ne adammışım” demiyor. Aksine, yaptığının ne kadar onurlu bir davranış olduğunu, kendisinin ne kadar onurlu biri olduğunu ona biz söylüyor, biz teslim ediyoruz. Gelin görün ki bu da öyle kolay verdiğimiz bir nişan değil. Bir davranışın onurlu addedilmesi için öncelikle kişinin ciddi bir kaybı, ağır bir bedeli göze almış olması gerekiyor. “Onur intiharları” da böyle bir sebepten yaşanıyor olmalı: Kişi toplum nezdindeki itibarını geri kazanmak için ödeyebileceği tek bedelin canı olduğuna kanaat getirdiğinde, terazinin ancak böyle dengeye kavuşacağını düşündüğünde bu yola başvuruyor, ki çoğu zaman işe yarıyor da. Fakat tüm bunlar, aynı zamanda, onurun güçsüzlere ait bir duygu olduğunu da düşündürmüyor mu? Devletler başta olmak üzere pek çok resmi kurumda alanında “üstün başarı” gösteren (veya en azından gösterdiği varsayılan) kişilere verilegelmiş onur nişanlarına bizler, aksine, ödediği veya ödemek zorunda kalabileceği bedellere rağmen ilkelerinden, toplumsal sözleşmenin gerektirdiklerinden geri adım atmamış veya, attıysa bile, bedeli sonradan, belki canıyla, ödemeyi göze almış kişileri layık görüyoruz öncelikle. Belki bunu şöyle de ifade edebiliriz: Onur, utançtan her ne pahasına olursa olsun kaçınan yahut duyduğu utancın içinden çıkmanın bir yolunu bulamayan, bu anlamda toplumda yalnız bırakılanların teselli veya belki de telafi ödülü.

Fakat hâlâ yanıt bekleyen bir soru var: Madem bu duygu varlığımız için bu kadar önemli, nasıl oluyor da bazı insanlar sahiden de onursuzluk addedilebilecek şeyleri yapabiliyorlar? Üstelik kimse kendine bu sıfatı kondurmazken? Belki de onur duygusunda yalnızca toplumla değil, kişinin kendi içinde de süregiden bir pazarlık söz konusudur: Kim olduğumuz, nerede başlayıp nerede bittiğimiz sorusunun yanıtını koşullara göre güncelleyebiliyoruz ne de olsa. İnsanın kendine dair anlatısı sabit sanılsa da sürekli değişiyor, elden geçiyor; kendimize tutarlı bir hikâye anlatabildiğimiz ölçüde yaşayabiliyoruz çünkü. Yaptım, ama bir sorun neden yaptım? Yıllar içinde içselleştirdiğimiz değer sistemine aykırı hareket ettiğimiz durumlarda ya bunu istisna kılacak hafifletici nedenlere başvuruyor ya da o değer sistemiyle hesaplaşmaya koyuluyoruz. İnsanlar tanrılarını biraz da böyle bulup kaybetmiyorlar mı?

Büyümenin temel göstergelerinden biri, kuralların istisnalarının olduğunu kavramak. Piaget’nin ahlak gelişim evrelerini izleyerek çocuklardaki bu değişimi görmek mümkün: Bir çocuğun aç bir çocuğa annesi dokunmasını yasakladığı halde evdeki kurabiyelerden vermesini küçük çocuklar yanlış (çünkü yasak), biraz daha büyük çocuklar doğru buluyorlar (ama niyeti iyi, kendi için almamış). Çocukların bile çok geçmeden ayırdına vardığı bu koşula bağlı değişkenler yetişkin dünyasında daha da ayrıntılanıyor, karmaşıklaşıyor, öyle ki istediğimiz gibi, kendi hikâyemize uyacak şekilde eğip bükebiliyoruz hepsini. Çalmanın kötü, yanlış bir şey olduğu herkese öğretiliyor belki ama kartların adil dağıtılmadığının, hırsızın büyüğünün makbul görüldüğünün farkına vardığınızda en temel sanılan ilkelerin bile zemini oynuyor yerinden. Robin Hood da hırsız değil mi nihayetinde? Çalınan malların fakirlere dağıtılması hırsızlığı meşru kılıyor ve hatta yüceltmeye yetiyorsa, eve giren hırsız çok mu zengin?

Jose Bleger’in psikanaliz ilişkisinin sınırlarını çizen “çerçeve” kavramını tanımlarken söylediklerini insanın benlik duyumunu çerçeveleyen onur duygusu için de tekrarlamak mümkün: “Bir destektir, şasidir, onu ancak değiştiğinde veya bozulduğunda görebiliriz. Hep orada olan algılanmaz.”1Akt. J.B. Pontalis, Pencereler: “Özel bir Sözcük Dağarcığı” (çev. T. Parman), Bağlam, Kasım 2009 (2. Basım), s. 79-80. Hakarete uğramak onur “kırıcı”dır, övgü karşısında onur “duyarız”, veya bize bahşedilen bir onuru başkalarıyla da paylaşırız. Diğer bir deyişle zaten olan, mevcut bulunan tahrip olur, yükselir veya bölüşülür, ki grup aidiyeti doğrultusunda paylaşıldığı ölçüde de güçlenir. Onur duygusu yalnızca hareketlendiğinde hissedilse de hiç geçmez, hep oradadır, sadece hayatın olağan akışında onunla temas etmeyiz. Benlik duyumumuzun bu desteği, şasisi, ancak sarsıldığında veya güçlendiğinde hatırlatır kendini; kendi öz-duyumumuzun nerede başladığının ve toplumun gözünde nereye vardığımızın altını çizer.

Onur duygusu kendimize çizdiğimiz sınırlarla toplumun bizden beklentileri arasındaki müzakerenin ne aşamada olduğunun habercisidir. Karşılıklı mutabakat olduğu müddetçe kendini hissettirmez. Ancak ne zamanki bizden veya ötekilerden kaynaklı (olumlu veya olumsuz) bir uyumsuzluk baş gösterir, o zaman bize dengeyi tekrar sağlamak için harekete geçmemiz gerektiğini hatırlatır. Onuru kırılan, ya ortamı terk eder ya da hiddetle savunur kendini. Onur bahşedilen, çıkarıldığı bu yeni mertebeye yerleşmeye çalışır, benlik duyumunun yeni sınırlarını mağrur olmadan benimsemek için bocalar. Kendi onurunu çiğneyen kişi ise kendine ve dünyaya dair anlatısını baştan yazar. Onur duygusu, tıpkı Walsh’un projeksiyonu gibi, suretimizi belirgin hale getirir, mercek altına alır, dikkati üstüne çeker. Ve misyonunu tamamladığında, yani denge yeniden tesis edildiğinde, doğan günle birlikte, gölgeye karışır.

 

Notlar

(1) Akt. J.B. Pontalis, Pencereler: “Özel bir Sözcük Dağarcığı” (çev. T. Parman), Bağlam, Kasım 2009 (2. Basım), s. 79-80.

 

Editör: Bekir Demir