Beklemek aşk ve eksiklik oyununun bir parçasıdır, ancak avı gölgeyle karıştırmamaya dikkat edin: bekleyebilir, umut edebilir, hayalî bir aşk düşleyebiliriz, ancak yalnızca gerçeği yaşarız. Ve filozof André Comte-Sponville’in işaret ettiği gibi gerçeklik asla yanılmaz.
Sven Ortoli: Aşkı beklemek ilk bakışta size ne çağrıştırıyor?
Aşk her şeyden önce kişisel anılar, kimi zaman tatlı, kimi zaman acı, çoğu zamansa ikisi birden. Arzuyu, ama zaman içinde genleşmiş, sanki gerçekleşmesinden ayrılmış gibi. Hazzı, ama bir sonra için. Neşeyi, ama geç kalmış bir neşeyi. Tutkuyu, ama en azından şimdilik nesnesinden koparılmış bir tutkuyu. Yani eksiklik, sabırsızlık, açgözlülük, bazen de hüsran… Bu tutkunun en güçlü yönü ve belki de düsturudur. Platon’un Şölen’ini hatırlayın. Aşk arzudur, arzu ise eksiklik: “Sahip olmadığı, kendisinin bizzat öyle olmadığı, eksikliğini duyduğu şey, işte onun arzusunun, aşkının nesnesi olan şeydir.”1Türkçesi: Platon, Şölen, çev. Cenap Karakaya, İstanbul, 2000 (Ed.) Platon kendine itiraz eder: Sağlıklı olup sağlıklı olmayı, zengin olup zenginliği arzulayamaz mıyım? Hayır, çünkü bu durumda arzuladığım şey halihazırdaki sağlığım ya da zenginliğim değil, bunların gelecekte de devam etmesidir, ki bu da kesin değildir. Gelecek daima eksiktir, mesele de budur, bu yüzden beklemek aşk için esastır, yani sadece seks değil, en azından Platon’un eros dediği türden, aşk tutkusu olan aşk için böyledir. Görünüşte dingin bir çiftte bile, tutku ve özlemin yeniden alevlenmesi için genellikle sadece birkaç gün ayrı kalmak yeterlidir… Tıpkı gider gitmez sevdiklerimizi özlememiz gibi! Bu yüzden hem âşıklar hem de sevgililer için (tutkunun ilk aşamalarında olduğu kadar bir ilişkide de) beklentiden varlığa geçmek epey zordur. Nadiren bu kadar uzun ve yoğun bir şiddetle beklediğimiz şey aynı denli güçlü ya da iyi olur! Bu doğru: Sadece mümkün olanı ya da hayalî olanı bekleriz ama sadece gerçeği yaşarız. Ancak yaşamaya değer olan hayattır: Beklentinin kendisi ancak onu yaşadığımız ölçüde, elbette şimdiki zamanda ve dolayısıyla gerçekliğiyle orantılı olarak bir değere sahiptir.
Augustin, aşkı boşuna arayarak geçirdiği gençliğinin hikâyesini anlatır. “Aşka âşık olduğunu” söyler. Programlanmamış olsak bile, en azından baştan beri aşka ve “bize” meyilli miyiz?
“Amare amabam, nondum amabam”, “Sevmeyi sevdim, henüz sevmedim” diye yazmıştı Aziz Augustine, bu genellikle böyledir ve neredeyse her zaman sevmeye böyle başlarız. Hem sekse programlandığımız için doğal olarak, hem de ilk sevildiğimizden beri (ebeveynlerimiz tarafından, en azından annemiz tarafından, neredeyse her zaman) kültürel olarak aşka programlandık ve bunun eksikliğini ya da özlemini hissetmekten asla vazgeçmeyiz. Neredeyse tanım gereği ya da totoloji gereği sevmeyi seviyoruz: Eğer Platon’un söylediği gibi aşk eksiklikse, orada olmadığında ve özlediğimizde onu nasıl sevmeyebiliriz? Ve eğer Spinoza’nın dediği gibi neşeyse, en azından bir gün sevme fikriyle nasıl neşe bulmayız? Hiçbir şey, sevgiden daha kolay sevilmez! Ama iş aşkı ya da seksi (başka bir deyişle kişinin kendisini, yanılsamalarını, zevklerini) değil de o kadını, o erkeği tüm sonluluğu, somutluğu, etkileyiciliği ya da sinir bozucu kusurluluğu içinde sevmeye geldiğinde her şey daha karmâşık hale gelir… Sevmek -yani ötekini olduğu gibi, onu tanıdığımız gibi sevmek- daha zordur, ama aynı zamanda daha gerçek, daha dokunaklı, daha derin, daha kalıcıdır. Tutku bekler; işte o zaman zirveye ulaşır. Ama hayatınızı yaşamak için bekleyerek geçiremezsiniz! Sonuç olarak, aşk tutkusundan (eros) faal aşka (philia: ortaklık veya dostluk) geçmek gerekiyor. Başka bir deyişle, Platon’dan Aristoteles ve Spinoza’ya, beklentiden (l’attente) ihtimama (l’attention). Aşkı düşlemektense sevişmek daha iyidir!
Hıristiyanlık sevgiyi merkezi bir tema haline getirmiştir. Ama aynı zamanda Mesih’in dönüşünü bekleyen bir dindir. Bu motif bizim hayalî sevgi beklentimizi ne ölçüde şekillendiriyor?
Kitabı Mukaddes’in savunduğu sevgi ne eros ne de philia‘dır, agape‘dir, yani hayırseverlik sevgisi, komşu sevgisidir, ki bu her zaman sevilebilir, arzulanabilir ya da sevindirici değildir… İsa sizden komşunuza, yani herhangi birine âşık olmanızı, hatta komşunuzun arkadaşı olmanızı bile istemez (arkadaşlarınızı seçersiniz, komşunuzu seçmezsiniz). Onu beklemenize gerek yok: o zaten oradadır, her zaman orada! Ama haklısınız, bekleme teması umutla, parousia ile, Mesih’in beklenen ve ertelenen varlığıyla ya da basitçe diriliş, cennet, kurtuluş umuduyla birlikte tekrar gündeme gelir… Bu Hıristiyanlığın tam anlamıyla dinî ya da tutkulu boyutudur. Komşumuz asla eksik değildir. Tanrı her zaman eksiktir. Bu durum sevgiyi hayal etme biçimimizi etkiler mi? Kuşkusuz, çocukluğundan beri bu dünyaya dalmış olanları (ben onlardan biriyim) ve sevgilinin bir kurtuluş olmasını bekleyenleri (ben bunu yapmayı uzun zaman önce bıraktım) etkileyecektir. Onlar için çok kötü: kaçınılmaz olarak hayal kırıklığına uğrayacaklar, en azından Dünya’da ve gerçek aşklarında.
Bir karşılaşmadan önce, karşılaşma beklentisi vardır: Bunun yaşadığımız tüm aşk deneyimlerinden önce geldiğini söyleyebilir misiniz?
Evet, elbette ve La Rochefoucauld’un gördüğü de budur: “Aşkı hiç duymamış olsalardı asla âşık olmayacak insanlar vardır”. Hepimiz böyleyiz diyelim, edebiyat ve sinema başka bir şeyden neredeyse hiç bahsetmediği için daha da böyle. Aziz Augustine gibiyiz: neredeyse hepimiz aşkı severiz, âşık olmadan önce onu bekleriz, ona hazırlanırız. Sonunda âşık olmamıza şaşmamalı! Yanlış olan gerçeklik değildir. Bizi aldatan idealdir, çünkü öyle bir şey yoktur.
Ne beklediğimizi biliyor muyuz?
Yalnızca geleceği bekleyebiliriz ve bu yüzden de halihazırda olan gelecek değil de şimdi olduğunda kaçınılmaz olarak hayal kırıklığına uğrarız. Bir ideali ya da hayali bekleriz ve sadece gerçek olanı yaşarız. Ama yanlış olan gerçeklik değildir. Bizi aldatan idealdir, çünkü o yoktur. Bu yüzden gerçekten sevmeyi öğrenmeliyiz ve bunu yapmak için de sevgiyle ilgili yanılsamalara inanmayı bırakmalıyız. Bana sorduklarında gençlere söylediğim şey budur: Beyaz Atlı Prens’i bekleyen bir genç kızla ya da ideal kadına inanan bir erkekle karşılaşırsanız, başka yöne doğru kaçın! Onu sadece hayal kırıklığına uğratırsınız ve beklentilerini karşılayamamanızın sonucu kaçınılmaz olarak size yönelttiği kızgınlık olacaktır. Öte yandan, benim en sevdiğim kadınlar artık erkekler hakkında hiçbir hayali olmayan ama onları yine de seven kadınlardır!
Tolstoy’un Aile Mutluluğu‘nda Maşa şöyle der: “Ben hâlâ neyin eksik olduğunu bile bilmiyorum. […] Her şey bekliyordu, […] Ben de bekliyordum, bir şeyler umuyordum.” Beklemek, nesnesi olmayan bir umut mudur?
Evet, muhtemelen. Ancak verili bir nesneyle ilgili olsun ya da olmasın, beklenti gelecekle ilgilidir, olmayan ve bu nedenle yalnızca hayalî bir olası nesneye sahip olan bir şey. Öte yandan şimdiki zaman asla eksik değildir: artık beklentinin değil ihtimamın, umudun değil eylemin, bilginin ya da sevginin nesnesidir. Bunu defalarca söyledim: Mesele kendimizi beklemekten veya umut etmekten men etmek değildir (bu imkansızdır, çünkü umut olmadan korku olmaz ve biz korkularla doluyuz), mümkün olduğunda biraz daha az umut etmek ve dolayısıyla biraz daha az korkmak (çünkü korku olmadan umut olmaz) ve her şeyden önce biraz daha fazla bilmek, hareket etmek ve sevmektir.
Sosyal ağ siteleri, profillere göz atma ve ruh eşinizi kataloglarda arama şansı sunarak flört sanatını dönüştürdü. Bu durum, neyi değiştirmiş oldu?
Onları kesin bir cevap verebilecek kadar sık kullanmadım. Ama bana öyle geliyor ki temel noktayı değiştirmiyor: Ekranda bile olsa her zaman karşımızdaki kişiyi hayal ederek başlıyoruz ve bu da gerçekte hiç tanışmadığımız birine bile neden uzaktan âşık olabileceğimizi açıklıyor. Ama onu gerçekten sevmek istiyorsanız, onu tanımak zorundasınız… Ağların zaman kazandırdığı ve tanışma fırsatlarını artırdığı doğru, özellikle de utangaçlar için (ki ben de onlardan biriyim). Ancak giderek daha hızlı hale geldikçe cinsellik (kalpten çok daha hızlı bir şey!) her şeyi domine etmeye başlayabilir, özellikle erkeklerde. Bu tür platformları kullanan arkadaşlarım neredeyse hepsi buralardan biraz üzgün bir şekilde çıktılar.
Bir toplantıdan sonra randevuyu beklemek, telefon etmek, mesaj atmak… Roland Barthes’ın aşkın her şeyden önce bekleme sırasında yaşandığını söylemesine neden olan zevk ya da endişe anları; buna ne dersiniz?
Aşk-tutkusuna evet. Aşk-eylemi için hayır. Aslında, onları birbirinden ayıran şeylerden biri de budur. Sevişmek orgazm olmayı beklemek değildir! Çocuklarınızı sevmek, onlara sahip olmayı ya da onların büyümesini beklemek değildir! Bir çift olarak yaşamak, diğer kişiyi umut etmek, onun hakkında hayaller kurmak ya da nihayet ideallerimize (ki bu çoğu zaman narsisizmimiz anlamına gelir) uygun yaşamasını beklemek değil, onu olduğu gibi ya da tanıdığımız haliyle sevmektir; şüphesiz hiçbir zaman tam olarak değil, ama hayalimizdeki kişiyle karıştırmayacak kadar.
Birini sevmek ondan bir şeyler beklemek anlamına mı gelir? Yoksa tam tersine, onlardan hiçbir şey beklememek, onları beklentilerimize yabancılaştırmadan kendi hallerine bırakmak mıdır?
Elbette her ikisi de. Bu, Hıristiyan geleneğinde içten gelen sevgi (bir başkasını kendi iyiliği için sevmek) ile iyilikseverlik sevgisini (bir başkasını onun iyiliği için sevmek) birbirinden ayıran şeydir. Tutkulu aşk esas olarak ilkidir. Arkadaşlık, bazen (her zaman değil!), ikincisidir. Ancak bu ikisi özellikle zaman içinde birleşme ve hatta birbirinden ayrılamaz hale gelme eğilimindedir. Benim için bu kadar çok şey yapan biri için nasıl iyi bir şey istemem?
Gabriel Marcel, Homo Viator‘da şöyle yazar: “Birini sevmek, ondan aşılamayacak, öngörülemeyecek bir şey beklemektir. Bu, ona bu beklentiyi karşılayacak araçları vermek demektir. Paradoksal gibi görünse de, beklemek bir bakıma vermektir.” Bunları nasıl anlıyorsunuz?
Gerçek olamayacak kadar iyi. Ancak güvenimizi verdiğimiz ve bunun paradoksal bir şekilde diğer kişinin bunu hak etmesine ve dolayısıyla aslında nesnesi olduğu “bu belirsiz beklentiye (güvene) yanıt vermesine” yardımcı olabileceği doğrudur. Bununla birlikte, kendimizi kandırmayalım. Sevgilerimizin çoğu açıkça bencil, sınırlı, yavandır… Eğer Tanrı varsa sevgi olmasını isterdim ki tek istediğim bu. Ama bu sevgiyi bir dine dönüştürmek için bir neden değil!
Çoğu zaman, sadece bir aşkı değil, sonsuza dek sürecek olan “o aşkı”, “büyük aşkı” bekleriz. Bu umut bize ne anlatıyor? Bizi bir yerlerde “bizim için birinin” var olduğuna inanmaya iten nedir?
Anne: bizi ilk seven, sevdiğimiz ve kaybettiğimiz kişi. Baba da, bazen ya da belki… Freud’dan aklımda kalan ana fikirlerden biri bu: en büyük aşk hikâyemiz kesin olarak geride kaldı. Yas tutmayı, nostaljiyi ya da (fantastik ya da saçma şekilde) umut etmeyi asla bırakmayız. Freud’la birlikte “tüm aşklar aktarımdır” diyecek kadar ileri gitmeli miyiz? Bilmiyorum. Ama şüphesiz aşklarımızın çoğunda aktarım vardır. ‘Büyük aşk’ın sadece hayalini kurarız çünkü onu zaten yaşamışızdır (erken çocukluk döneminde) ve onu bekleyerek çok hoş olabilecek sıradan küçük aşkları kaçırmak nadir değildir. Henry James’in Ormandaki Canavar kitabını tekrar okuyun. Gerçek aşkın sizi “ormanda gizlenen vahşi bir canavar gibi” beklediğine inanırsanız, hayatınızı ve aşkı kaçırma riskiyle karşı karşıya kalırsınız. Gerçek şu ki, önceden yazılmış bir gelecek, ruh eşi, sizin için kaderde yazılmış biri, dört gözle bekleyeceğiniz bir “gerçek aşk” yoktur. Bu yüzden bir efsane olan Tristan ve Isolde ya da sadece gençlik romanları olan Romeo ve Juliet (Juliet 14 yaşında) hakkında hayal kurmayı bırakın! Bunun yerine Harlequin romanlarını Flaubert’in Duygusal Eğitim romanı veya Proust’un Kayıp Zamanın İzinde eseriyle karşılaştırdığınızda: İlk durumda büyük aşklar üzerine küçük bir edebiyat; ikincisinde ise küçük aşklar üzerine büyük bir edebiyat bulursunuz. Bu aşklar, bizim gerçek aşklarımızdır: her zaman sınırlı, her zaman eksik, her zaman bir şekilde hayal kırıklığına uğratan (özellikle önce onları hayal ettiysek). Ancak uzun vadede yaşadığımız en iyi şeylerden biri olarak bilinen (bu nedenle olası sonsuzluk deneyimlerini bir kenara bırakarak), çok rahatsız edici ve zevkli anlarla dolu deneyimlerdir. Bu anlar hem cinselliğe hem de kalbe dokunur, hatta ikisinin de dengesiz ve sarsıcı bir birleşimine daha fazla dokunur. Tüm çiftler bilir ki, mutlu olduklarında bile, bu deneyimler kurtuluş veya mutluluk kaynağı olmamıştır, sadece onları hayal etmeyi hatta aramayı bıraktıkları zaman hariç!
Notlar
(1) Türkçesi: Platon, Şölen, çev. Cenap Karakaya, İstanbul, 2000 (Ed.)
Orijinal Başlık: André Comte-Sponville : “On n’attend que le possible, on ne vit que le réel”
Yazar: Sven Ortoli
Türkçeye Çeviren: Çağan Gökçen
Editör: Adnan Akan