Futbol Asla Sadece Futbol Değildir
Futbol hiçbir zaman 22 kişinin bir topun peşinde koştuğu kültürsüz hava sahası olmadı. Futbol Asla Sadece Futbol Değildir kitabında Kuper, “Futbol, bir kültürün, bir toplumun aynasıdır. Yalnızca sahada değil, tribünlerde, medya aracılığıyla, hatta sokakta oynanan amatör maçlarda bile, futbol toplumun derinliklerine dair izler taşır” der. En kültürsüz futbol nüvesi bile apolitikliği ve kültürsüzlüğü ile büyük bir politik yanıt taşıyor içinde.
Futbol genel olarak, özellikle ilk çıkış anında sınıfsal, kültürel, hatta ideolojik bir savaş sahnesiydi. İngiliz işçi sınıfının mola ya da fabrika çıkışı eğlencesi şu an İngiliz işçi sınıfının adım atamadığı lüks statlarda sahneleniyor. Bu dönüşümü sınıftan, ideolojiden bağımsız değerlendirebilmek ne mümkün!
Futbol geldiğimiz noktada, egemen sınıfların kendi değerlerini evrensel normlara dönüştürerek toplumun rızasını kazanmaları için çabalıyor. Oligarklar bu nedenle kirli paralarını en kolay futbolda temizleyebiliyor. O yüzden devasa kulüpleri “satın alıyorlar”.
Futbol artık çoğunlukla hegemonik düzenin bir aparatı olarak kullanılıyor. Eşkiyalar ve isyanlar çağı futbolda artık kendini pek gösteremiyor bu nedenle.
Halbuki futbolun kolektif doğası, tribünlerin yatay örgütlenme biçimi ve taraftarların dayanışma kültürü, onu politik söylemlerin hem üretildiği hem de yeniden dolaşıma sokulduğu bir zemin haline getirmesiyle biliniyordu. Futbol örgütlenmesinde “cehennem başkaları” değildir, tribünlerde tam tersine bir yürüyüşle “kurtuluş başkalarıyladır”. Futbol, özünde bir ortaklık fikrine dayanır. Ne tek başına bir futbolcu maçı kazanır, ne de tek başına bir kişi maçı kaybeder. Top bir kişinin değil, takımın ayağındadır; zafer de yenilgi de müşterektir. Bu yüzden futbol dayanışmanın, biz kültürünün zorunlu sahnelerini taşıması gerekir.
Özellikle otoriter rejimlerde futbol, ya halkın dikkatini gerçek sorunlardan uzaklaştırmak için kullanılır ya da halkın bu baskıcı düzene karşı sesini yükselttiği bir platform olur. Latin Amerika’dan Doğu Avrupa’ya, Ortadoğu’dan Kuzey Afrika’ya kadar pek çok örnek, futbolun bir nevi “mikro politika” alanı olduğunu gösterir. Futbol sahası, ekonomik ve kültürel sermayenin dönüştüğü, yeni ilişkilerin kurulduğu bir mücadele alanıdır.
Cuntaya Karşı Socrates Demokrasisi
Futbolu futbol yapan, aslında sahanın içinden ziyade sahanın dışından gelen güzelliklerdir. Sahanın dışı o kadar hareketli ve anlamlı olmasa, sadece 22 futbolcunun bir araya gelip top koşturmasından ne çıkar ki? Bu yüzden, sadece “İyi oynadık, kazandık; kötü oynadık, kaybettik; hakem hatasıydı” gibi yüzeysel açıklamalarla geçip giden futbolcular iz bırakmakta zorlanıyor. O yüzden futbolu bırakmış olsa bile Cantona ne derse manşet olabiliyor. O sadece attığı goller değil, golleri atıp kenara çekildiği günlerde “Bankaları boykot edelim, tüm Fransa paralarını çeksin ve sistem çöksün” çıkışı ile de bizim “le Roi”miz oldu. Futbol dünyasının demokrasi havarisi kralı tüm huysuzluğu ile hâlâ sistemle uğraşmaya devam ediyor.
Cantona gibi birçok isim saymak mümkün bu alanda. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri, Brezilyalı efsane futbolcu Socrates. Babası, Yunan felsefesine hayran bir adamdı ve çocuklarına Sofokles ve Sostenes gibi derin anlamlar taşıyan isimler vermeyi seçmişti. Üçüncü çocuk ise Socrates’ti. Futbolcu olduğunda ne sınıfına ne de köklerine ihanet etmeyenlerdendi Socrates. Futbol, onun için yalnızca bir oyun değil, bir ideoloji, bir yaşam biçimi, bir direniş şekliydi.
Socrates, ülkesi Brezilya’daki referandumların, boş vaatlerin ve darbelerin süslediği politik atmosferde, gerçek hesaplaşmaları, yalnızca sahada değil, hayatının her alanında yaptı. “Diktatörlere çalım atmak, savunmacılara çalım atmaktan çok daha zordur” derken, futbolun ötesinde, halkının özgürlüğünü savunuyordu. “Doktor” lakabıyla tanınan bu efsane, sadece top koşturmakla kalmadı, aynı zamanda toplumuna adalet ve özgürlük için verdiği mücadeleyle de tarihe geçti.
Babasının ona verdiği isme, o da kendi oğluna “Fidel” adını vererek, Latin Amerika’nın devrimci kahramanlarından Fidel Castro’nun mirasına sahip çıktı. Bir gün, Fidel Castro ona “Küba Milli Takımı’nı çalıştırır mısın?” diye sorduğunda, “Kübalı bir işçinin aldığı ücretten fazla almamak kaydıyla” notunu düşmüştü. Hastalığı ilerlemeseydi ne izlerdik bilinmez ama bu buluşma gerçekleşmedi.
Ancak Socrates aforizmalardan, anılardan öte bir tavırla mitleşti. O eylem insanıydı ve Brezilya’da demokrasiyi futbolcu arkadaşlarıyla örmeyi başardı. Corinthians’ta arkadaşlarıyla birlikte başlattığı “Corinthians Demokrasisi”, sadece futbolun değil, toplumun da demokrasiye doğru evrilmesi için önemli bir adımdı. Takımın oyun anlayışı, sadece saha içindeki başarılarla değil, aynı zamanda saha dışındaki ideolojik duruşlarıyla da tanınıyordu. O dönemde açtıkları pankartlar, futbolun sadece eğlence olmadığını, aynı zamanda bir siyasi duruş sergileyebileceğini gösteriyordu. “Tüm siyasi tutsaklara özgürlük” pankartı, futbolun dışındaki mücadelelere, toplumsal eşitsizliklere ve diktatörlüklere karşı bir başkaldırıydı.
Brezilya’da meydana gelen 1964 darbesinde 10 yaşındayken, babasının Bolşevik iktidarını anlatan bir kitabı yakmasına şahit olan Socrates bu ânı hiç unutmadı.
Socrates, futbolu, hayatı, siyaseti ve halkını birbirinden ayırmayan bir adamdı. Onun için futbol sadece fiziksel bir aktivite değildi; o, futbolu, toplumu değiştirebilecek bir araç olarak kullanıyordu. Galeano, Gölgede ve Güneşte Futbol kitabında, Socrates’i “turna kuşu gibi, uzun bacakları ve çabuk yorulan ayakları olan, ama topuk paslarıyla her zaman fark yaratan” bir futbolcu olarak tanımlar. Ama Socrates sadece bir futbolcu değildi. O, adaletin, özgürlüğün ve demokrasinin savunucusuydu.
1982 yılında, Brezilya’da yapılan seçimler öncesinde Corinthians futbol takımı, dikkat çekici bir siyasi mesajla sahaya çıktı. 15 Kasım’daki seçimlere atıfla oyuncular, formalarının üzerinde “Dia 15 Vote” (15’inde Oy Ver) yazısıyla sahada yer aldı. Bu eylem, dönemin askeri rejimi altında gerçekleşen demokratikleşme sürecine bir destek niteliğindeydi.
Bu sadece Corinthians tribünlerinde değil tüm Brezilya’da yankı bulan çağrıydı ve insanlar politik olarak tavır göstermeye çağrılıyordu. Gösterdiler de…
Yaşamının son demlerinde de aynı zamanda bir doktor olan Socrates, köy köy dolaşarak yoksul halk çocuklarını tedavi etti. “Corinthians’ın şampiyon olduğu bir Pazar günü ölmek istiyorum” demişti ve bu devrimci öyle bir günde öldü.
Brezilya’dan Türkiye’ye, Socrates’ten Sahibinin Sesine
Brezilya futbolu milli formalarına taktıkları beş yıldızla değil devirdikleri diktatörle de öznel bir yere sahip. Türkiye’de ise futbol, uzun süredir politik söylemlerin dışında tutulan bir alan olarak şekillendi. Tribünler yalnızca maç izlenen değil, aynı zamanda fikirlerin dolaşıma girdiği, kimliklerin ifade bulduğu yerlerdir. Ancak Türkiye’de futbol, bu potansiyelinden sistematik olarak arındırılmıştır. Medya, kulüp yöneticileri ve federasyon aracılığıyla futboldaki politik içerik sürekli olarak bastırılmış, futbolcular ise âdeta birer teknik robot gibi davranmaya itilmiştir.
Althusser’in ideolojik aygıtlar teorisinden yola çıkarak diyebiliriz ki; okullar, kiliseler, medya kadar spor da ideolojinin yeniden üretildiği bir aygıttır. Türkiye’de futbol, egemen ideolojinin sürdürülmesinde kullanılan başlıca araçlardan biri haline gelmiştir. Kulüplerin devletle olan sıkı ilişkisi, siyasetin kulüp başkanlıklarına doğrudan müdahalesi ve tribünlerin sürekli denetim altında tutulması ve kulüplerin iktidara jest olarak milyonlarca taraftarı rehin alması futbolu steril, apolitik bir alan haline getirmiştir.
Bir kulüp başkanının ülkenin en büyük sermaye grubunun lideri olmasına sürpriz denemez, olsa olsa bu illüzyonda “dördüncü duvarın yıkılması” denebilir.
Bir günde değil 23 yılda gelinen süreçte muhalif sesler görmek bir zamanlar mümkündü.
2013 Gezi Direnişi, Türkiye’de futbolun politik doğasının yeniden görünür olduğu nadir dönemlerden biridir. Beşiktaş’ın Çarşı grubu başta olmak üzere Fenerbahçe ve Galatasaray tribünlerinden taraftar grupları, direnişe aktif olarak katılmış, hatta sokakta polisle çatışmıştı. Arap Baharı’ndaki öncü kuvvetler de tribünlerden oluşuyordu. Aynı dönemler diyebileceğimiz günlerde futbol, bir kez daha halkın sesini duyurduğu bir alan haline gelmişti.
İstanbul United da, sosyal medya diliyle rakip takımların “benim yükselenim Çarşı” esprileri de bugünlere denk geliyor. Barikatlarda Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray taraftarı polise birlikte karşı koymuştu. O zaman da bu takımlar kıyasıya bir rekabet içindeydi ama gerçekten birbirlerine “kıymak” gibi bir öncelikleri yoktu. Şu an makul şartları oluşturduğunuzda bu takımların taraftarlarına birbirine “kıyabilecek” rızayı ürettirebilirsiniz.
Ancak Gezi sonrası dönemde iktidarın zaten olan otoriterliğinin dozunu daha da arttırmasıyla birlikte, bu politikleşme süreci kesintiye uğradı. Passolig uygulaması, tribünlere girişte kimlik kontrolünü zorunlu kılarak muhalefetin önünü kesmiş, organize taraftar yapıları dağılmıştır. “Silivri soğuktur” sözü, yalnızca politik figürler için değil, artık futbolun içindeki bir tribün grubu için de geçerliydi.
Passolig protestoları ilk başlarda hayli kitleseldi ve şu bildiğimiz “boykot” yokken, tribünlerin boykotu vardı. İnsanlar takımlarının maçlarını stadyumda izlememeyi kabullenmişti. Ancak hem üç İstanbul takımının ana gruplarında bu durumun yaşanmaması hem de Passolig dava sürecinin uzaması ve sonunda da şirket lehine karar çıkması boykot kalesinde büyük bir gedik açtı. Protesto eden gruplar tribünlere geri döndüklerinde alabildiğine gericileşmiş, lümpen bir tayfa ile karşı karşıya buldular kendilerini. Bu da bugüne uzanan süreçteki mevzi kayıplarından en başa yazılması gereken bir yol kazası oldu. Tribünler artık muhalif grupların değildi.
Passolig ve futbol özelinde bir cümle etmek gerekirse, bugün stadyumda maç izleyen her taraftar AKP tarafından Çalık Holding’in bünyesindeki Aktif Bank müşterisi olarak aldırılan kartlarla maça giriyor.
Bir de Gezi sürecinde darbecilikle yargılanan Çarşı’nın pasifize edilme süreci var. Kamuoyunda gerekli desteği bulamayan Çarşı, davalarında bir avuç insan hariç bir dayanışma göremedi. Dayanışmasızlık teslim olmanın bir açıklaması değil ama böylesine ciddi bir suçla yargılanan grup, elini kolunu kaptırmış şekilde tribünlerde politik sloganlar üretemedi. Bir dönem dünyanın herhangi bir yerindeki ırkçılığa da, Sinop’taki nükleere de Van’daki depreme de ses çıkaran grup “Beşiktaş seninle ölmeye geldik” sözünden öteye bir duygu durum belirtisi gösteremiyor. O yüzden Çarşı son dönemlerde diğer gruplara göre en sessizi oldu.
Bir de bilet fiyatları var ki o da taraftardan müşteri profiline geçen bir kitle oluşturdu. Bir statta maç izlemenin bedeli astronomik rakamları buldu. O yüzden buraya gidenler de parasını biriktiren ya da “şeytana uyup” bir günlüğüne hovardaca harcamalar yapan işçi sınıfından insanlar ve rahatlıkla ekonomik refaha ulaşmış ya da ulaşmanın kıyısındaki ara sınıftan kişiler oluyor. İşçi sınıfı bir maça gidiyorsa diğerine gidemiyor, bir sezonda izlediği maç sayısı belki üç belki dört Ama stadın gerçek sahibi haline getirilen, eski tribüncülerin “sosyete” diyerek, bağırmadıkları için aşağıladığını düşündüğü sınıf o statların gerçek sahibi.
Bu dönüşüm de ne yeni bir slogan ne yeni bir tezahürat ne de yeni bir isyan üretiyor.
19 Mart ve Ötesi: İktidarın Sessiz Suç Ortakları
19 Mart 2025 tarihinde İstanbul’da Saraçhane merkezli protestolara destek veren üniversite öğrencilerine yönelik polis saldırıları ve ardından gelen gözaltılar, kamuoyunda büyük yankı uyandırsa da futbol camiası sessizliğini korudu. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun yargılandığı davalar, diploma iptali, seri gözaltı süreçleri gibi durumlardan hiçbiri, kulüpleri bir refleks göstermeye ikna edemedi.
Bir zamanlar halkın takımı olmakla övünen takımlar artık siyasi iktidarın yanında konumlanmakla kalmıyor; iktidarın söylemlerini içselleştirerek yeniden üretiyor. Bu süreçte futbolun bir tür suç ortaklığına dönüştüğünü söylemek abartı olmaz. Çünkü polis şiddetinin en tepede olduğu günlerde Süper Kupa’da Fenerbahçe-Galatasaray kavgası izlemek ve bu kavgaya taraf olmanın dayatılması bir çeşit suç ortaklığıydı. Mourinho, rakip teknik direktör Okan Buruk’un burnunu sıkarken, Saraçhane’de polisler eylemci öğrencilerden arta kalan ayakkabılarla şiddet enstalasyonu örneği sunuyordu. Okan Buruk’un burnunun sıkılmasının acısıyla yerde kıvrandığı gecenin sabahında öğrenciler evlerinden gözaltına alınıyordu.
Ve televizyonlarda Okan Buruk’un sıkılmış burnu işkence görmüş, çıplak aramaya maruz kalan genç kadınlardan, genç insanlardan daha çok konuşuluyordu.
Türkiye’de futbol, bu sessizlik içinde kötülüğün yeniden üretildiği bir alana dönüştürüldü. Futbolun istediği adalet penaltılarının verilmesi –kimi zaman haksız şekilde de olsa–, taraftarlarının istediği gerçek bir adaletti. Burada ortak paydada buluşamayan iki taraf ömür boyu yollarını ayırabilmeli. Şu an bu kırılmayı yaşamadık.
Bu araya bir de milli maç sığdı. Maçın oynandığı tarih 20 Mart’tı. İstanbul’da oynanan maç da bir protestoya neden olabilirdi ancak Galatasaray’ın ev sahipliğinde oynanan maçta kötü pasa bile tepki veremeyecek bir kitle üretildiği için Saraçhane’de olanlar akıllara bile gelmedi.
Bugün Türkiye’de futbol halkı gerçek sorunlardan uzaklaştıran, onları sahte rekabetlerle meşgul eden bir gösteri alanı.
Krala soytarılık yapan kulüpler, sahada oynanan oyunu değil, Saraya sadakati yüceltiyor. Taraftarın ruhu törpüleniyor, futbolcunun kimliği silikleşiyor. Futbol, politik olmaktan çıkarılıp sadece eğlenceye indirgenerek sistemin sürdürülebilirliği sağlanıyor. Bu yapıda bir Metin Kurt çıkmaz, bu nedenle kitleler Atatürk fotoğrafı paylaşan futbolcuyu “muhalif” diye kodlayıp yüceltmeye teşne. O futbolcular bu kez Atatürk bile paylaşmadı. Özellikle son süreçteki gündem konularında magazin ünlülerin pasif agresif tavırlı Atatürk storysi paylaşım seanslarını gördük. Bu kadar apolitik bir tepki halini alan seansa futbolcular bu kez eşlik etmedi. “Ne sağcı ne solcu, futbolcuyuz futbolcu” koduyla yetişen, milyonların sevgilisi olan futbolcular korkuyor. Bir işaretiyle binlerce insanı tesislerinde toplayabilen, hakem hatası için federasyona yürüyüşler organize eden, milyonlarca taraftarı olmasıyla övünen kulüpler korkuyor. Peki kimden?
Apolitik Evren: Belediyeler Ligi
Türkiye’de futbol kulüplerinin büyük bir kısmı doğrudan devletle ilişkilidir. Belediyelerin, valiliklerin, hatta kaymakamlıkların desteğiyle kurulan ya da liglerine devam edebilen kulüpler, futbolun rekabetçi doğasına aykırı biçimde, bürokratik bir sistemin ürünü olarak varlık sürdürüyor. Bu kulüplerin pek çoğu, siyasi iktidara bağlı yerel yöneticiler tarafından fonlanıyor ya da yönlendiriliyor.
Sonuç olarak sahada mücadele eden takımlar değil, aynı sistemin farklı temsilcileri haline gelen yapılar ortaya çıkıyor. Bu durum, futbolun estetik, rekabet ve kolektif kimlik yaratma gücünü yok etmekten başka bir işe yaramıyor. Türkiye’de futbol, artık gerçeğin kendisi değil, gerçekliğin bir simülasyonudur.
Süper Lig dediğimiz şey Belediyeler Ligi, 1.Lig dediğimiz şey 2. Belediyeler Ligi.
Belediyeler tarafından fonlanan kulüpler AKP’li “iş insanı/belediye başkanları” arasında oynanan bir hobi ligini andırıyor bize. Erzurum Büyükşehir Belediyesi’nin fonladığı Erzurumspor ile Konya Büyükşehir Belediyesi’nin önemli desteğini alan Konyaspor arasındaki tek fark birinde maç izlemeye gittiğinizde cağ kebap, diğerinde maç izlemeye gittiğinizde etli ekmek yemenizdir. Hatta Erzurumlu bir esnaf bulursanız cağ kebabını Konya’da da yiyebilirsiniz.
Belediyelerin avucundaki kulüpler ses çıkaracaksa iktidar lehine ses çıkarmayı daha doğru daha yerinde buluyor. O yüzden Sivasspor bir maça normal doğum diye bir pankartla çıkıyor. Bu futbolcuların “Tutuklu Öğrenciler Serbest Kalsın” pankartı büyük hayal, normal doğum talepleri de büyük absürd olarak karşımıza dikiliyor.
Bugün geldiğimiz noktada Türkiye’de futbol, politik olarak teslim olmuş bir alandır. Tribünler susturulmuş, futbolcular apolitikleştirilmiş, kulüpler devletin uzantısına dönüştürülmüştür. Bu teslimiyet, yalnızca futbola zarar vermiyor; aynı zamanda toplumun ortak hafızasını, direniş kültürünü ve kolektif hafızasını da silikleştiriyor.
Futbol, politik olmaktan çıkarıldığında yalnızca boş bir gösteri haline gelir. Socrates’in ayak izinden yürüyenlerin cesaretine, Gezi tribünlerinin isyanına ve halkın kendi oyununun sahibi olma iradesine yeniden ihtiyaç var. Aksi halde elimizde kalan yalnızca sessiz stadyumlar, kimliksiz formalar ve unutulmuş marşlar olur.