2000’lerin başında sosyal medya henüz yeni yeni oluşurken amatör ve profesyonel fotoğrafçıların eserlerini herkesle paylaşabileceği ücretsiz bir platform hızla popülerleşmişti. Timur Sezgin’in fotoğrafları işte o dönemden hatırımda. Her birinde tekinsiz, karanlık insan deneyimlerini yakaladığı birkaç siyah beyaz eserden müteşekkil bir seriydi bu. Fotoğrafların merkezinde, yüzü duruş pozisyonuyla veya bazen de doğrudan gizlenen bir erkek bedeni var. Bu da tasviri anonimleştiriyor; anlatılanın birine, herhangi birine, “âdemoğluna dair olduğu hissi uyandırıyor. Mizansen içinse basit, gündelik yardımcılar seçilmiş: ipler, gazeteler, kâğıtlar. Yalın bir kurguyla yalnızlığı, çaresizliği, isyanı anlatan birbirinden güçlü kareler. Yine de açık ara dikkat çeken bir tanesi vardı: Solitaire.1Bkz. https://kontrastdergi.com/timur-sezgin-portfolyo-43-sayi/#bwg120/1240.Sizi içine çeken, uzun süre bakmaktan kendinizi alıkoyamadığınız, insanın zihnine kazınan bir sahne, bir kara delik.
Üstünde işaret parmağını tam karşıya uzatmış bir el imgesi bulunan onlarca A4 kâğıttan oluşan sarmalın tam ortasında, kenara sıkışmış, yere çökmüş, dizlerini kendine çekip kapanmış, küçücük kalmış bir adam. Işığın en yoğun vurduğu yer olan kavis yapmış sırtı tüm çıplaklığıyla savunmasız. Gövdesinin gölge düşen yanındaysa bir eliyle başını tutmuş, sanki bir darbeden korunmak ister gibi yüzünü gizliyor. Diğer eli bize dönük, parmakları açık, “Durun” diyor sanki, “yeter”. Fotoğrafın kompozisyonu gereği merceğin ardındaki bizler hem işaret eden o suçlayıcı ellerden biri oluyoruz hem de çaresizliğin ortağı çünkü bir kaçış hattı, bir boşluk yok; kalabalığı aşıp ona varmak mümkün görünmüyor.
Sanatçının bu eserine yalnızlık adını vermeyi tercih etmesi boşa değil çünkü apaçık bir utanç tasviri var burada. Yalnız bir duygudur utanç, toplumsal olduğu ölçüde yalnız bir duygu. Kalabalıktan ayrıştığınız, ayrışarak fark edildiğiniz; yerin dibine girmeyi, yok olmayı, unutulmayı dilediğiniz anların duygusu. Tabii hemen şu soru geliyor akla: “Sezgin’in fotoğrafındaki parmaklar neden bu kişiye işaret ediyor? Ne yaptı bu kişi, ne yaptı da fark edildi, ne yaptı da açık etti kendini? Suç mu işledi? Yoksa bir suçun kurbanı mı oldu? Belki de bu güzel fotoğrafları bu kişi çekti?” diyordur kalabalık. “Bakın, işte o! Oradaki adam!” Sonuçta övgü de yergi kadar utandırmaz mı insanı?
Sezgin’in fotoğrafında olduğu üzere genellikle karanlık, kasvetli, bazen yakıcı, dağıtıcı, boğucu bir duygu olarak temsil edilen utanç pek çok kültürde aynı zamanda bir fazilet addediliyor, toplumun harcı mertebesine yüceltiliyor. Bireyde yok olma arzusu uyandıran bir deneyimin geniş ölçekte yararlı bulunması bazı açılardan anlaşılır. Kimse utanmazsa herkesin aklına eseni yapacağını bunun da kaosa neden olacağını varsaydığınızda normdan ayrılan, teamüle uymayan, kuralları çiğneyen kişilerin cezasını utanarak çekmesini, sırf bu utancı yaşamamak için düzene riayet etmesini beklemek doğal. Tabii aynı düşünce hattını takip edip özgür düşüncenin aykırılığa cüret etmeyi gerektirdiğini sanatçıların, büyük düşünürlerin tam da bu nedenle “biraz uyumsuz tipler” olduğunu söylemek de mümkün. Gelin görün ki utancı toplumun bireye veya bireyin kendisine kestiği bir ceza oluşu zemininde gerekli ve faydalı bulmak, bu duyguyu açıklamada yetersiz. Utancın suçu engellemesi olası olduğu ölçüde suçluya karşı merhamet uyandırdığı da vaki ne de olsa; bu durumda “fayda”nın ibresi toplumdan değil, failden yana düşüyor. Yahut mağdurun yaşadığı utanç çoğu durumda daha da suçlanmasına yol açtığından bazense acıma uyandırdığından acı derinleşiyor, mağduriyet büyüyor. O halde “dünyayı kurtarması” umulan o utanç, tam olarak kimin utancı? Bireysel ölçekte, bazen kendi canına kıymak pahasına ödenen bedel, herhangi bir şeyi telafi ediyor mu sahi? Başka bir deyişle bu acıyı kim için, ne uğruna çekiyoruz?
Şuradan başlayalım: Utanç dediğimizde aklımıza genellikle yaşanan bir olayın sonucunda hissedilen duygu gelse de (bu kısma ileride döneceğim) henüz herhangi bir olay vuku bulmamış, kimse hiçbir şey yapmamışken de utanabiliyor insan. Âşık olduğu kızla yolda karşılaşınca yanakları kızaran delikanlının, toplantıda söz almaya çekinen çalışanın utancı buna karşılık geliyor. Oysa bu ön-utançta toplumun bekasına hizmet eden bir yan görmek güç. Bu utancı, testi kırılmadan yenen dayağa benzetmek de mümkün değil, çünkü ortada bir kötü niyet yok; genç oğlanın kıza vereceği selam veya toplantıda dile getirilecek bir fikir kimseye zarar vermeyecektir. Peki neye yarıyor bu duygu? Pek çok yanıt verilebilir bu soruya belki ama en güçlü cevap herhalde “kişinin kendisini korumaya” olacaktır. Reddedilme, kabul görmeme tehdidine karşı hissedilen bu peşin utanç, alınacak olası bir narsisistik darbeden sakınmayı sağlıyor mutlaka; daha büyük bir utancı defetmenin diyeti. Ama burada bir soru daha sormak gerekiyor: Maşuktan karşılık alamamak yahut fikrimizin kabul görmemesi neden kaçınılmayı gerektirecek kadar büyük bir darbe? Sevilmediğimize, değer görmediğimize dair ilkel deneyimleri kaşıması gibi kolaycı açıklamaları bir kenara bırakarak düşünürsek, tüm bu ön-utançların altında bir tür sakarlık korkusunu seçmek mümkün: zamansız bir açılma, isabetsiz bir söz diğer bir deyişle doğru zamanda doğru şeyi yapamamak, tökezlemek, pot kırmak, beceriksizlik. Böyle sıradan bir “beşer şaşar” senaryosu bu denli ıstıraplı bir duygunun önünü açabiliyorsa demek ki bazılarımızda hatta pek çoğumuzda her koşulda kusursuz hareket edebilmemiz gerektiğine dair bir varsayım olmalı. İrili ufaklı her tür sosyal senaryoda yazısız kurallarını okuyabilme, buna göre hareket edebilme baskısı utançta cisimleşerek iletişimi tamamen ketleyebiliyor. Bir şey yapmadığınızda hata da yapmamış oluyorsunuz.
O halde bir de madalyonun diğer yüzünü düşünelim: Bu ve benzeri senaryolarda utanmayanlar nasıl utanmıyor? Kendilerine hata yapma izni verecek kadar yüce gönüllü olduklarından mı? Kimilerinin utançtan küçücük kaldığı durumlarda bazı diğerlerinin sergilediği cesaret hangi payandanın üstünde yükseliyor? Hata yapmayla ilgili varsayımımız doğruysa, herhangi bir ortamda, koşulda, bağlamda girişken davranabilmenin bir koşulu doğru olanı bilmek veya belirleyebilmek olmalı. Diğer bir deyişle hareket edebilme cüreti, erk sahibi olmayı gerektiriyor; bu erk ise norma aşinalıktan ya da statü gereği kuralları değiştirebilmekten alıyor kaynağını. Kızı nasıl “tavlayacağını” veya kızın da onda gönlü olduğunu bilen delikanlı veya toplantıda şirketin üst düzey yöneticisi sıfatıyla oturan kişi kuşkusuz belirgin ölçüde daha az utanıyor.
Gelgelelim utanmamaya vesile olan bir durum daha var ki o da kaybedecek bir şeyinizin olmaması veya yolun sonuna gelmiş olduğunuz hissi. Çaresiz kalan bir insanın yapmaya cesaret edemeyeceği pek az şey var ne de olsa. Bu tür durumlarda atılan adım, alınan inisiyatif en nihayetinde pes etmenin veya köprüleri yakmanın uzantısı. Ne ilginçtir ki erk sahibinde yüksek özgüven olarak addedilen bu tablo, iş bu gruba geldiğinde yüzsüzlüğe, pişkinliğe, edepsizliğe yoruluyor. Sebepleri farklı olsa da utanç yoksulluğu bir oysa.
Demek ki nerede ne kadar utanacağımız topluluk içindeki pozisyonumuzla yakından ilişkili. Belki şöyle de söylenebilir: Utanma kabiliyeti herkeste bulunsa da utanç yahut utangaçlık bir orta sınıf fenotipi. Çan eğrisinin iki kuyruğundakilerin içi, bu bağlamda görece daha rahat. Oysa grafiğin ortasındaki o şişkin göbekte yaşayanlar düşünerek hareket etmek, parmak ucunda yürümek zorunda hissediyorlar kendilerini. Bu da gün içinde zihinlerinde sayısız mahkeme kurup kaldırmaları anlamına geliyor: Şöyle dersem ne olur? Böyle yaparsam ne olur? Kim ne der? Üstelik çile uykuya dalana kadar devam ediyor (tabii dalınabilirse.) Gün içinde hiçbir şey ters gitmemiş olsa dahi yatağa girince mikro analizlerle alınan z raporunda o utanç kanırta kanırta çıkarılıyor bir yerlerden; diğer bir deyişle kendi suçlayıcı parmağını bastığı A4 kâğıtların kıskancında kalıyor kişi. Ancak bu mazoşist ritüel ertesi gün daha “düzgün” davranmaya değil aksine ön-utancın büyümesine yani daha da çekingen daha da korkak hale gelmeye hizmet ediyor. Utanç bir tür otokontrol mekanizması işlevi görüyorsa dahi bu mekanizmanın pek de iyi bir mühendisin elinden çıkmadığı aşikâr.
Sezgin’in fotoğrafındaki figürün ön-utançtan mustarip olması ihtimali düşük görünüyor diğer yandan. Her ne kadar ketleyici olsa da ön-utançlar fotoğrafta tasvir edildiği kadar karanlık ve derin duygular değil. Demek ki Yalnız Adam’ın başına bir şey gelmiş. Ya kendisi bir şey yapmış ya ona bir şey yapmışlar. Bu duygunun yaşanan olaydaki sorumluluk düzeyinden bağımsız baş gösterebilmesini, faille mağduru ortak paydada buluşturmasını, hatta çoğu durumda ikinci elden, “başkası adına” yaşanabilmesini nasıl anlamalı?
Bu olay sonrası utanç kabaca iki durumda yaşanıyor. Birincisi, maksatlı olarak yaptığınız bir eylem olumsuz sonuçlar doğurduğunda. Hırsızın yakalanması da reddedilmek de bu gruba giriyor. Farklı bir sonuç umarak giriştiğiniz bir işin ters gitmesi, başarısızlık, becerememişlik. Fakat sadece bu değil; bu grupta utancı asıl besleyen, barındırdığı ifşa yani baştaki maksadın veya yaşanan hayal kırıklığının artık başkalarınca da biliniyor olması. Utancın ortada çırılçıplak kalmışlık hissi vermesi de bununla ilişkili değil mi? “Bir zarf gibi” bedenimizi saran derimizin ruhumuzu, iç dünyamızı da bir arada tuttuğunu hissettiğimiz ölçüde yaşayabilirken utanç anları tıpkı Sezgin’in fotoğrafı gibi siyah beyaz bir röntgen görüntüsüne dönüşüp içerde olanı görünür kılıyor, bu da kişiyi savunmasız bırakıyor. Zira fark etmesek de duygularımızı, düşüncelerimizi, hayallerimizi çıplak bedenimizden bile özel, gizli tutabilmeye ihtiyacımız var; ayıp şeyler olduklarından veya cezalandırılmaktan korktuğumuzdan değil, içeriyle dışarı arasındaki sınırın benliğimizin idamesinde oynadığı hayati rolden. Günlüğü gizli gizli okunan kişinin veya sözgelimi paylaşmaya hazır olmadığı bir eseri bir ihmal sonucu birilerince görülen ressamın yaşadığı utancın sebebi de bu, ki bu da bizi ikinci gruba getiriyor. Olay sonrası utanç bazen de maruz kalınan, başa gelen durumlarda ortaya çıkıyor: Gizlice çekilen fotoğrafları basına servis edilen ünlülerde ya da daha masum bir örnek verecek olursak katıldığı bir etkinlikte fazlaca övülen bir konuşmacıda görüyoruz bu utancı. Planlanmayan, teşvik edilmeyen, öngörülene zıt düşen bir biçimde aniden gözlerin üzerinize çevrildiği durumlar yine benzer bir açık edilme, ortaya atılma deneyimi yaratıyor. Hayatın olağan akışının kesintiye uğradığı, gafil avlandığınız, kendinizi bir şekilde izah etme, toplumdaki alışıldık konumunuza geri yerleşme ihtiyacı duyduğunuz ancak çoğu durumda da bunun için gerekli araçlardan yoksun olduğunuz tuzak utançlar bunlar. Kendinizi Yalnız Adam gibi kalabalığın ortasında küçücük bir alana hapsolmuş hissetmemize neden olan soyut ama bir o kadar da gerçek bir mahpusluk hali.
Özetleyecek olursak ön-utancın ketleyiciliğini hafifletmek için kendimizi ya çok güçlü ya da çok güçsüz hissetmemiz, olay sonrası utancın bizi derinden etkilememesi içinse iç dünyamızın mahremiyetini ve toplum içindeki yerimizi iyi kötü koruyabilmemiz gerekiyor. Bu tablo itibariyle utanç esasında kişinin kendini başkalarına göre nerede konumlandırdığıyla, ben-öteki ayrımının mahiyetiyle yakından ilişkili duruyor. Diğer bir deyişle utancın toplumsal bir duygu olduğu doğru; ama sıkça iddia edildiği üzere toplumsal refaha hizmet ettiği şüpheli. Zira bu haliyle bakıldığında utanç çoğu durumda kişiyi eylemsizliğe teşvik ederken şu veya bu gerekçeyle bu korku eşiğini atlamış faillere bir bedel ödeme, vicdanını aklama imkânı sunuyor, hatta bu kişilerin toplumdan merhamet görmesine vesile olabiliyor; diğer yanda ise mağdur giderek derinleşen bir çaresizliğe, soyutlanmaya, benlik duyumunda belirgin bir sarsıntıya sürükleniyor. Dolayısıyla utanç, büyük oranda kabahatten bağımsız kesilen, bazılarının fazlaca sık ödemek zorunda kaldığı bir cezaya benziyor.
O halde neden dayak arsızı olmadığımız sorusu geliyor akla. Ebeveynlerin ve eğitimcilerin iyi bildiği üzere birini sık ve ölçüsüz cezalandırmak hiç cezalandırmamakla aşağı yukarı aynı sonucu doğurur; istenmeyen eylemin tekrarlanmasını engellemediği gibi teşvik bile edebilir. Kendimizi utanılacak pozisyonda bulmanın işten bile olmadığı, bazen bir kelimeyi yanlış telaffuz etmenin bile yeterli geldiği bir dünyada yaşamak er geç canına tak etmez mi insanın? Bazılarının ediyor kuşkusuz. Bazıları utancından bir zırh çıkarabiliyor kendine; utanması beklenen konu her ne ise, onu bir kimliğe, bir gurur kaynağına dönüştürebiliyor (tıpkı LGBTİ mücadelesinde gördüğümüz gibi.) Bazıları ise aykırılığı, kural tanımazlığı, teamülden sapmayı bir yaşam biçimine dönüştürüp alışıldık uyum yönünü tersine çevirmeye, toplumun kendisine uymasını talep etmeye cüret ediyor; başarırsa büyük bir hayran kitlesi dahi olabiliyor sonunda. Ancak çoğumuz kafamızdaki/başkasının gözündeki mahkemeden beraat kararının çıkacağı güne beklemeye razı geliyor, o vakte kadar kimsenin ayağına basmamaya, her şeyi kitabına uygun yapmaya gayret ediyoruz. Aksi senaryo, mahremi açık etmeyi göze almayı gerektiriyor ne de olsa; gizlenmemeyi, sınırları kaldırmayı, bir bakıma kovulmadan istifa edebilmeyi… Bunu da ancak kendimizi çok güçlü veya çok çaresiz hissettiğimizde yapabiliyoruz; toplumsal statüye, iktidara, paraya yönelik yaygın hırsı belki biraz da buradan düşünmek gerekiyordur.
Yalnız Adam’ın günahı neydi? Bu sorunun yanıtının pek de önemi olmadığı anlaşılıyor. Kendisine işaret eden parmaklar ister ona ait olsun ister bir başkasına nihayetinde bir imge, bir temsil, bir “gösteren”den ibaret. İçinde sıkıştığı sarmal ne kadar ürkütücü de görünse aşılmaz değil; ayağa kalkabilir, kâğıtları eze eze merceğe ilerleyebilir, yüzünü gösterebilir bize. O zaman sorabiliriz, “Ne geçti başından? Nedir sana böyle hissettiren?” Ama kendini kapattığı bu anda o sonsuz bir çaresizliğin mahkûmu, merceğin ardındaki bizler ise suçlayıcı kalabalığın içine sıkışıp kalmış durumdayız. O halde suçluluk duygusundaki insanın kolunu kanadını kıran bu mühendislik hatasını aşmanın bir yolu sözde suçu sahiplenmekse diğer bir yolu da başkasına suç isnat edenlerden sıyrılmak olmalı. Başkasının utancını güzellemek, yarattığı veya gideremediği bir hasardan, eksikten utanarak canına kıyan insanlardan övgüyle bahsetmek hiçbir derde deva olmuyor ne de olsa. Asıl erdem, mahremin ifşa olduğu yerde başını çevirebilmekte, utançtaki çaresizliğe el uzatabilmekte, failin pişmanlığı karşısında ne zalimce ne de yumuşak yüreklilikle, bilakis adil bir karar verebilmekte. Utanç dünyayı kurtaracaksa şayet bunu utanan insanın ödediği bedelle yapmayacak. Utanç toplumsal bir duygu evet ama bireyin dizginlerini tutarak toplumun bekasına hizmet ettiğinden değil, topluma bir sinyal verdiğinden: bir şeyin ters gittiği, birilerinin hayatının sekteye uğradığı, bir yerlerde tökezlendiği, bir yanlışın düzeltilmesi gerektiği sinyalini. Reddedilen delikanlının gönlü alınırsa, toplantıdaki isabetsiz öneri nezaketle karşılanırsa, basına servis edilen o fotoğraflara kimse bakmazsa, mağdurla dayanışmaya yönelik hareket edilirse, yetişkin insanlara kimi sevip sevemeyecekleri dikte edilmezse, yani utanan biriyle karşılaşan kişi veya büyük ölçekte toplum önündeki manzaradaki acıyı hafifletmeye, eğriyi doğrultmaya yönelik adım atabilirse utanç ancak o koşulda toplumsal yaşamın harcı sıfatına layık olabilir. Utanç yalnız bir duygudur; toplumsal olduğu ölçüde, topluma birilerini geride bıraktığını hatırlattığı ölçüde yalnız bir duygu; bir işaret fişeği, bir alarm sinyali.
Notlar
(1) Bkz. https://kontrastdergi.com/timur-sezgin-portfolyo-43-sayi/#bwg120/1240.
Editör: Bekir Demir
Kapak Fotoğrafı: Timur Sezgin, KONTRAST, Sayı 43.