Sanırım 2006 ya da 2007 yılıydı. Ankara Üniversitesinin tıpçı rektörlerinden Nusret Aras’ın esip gürlediği, üniversitelerdeki araştırma görevlilerine iş garantisinin verilemeyeceğini YÖK’ün 50-d maddesinden güç alarak göğsünü gere gere her ortamda savunduğu ve elbette gereğini de “hakkıyla” yaptığı yıllardı. 2002’de Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesinde araştırma görevliliği sınavını kazanıp kadro hakkı elde ettiğimde sınavın jüri üyeleri de bunu en baştan bana da hatırlatmışlardı. Haklarını yemeyeyim, onlar sadece ellerinde olan yasal olanakların sınırlarını hatırlatıyorlardı. 50-d maddesi geçici bir kadroydu, “akademik başarı elde edip, o zamanlar en fazla üç yılda yüksek lisansını beş yılda da doktoranı bitirirsen, geçici kadrodan, yine geçici ama o kadar da geçici olmayan 33-a kadrosuna geçişin yapılabilir” denilmişti. Ben de uzun yıllar girdiğim onca araştırma görevliliği sınavından sonra nihayet yüzüme gülen talihime şükrederek bu geçici kadroyu başımın üstüne koymuş ve bu sınavı kazanabildim diye sevinç gözyaşları bile dökmüştüm. Tabii ki o zamandan bilemezdim, bu tarihten yıllar sonra atandığım kalıcı doçentlik kadrosundayken bile, bir bildiriye imza atmam gerekçe edilerek bir Kanun Hükmünde Kararnamenin ekli listesine adım eklenerek bir gecede üniversiteden atılacağımı. Yani hiçbir kanun maddesinin tek başına kalıcı bir iş güvencesi sağlayamayacağını, asıl olanın aralıksız ve kesintisiz mücadele ve örgütlenme azmi olduğu hepimizin beynine mıh gibi çakıldı bu KHK’lardan sonra. Her şerde bir hayır var demek ki…
Sanırım 2006 yılında bir grup asistan meslektaşımla başlayıp 2007-2008 yıllarında iyice etkili hale getirdiğimiz bir asistan hakları mücadelesinin bir noktasında bahse konu ettiğim rektör beyden asistan haklarını kendisine hatırlatmak için bir toplantı talebinde bulunmuştuk. O zamanlar hala bu tür taleplere, kendilerini mikro tek adamlar olarak görmedikleri için, rektör ve benzeri idareciler gönül indirerek karşılık verebiliyorlardı. Rektör Bey de bu talebimizi kabul ederek Cebeci Kampüsündeki Avrupa Toplulukları Araştırma Uygulama Merkezi (ATAUM) Konferans Salonunda bir toplantı düzenledi. Rektör Bey hazırlıklı biz asistanlar, belki de ondan daha hazırlıklıydık. Bizim talebimiz netti: iş güvencesi. Araştırma görevlisi olarak başladığımız akademik kariyerimize iş güvencesi içinde üniversitede devam edebilmekti en önemli talebimiz. Biz taleplerimizi aramızdan seçtiğimiz sözcüler aracılığıyla kendisine ve beraberindeki avenesine anlattık. Hakkını yemeyelim, sükûnetle taleplerimizi dinledi. Söz sırası kendisine geldiğinde karşımızda bir bilim insanı, bir tıp doktoru değil de bir şirketin insan kaynakları yöneticisi bulduk. Taleplerimize verdiği yanıt çok basitti: “Ben aldığım bütün araştırma görevlilerine emekli olana kadar iş garantisi sunamam. Doktorasını bitirdikten sonra, ‘hak edenler’le yoluma devam ederim, geri kalanlar da ne halleri varsa görür.” Görüş alışverişi, bir süre sonra garip bir ağız dalaşına döndü ve o serinkanlı rektörün içinden bir noktadan sonra beşinci sınıf bir televizyon kanalının neredeyse parodi haline gelmiş bir tartışma programına katılan polemik ustası çıktı. Salon, yani asistanlar olarak biz haliyle “Bir asistan en erken 30’lu yaşlarının başında doktorasını bitirebilir, bu yaşa kadar emek verdiği akademik çalışmalarından sonra üniversite dışına atıldığı zaman ne yapar?” sorusunu sorduk. O da bu soruya “Bu beni ilgilendirmez, gitsin limon satsın, bakkal dükkânı açsın, ben de yönetici olarak ‘en iyilerle’ yoluma devam etmek zorundayım” dedi. Bu yanıt salonun ortasına bir bomba gibi düştükten sonra diyaloğun orada kesileceği belliydi ve son bombayı salondan bir asistan arkadaşımız pimini çekip ortaya attı: “Haklısınız Rektör Bey, biz bakkal dükkânı açarız, sizi de danışman olarak atarız, çünkü siz belli ki ticareti çok iyi biliyorsunuz.” Bu ironi yüklü sözün üstüne söylenecek pek söz kalmadığı için, biz asistanlar olarak salonu terk edip, Rektör Bey ve avenelerine bıraktık. Bizim arkamızdan ne konuşulduğu hakkında bir fikrimiz olmadı. Ancak bizim mücadelemiz devam etti. Sendikamız Eğitim-Sen’in etrafında kümelenerek YÖK’ün önüne yürümekten, dersleri boykota kadar eylemler ortaya koyduk. Nihayetinde bu mücadeleden epeyce de bir kazanım ve deneyim elde ettik.
Tarih 20 Temmuz 2010, dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, “Her üniversite mezunu iş bulacak diye bir şey yok!” diye bir çıkış yaptı ve bu çıkışını 2 Ekim 2010’da bir özel üniversitenin açılış töreninde yineleyerek şöyle gerekçelendirdi: “Evet, diploma var ama dil biliyor mu? Hayır. Bilgisayar kullanıyor mu? Hayır. Türkiye’nin meselelerine, küresel meselelere vakıf mı? Hayır. Mezun olduğu bölümle ilgili olarak tecrübe edinmiş mi? Hayır. Ben ‘her üniversite mezunu iş bulacak diye bir şey yok’ dediğim zaman eleştirildim. Böyle bir garanti dünyanın hiçbir yerinde yok”.1Akt. Bora, T. Vd. (2011), Boşuna mı Okuduk: Türkiye’de Beyaz Yakalı İşsizliği, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 7.
Yıl 2019, Yükseköğretim Açılış Yılı Töreni, bu defa dönemin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan benzer sözleri şu şekilde tekrar ediyordu: “Birileri diyor ki, (üniversiteyi) bitirecek de ne olacak? Efendim işte işsizlik var. Olabilir. Yani her üniversiteyi bitirdiği zaman iş sahibi olacak diye de bir şey yok…”2https://www.youtube.com/watch?v=NNevXZPt6PM (Erişim tarihi: 30/10/2024). Yine tarih 28 Eylül 2022, dönemin Cumhurbaşkanı bu defa, Ankara Etlik Şehir Hastanesinin açılış töreninde, işsizlik ve bilumum başka nedenlerle umudunu ve şansını yurtdışında aramak için göç eden ağırlıklı kısmı gençlerden oluşan yurttaşlar hakkında şunları söylüyordu: “Sosyal medyada gelişmiş ülke güzellemelerinin yapılarak gençlerin bilinçaltına mutlaka buralara gidilmesi gerektiği fikri aşılanmaya çalışılıyor. Sırf daha iyi arabaya binmek, daha yeni telefon almak, daha çok konsere gidebilmek gibi süfli heveslerle ellerin yani başka ülkelerin başka toplumların kapısına varanlara acıyarak bakıyoruz.”3https://www.evrensel.net/haber/471045/erdogana-gore-yurt-disina-gidenlerin-daha-iyi-yasam-istekleri-sufli-asagilik-hevesler (Erişim tarihi: 30/1/2020). Tarih 8 Mart 2022, yine Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde düzenlenen “Kadın Muhtarlar Toplantısında konuşuyor. Konu bu defa yurtdışına göç eden doktorlarla ilgili. Cumhurbaşkanı, doktor dövmenin bir hak olarak görülmeye başlandığı, özlük haklarının ve yaşam standartlarının gün geçtikçe daha da düştüğü, can güvenliği ve saygınlığının neredeyse ortadan kalktığı bir ülkeden, kıymetinin bilineceği umuduyla yurt dışına göç eden doktorları hedef alarak şunları söylüyordu: “Bakın açık konuşayım. Açık konuşmayı severim. Varsın gidiyorlarsa gitsinler. Bizler de üniversitelerini yeni bitiren doktorlarımızı buralarda istihdam ederiz. Bunlarla beraber bu yola devam ederiz. Daha da ileri gidiyorum. Gerekirse yurt dışından ülkemize dönmek isteyenleri süratle buraya davet eder ve onları da ülkemizde istihdam ederiz…”4https://www.youtube.com/watch?v=lmlbVfuVnis (Erişim tarihi: 30/10/2024).
Yıl 2001 ve ben bir yandan yüksek lisans tezimi bitirmeye çalışırken, diğer yandan da o zamanların gözde yabancı sermayeli hipermarketlerinden birisinde kasiyerlik kariyerimin başlarındayım. Neyse ki kısa süren kasiyerlik kariyerime başlamamın tek nedeni, o dönemde part-time diye tabir edilen bir yolla çalışabileceğim en uygun işin bu olmasıydı. Tam zamanlı ve kendi alanımla ilgili bir işte çalışmak istemeyişimin nedeni de, gelecekteki akademisyenlik kariyerime hazırlanmaktı. Tam zamanlı bir işte, üstelik de mesai kavramı da olmayan gazetecilik mesleğinde çalışıyor olsam, akademik kariyerimin en başından tökezleme ihtimalim vardı. Tabii ki ilk baştan bilemezdim, böylesi bir işte part-time dahi olsa çalışmanın bu denli ağır olacağını. Neyse mağaza müdürünün marketin farklı birimlerindeki personeliyle yaptığı rutin toplantıların birisine “kasiyer” sıfatıyla katılmıştım. Katıldığım toplantıda mağaza müdürü, bir kasiyerin mağazanın yüzü, vitrini ve en önemli birimi olduğundan dem vurarak müşteriye karşı nasıl davranması gerektiğini anlatıyordu. Kasiyerin kullanacağı parfüm markasından tutun da duygu durumuna kadar, dürüstlüğünden tutun da öfke kontrolüne kadar her türlü tavsiye vardı bu konuşmanın içinde. “Kasiyer, evde ne yaşarsa yaşasın, müşteriye karşı güler yüzlü olmalı, asla öfkelenmemeli, sakin ve sabırlı olmalı…” Bir noktada ben dayanamayıp söz aldım ve kendisine tüm cesaretimi toplayıp şunları söyledim: “Söylediğiniz her şey konusunda haklı olabilirsiniz. Ancak bir şey var. Verdiğiniz ücretle ben bekâr ve çocuk sahibi olmayan bir genç olarak dahi geçinmekte zorlanıyorum. Çalışanlarınız arasında birden fazla çocuğu da olan anne ve babalar da var ve bir ev geçindiriyorlar ve aynı zamanda ev kirası ödüyorlar. Bir sonraki ay kirasını ödeyebileceğinden emin olamayan, elektrik faturasını ödeyemediği için elektriğinin kesileceğinden endişe eden insanların müşteri karşısında güler yüzlü olmasını beklemeniz ne kadar adil?” Aslında gelecek yanıtı biliyor olmama rağmen, niyetim bu yanıtı hem kendim duymak hem de diğer kasiyer arkadaşlarımın da net bir şekilde duymasını sağlamaktı. Nitekim öyle oldu. Mağaza müdürü, sakince dinledikten sonra takındığı poker suratıyla gözlerimin içine bakıp sınırsız bir özgüvenle şunu söyledi: “Bu maaşa çalışmaya hevesli dışarıda milyonlarca insan var. Siz çalışmak istemezseniz, insan kaynaklarına uğrayıp son maaşınızı da alıp işten ayrılabilirsiniz.”
1980’lerde başlayıp, size birkaç kişisel, birkaç da kamusal anekdot sunduğum 2000’li yılların başından günümüze kadar kapitalizmin mutasyon geçirmiş bir biçimi olan neoliberalizm dalgasının iş güvencesine dair yarattığı algının seyrini takip edebiliyoruz. Günümüz neoliberal literatüründe artık işçi-çalışan, mavi yakalı ya da beyaz yakalı fark etmeksizin herkes bir girişimcidir. 2007 yılındaki toplantıda doktorasını tamamlamış olmasına rağmen, kalıcı kadroya geçirilmeyecek olan araştırma görevlisine o yaştan sonra müteşebbis olmayı öneren rektörle, kendini “her üniversite bitirene iş garantisi sunmak zorunda hissetmeyen” hükümetin başı Erdoğan aynı elbisenin terzileridir. Bizlere neoliberal heyulanın giydirmeye çalıştığı o daracık elbisenin maharetli terzileri olarak bunlar, hepimize hem efendi hem de köle olmayı vazederler sürekli. Erdoğan, “diploması var, ama dil biliyor mu, diploması var ama bilgisayar kullanabiliyor mu?” diye sorarken, 20 küsur yıl içinde yarattığı sapına kadar ticarete konu edilmiş eğitimin neden her okuldan mezun olan gence dil öğretemediğini gözden ırak hale getirmek için, sorumluluğu yaşamının baharında bir çıkış yolu arayan gençlere yükler. Çünkü bu her cepheden karşımıza dikilen otokrat yöneticiler nazarında sorun hiçbir zaman sistem sorunu değil, insanların kendi kişisel sorumluluklarını bilmemeleri sorunudur. Artık sınıf mücadelesi de insanın kendisiyle iç savaşı haline dönüşmüştür.5Chul Han, Byung (2020), Psikopolitika: Neoliberalizm ve Yeni İktidar Teknikleri, İstanbul: Metis, s. 15.
2000’lerden günümüze kadar artık sınır tanımaz hale gelen neoliberal heyulanın yarattığı performans toplumunda başarısızlık tamamen kişinin kendi sorumluluğuna yüklenir. Psikolojiniz mi bozuldu, sizin yeterince dayanıklı olmamanızdan kaynaklanmıştır, kredinizi mi ödeyemediniz, bütçenizi yeterince maharetli yönetemediğiniz için olmuştur, evsiz mi kaldınız, zamanında iyi hesap yapacaktınız. Bir bildiriye imza attınız diye ihraç mı edildiniz? “Reel politik koşulları iyi analiz edip ona göre gereken pragmatik adımları atamadığınız içindir.” Bu sorumluluk duygusu o kadar güçlü şekilde yüklenir ki neoliberal performans toplumunun “özgür” bireyine, bir noktadan sonra bütün başarısızlıkların sorumlusu haline gelir ve bundan utanç duymaya başlar. Neoliberal rejimin kendine has dehası burada karşımıza çıkar. Böylesi bir başarısızlığın sorumlusu olarak görülmemek için sisteme karşı direnişe izin vermez. Aslında yabancı bir gücün sömürüsünün söz konusu olduğu rejimlerde sömürülenlerin dayanışma göstererek hep beraber sömürenlere karşı dayanışma içinde hareket etmeleri mümkündür. Marx’ın proletarya diktatörlüğünü mümkün kılacağını varsaydığı proletarya devrimi fikri de buna dayanır. Fakat bu fikir baskıcı iktidar ilişkilerini var sayar. Neoliberal öz-sömürü rejimindeyse insan öfkesini sömürenlere karşı değil de daha ziyade kendine yöneltir. İnsanın kendine yönelttiği bu saldırganlık sömürüleni devrimci değil depresif yapar.6Age., s. 16. Bununla da kalmaz, neoliberal öz-sömürü düzeninin “özgür” bireyleri, öfkelerini sömürenlere karşı değil, kendilerinden daha zayıf kesimlere de yöneltirler. Bu hem kendine hem de kendinden zayıf olanlara yönelen öfke, bireyleri depresif hale getirmekle kalmaz, aynı zamanda bencil ve en basit ahlaki nosyondan ari hale de getirir.
Türkiye gibi hibrit; yani yarı baskıcı yarı performansa dayalı sorumlulukçu iktidar mekanizmalarının hâkim olduğu ülkelerde, yeri geldiğinde baskı yeri geldiğinde ise suçluluk duygusu devreye girer. Suçluluk duygusunun kökeni ise 60’lı 70’li yılların sol-sağ çatışmalarına kadar dayanır. 70’li yıllardaki örgütlü politik mücadeleden yenik çıkan solun örgütlenme kültürü 80’lerden beri aktörlerini ve politik hareketleri suçluluk duygusuyla baş başa bırakmıştır. O dönemden günümüze kadar gelen bu suçluluk duygusu dayanışma, örgütlenme ve diğerkâmlık kültürünün en hafif tabirle enayilik olarak yaftalanmasına yol açmıştır. Buradan neşet eden suçluluk duygusu, bir noktadan sonra işçi-çalışan kesimleri çaresizce her türlü başarısızlığın ceremesini yüklenmeye zorlamıştır. Elbette buna günümüz Siyasal İslamcı iktidar döneminde yarı paternalist yarı mütevekkil olmak üzere hibrit bir özne bilinci de eşlik etmiştir. Bu bilincin temel iki mottosu vardır: Biri “ekmek veren eli ısırmayacaksın”, diğeri, bu dünyada alamadığını mutlaka öbür dünyada alacaksın.”
Bugün, neoliberal heyüla, dünyadaki bütün toplumları içten içe çürütüyor. Çürüyen bütün toplumlar hızla birbirine benzemeye başladı. Bu nedenle öyle görünüyor ki, dünyada kaçılacak daha müreffeh bir ülke de kalmadı. Gidilecek yol ve benimsenecek ilke çok basit: Öfkemizi bilemek, suçluluk duygusundan bir an önce kurtulmak ve sömürenlerle göğüs göğse mücadeleden kaçmamak. Çünkü artık dışarısı yok, hepimiz çemberin içindeyiz, mavi yakalısıyla beyaz yakalısıyla.
Notlar
(1) Akt. Bora, T. Vd. (2011), Boşuna mı Okuduk: Türkiye’de Beyaz Yakalı İşsizliği, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 7.
(2) https://www.youtube.com/watch?v=NNevXZPt6PM (Erişim tarihi: 30/10/2024).
(3) https://www.evrensel.net/haber/471045/erdogana-gore-yurt-disina-gidenlerin-daha-iyi-yasam-istekleri-sufli-asagilik-hevesler (Erişim tarihi: 30/1/2020).
(4) https://www.youtube.com/watch?v=lmlbVfuVnis (Erişim tarihi: 30/10/2024).
(5) Chul Han, Byung (2020), Psikopolitika: Neoliberalizm ve Yeni İktidar Teknikleri, İstanbul: Metis, s. 15.
(6) Age., s. 16.
Editör: Bekir Demir